16 Aralık 2016 Cuma

Mutsuz hikayeler

Mutsuz hikayeler yazmanı istemiyorum, diyor bana elimi sıkı sıkı avucunun içinde tutarken. Biraz daha sarılsam göğüs kafesime karışacak. 

Saat henüz sabahın yedisi. Hava gece gibi karanlık. Karanlık ve soğuk. Aralık ayı gibi soğuk. Ve yağmurlu. Bir şeylere çarpıp seken yağmur damlaları gelip cama vuruyor. Bir damlanın gelip cama vurma sesini anlatmak için çok fazla tarif yapmak gerek. Damlayan bir şey gibi değil. Patlayan bir şey gibi de. Hepimiz o sesi bildiğimiz için kolay geliyor hayal etmek. Hiç duymamış birine anlatamayacağım bir ses. Ve sanırım bu yüzden romantik. İşte, damlalar gelip cama vuruyor. Yataktan kalkmak zorunda olduğumuz saat bize doğru yaklaşıyor. O an zaman, üzerimize doğru dört nala koşan bir at. Bizi sırtına bindirip koşmaya devam edecek. 
Kolu başımın altında. Acımadığını iddia ediyor. Geriniyorum. Kısa kollu pijamayla uyuduğum geceler üşüyen kollarım, sabahları biraz ağrıyor. Yüzümü ona doğru dönüyorum. Boynu burnumun hizasında kalıyor. Yatak uyku kokuyor. Boynu tam olarak kendisi gibi kokuyor. Boynunun kokusu kayıtlara geçiyor. 
Ama ben mutsuz hikayeler yazmıyorum ki, diyorum. Yazıyorsun, diyor. Zaten gitmeyeceğimi bildiğin halde, bana gitmekten bahsetme, diye yazıyorsun. Bu yüzden dün işten gelirken marketten üç litre vişne suyuyla yirmi dörtlü tuvalet kağıdı aldım. Yolda da durup antep çarşısından bir büyük kavanoz kornişon turşusu. Bütün sevdiğin şarkılardan listeler yapıp dosyaladım. Gitmeyeceğimi biliyorsun, değil mi, hem nereye gideceğim ki, diyor. 
O an biraz daha sarılsam göğüs kafesime karışacak.

Biraz geri çekiliyorum. 
Göğüs kafesime karışsa içimde yaşayan hayvanlarla dolu yeri de görecek. O kakafonide bu söylediklerinin nasıl yankılandığını, suya çarpıp ormanlık bir yerde havaya karıştığını kendisi de görecek. Oranın karanlığının nasıl en karanlıktan daha karanlık olduğunu da. Yağmurunun ıslanmayan hiçbir zerre kalmadan durmadığını da. Devrilmiş kavak ağaçlarını, çırılçıplak gezen kabileleri, hiç doğmamışların hayaletlerini, ne kadar gömsem çürümeyenleri, tam turunu her tamamladığında gelip yüzüme bir tane vuran devasa avuç içlerini, tuhaf kokulu sürüngenlerin toplanıp başında su içtikleri bataklıkları, viraneye dönmüş şehirleri, bir an bile susmadan ağlayan çocuk yaştaki hayalleri, elimi yanlışlıkla her uzattığımda ısıran av köpeklerini, göz gözü görmeyen sisli terkedilmişlikleri, bir yere yüklenmek üzere yığınlarla bekleyen sessiz nefesleri, rengarenk kanatlarıyla uzaklardan her dönüşlerinde hiç bilmediğim yeni bir heves taşıyan kelebekleri, atmaya kıyamadığım ama koyacak yer de bulamadığım sayısız gevezelikleri, karıncaların hiç ara vermeden bir yerden bir yere ağızlarında taşıdıkları verip tutmadığım sözleri, gözlerini oyup en güzel kıyafetleriyle bir dolabın kuytusuna terk ettiğim oyuncak bebekleri, kaybettiğim kokulu silgileri, her güneşin doğuşunda tutunup uyandığım güzel kokulu hayalleri de görecek. Yazılan hiçbir kelimenin silinemediğini de. Mutsuz hikayelerin tekinsiz gecelerde gelip nasıl bir anda beni bir tenhaya sürüklediğini de. Zamanın koşan atlarının bozkırlarda sürüler halinde yaşadığını da. Henüz bitmemiş bir paket diş macununa baktığımda beş gün sonra bitecek bir paket gördüğümü belki anlatabilirim o zaman. Her tam şeyin gün geçtikçe yalnızca azalacağına olan inancımın dipsiz bir kuyu gibi beni içine çektiğini de. Bu korkunç fikrin korkusuna kapılıp gidivermemek için kendimi uçan bir balonu bağlar gibi bileğine bağlamak istediğimi hemen o an anlatıversem. 

Tamam mı, sevgilim diyor. Ne sorduğunu hatırlamıyorum. Tamam diyorum. Ne sorarsa tamam demek istiyorum zaten. Yüzüne bakıp reddeceğim ne olabilir ki? Kafamın ortasından öpüyor beni. Saç tellerimden bir titreşim geçip gövdeme iniyor. Titreşim kuvvetlenip bir şimşeğe dönüşüyor. Kapkara gökyüzünde aniden düşen bir yıldırım gibi gidip göğüs kafesime düşüyor. Orman aydınlanıyor. Atlar koşuyor. Birkaç ağaç daha devriliyor. Dalgalar sahilleri dövüyor. Bir tren rayından çıkıp yol kenarında ağaçlara çarpıyor. Kuşlar dallarından havalanıyor. Kanatları kırılıyor. Yeryüzünün örtüsü artık yapışmadığı bir yerinden çıkıp kıvrılıyor. Hızlı şeyler daha da hızlanıyor, hızlanıyor, hızlanıyor ve aniden hepsi birden duruyor. Yağmur damlaları havada asılı kalıyor. Şimdi diyor, yumurtanı peynirli mi istersin? Evet, diyorum. Benimle beraber gelecek misin akşam yemeğe peki. Kafamı sallıyorum. Gelip bir kez daha kafamdan öpüyor. Bu kez kulağımın yan tarafından. Atlar kafalarını kaldırıp bir anda başlayıp duran yağmurun nedenini anlamak istiyorlar. Anlayamıyorlar. Yağmurun sesi gibi bir şey. Tarif edemiyorlar.


6 Aralık 2016 Salı

Bana gitmekten bahsetme

Bana gitmekten bahsetme.

Hiçbir kapıyı usulca açma ve sakın sessizce kapatma.
Gürültüyle kapansınlar ardından.
Yer yerinden oynasın.
Hemen döneceğine yemin ettiğin bir ayin gibi uzaklarda bir dağın tepesinden eteklerine taşlar yuvarlansın.
Gözünü açtığın gibi yataktan kalkıp gittiğin sabahlar var.
Başının yastıktaki izi hızına ayak uyduramayıp oracıkta kalıyor.
Sıcaklığın içten içe yanan bir köz gibi parlamaya devam ediyor.
Çarşafa düşmüş birkaç tel saçın kıvrılıp bir soru işaretine dönüşüyor.
İşte o sabahlar sana gitme dersem, gerçekten gitme. 
Dur.
Kapının eşiğine attığın ayağın havada kaldıysa dahi, dur.
Güneş bir kez olsun başka alemlere doğsun.
Gel, sarılalım. Yorganı üzerimize çekip içinde yok olalım.
Ya da giydiklerini tek tek çıkarıp askılarına geri as. Gel var olalım.
Avuç içlerin yeni bir atlas olsun. Kolların sırtımdaki kemiklerin bir parçası.
Çarşaflar havalanıp havalanıp her seferinde başka bir coğrafyaya konsun.
Öğütüldükçe havaya rayihalar salan şeylerin hepsiyle hemzemin olalım.

Korkunç bir rüyamı anlattığımda cevap verme. Uzanıp saçımdan öp. Öperken kokla. Koklarken okşa. Okşarken daha önce hiç duymadığım bir tonunda konuş şefkatin.
Sus sonra.
Kelimelerin yetmediği boşluklara kokun dolsun.
Bir dalganın bir kayada bir oyuk açarken gösterdiği sabırla konuşalım.
Çocukça hikayeler anlatırsam sana uyku vaktine yakın, bil ki korkuyorum.
Kendi içimdeki kasırgada yüzüne çarpan her sözcük yeryüzüne attığım bir kanca gibi gelip sana saplanıyorsa mesela.
Yastıkta beni bekleyen hafif uykularla aramızdaki mesafe durmadan artıyorsa.
İçimde incelen ipliklere düğümler at. Elini uzat. Serçe parmağım kafesinden kurtulsun.
Bildiğim şeylerin hepsinden şüpheyle, içimde yepyeni ve ılık bir dünya kurulsun.

Bana bitmekten bahsetme.
Tuvalet kağıtlarını, şampuanları, vişne sularını, dil peynirleri ve kornişon turşuları hep yedekli al.
Nar taneleri tabakta biterken kendilerinden birer tane daha doğursunlar.
Biten kitapları raflara zincirle. Filmler hep yeniden izleme mesafesinde dursun.
Her şey bir kasetin deliğine işaret parmağımı sokup çevirdiğimde geriye dönsün.
Mevsimdir geçer, bahar yine gelir deme.
Başucumdaki çekmecede her daim sıcak iklimlere iki uçak bileti olsun.
Uzun deyip anlatmadığın hikayeler kuş olup uçsun.
İtiraf edemediğin gençlik hataların balık bile olsalar, sularda boğulsun.

Ne vakit olursa olsun, bana gitmekten bahsettiğin an, dünya dursun.


14 Kasım 2016 Pazartesi

Kabuk

Duvarlarıyla konuşuyorum, dedi. Neyin duvarlarıyla, dedim. Kafasını sokağa çevirdi. 

Elindeki çatalı masanın üzerine bıraktı. Gözlerinde savaş sonrası şehirler, fırtınaya tutulmuş dağ köyleri, orman yangınları, batık gemiler ve kökleri toprakla beraber kayıp giden sedir ağaçları var. Biri eline keskin bir makas alıp, yüzünü paramparça etmiş sanki. Sonra da anlaşılmasın diye gece hepimiz uyurken itinayla birleştirmiş. Oysa eski halini bilen benim için yüzüne her bakışımda, yüzünde tanıdık olmayan bir şeyler var. Bakışları her önüne gelenden dayak yemiş sokak köpekleri gibi tedirgin. Sesi hep ağlamakla ağlamamak arasında. Neresinden tutacağımı kestiremediğim yeni doğmuş bir bebek gibi ellerimde duruyor. 
Böyle anlarda karşımdakiyle aynı anda iştahım kesilmediğinden suçluluk duygusuyla beraber yemeğime devam ederim. Tabağımdaki et soğusun, sertleşsin ya da biram ılıyıp çirkinleşsin istemem. Yemek masalarında konuşmanın tatlıya kadar ertelendiği sohbetleri tercih ederim. İlla anlatılacaksa şen hikayeler ve şen şakrak kahkahalar olsun isterim. Karşımdaki allah aşkına şunun bir tadına bak diye kendi yemeğinden bir çatal ikram ettiğinde sevinirim. Tabağındaki marulu çatalının ucuyla didikleyip, yağsız tuzsuz galetalardan iki ısırık alınca doyan bir kadın değilim. Bu sebepten belim onlarınki kadar ince değil. Onların spor salonlarında alınlarında ter damlarken ben penceremden dışarıya bakıp tatlı tatlı hayaller kuruyorum. Dolayısıyla onlar pantolon denedikleri kabinlerden benden daha mutlu ayrılıyorlar. Ve karşılarındaki insanlar hüzünle yemeğe ara verdiklerinde önlerindeki orta-az pişmiş sulu kuzu etinden kafalarını kolaylıkla kaldırabiliyorlar. Sanırım anladınız, ben onlardan değilim.

Uzun uzun çiğneyip ağzımdaki son lokmayı da her zerremde hissederek yuttuktan sonra çatalımı tabağa bıraktım. 

O da, nihayet, der gibi kafasını bana doğru çevirip gözlerimin tam içine baktı. Aramızdaki masa yaşadığımız dünyaları ayırıyordu. O günlerde çok mutluydum. İçimin kuş sesleriyle dolu gürültüsü ağzımı açsam dışarıdan duyulabilir gibi geliyordu. Hayatta ilk kez dertsiz tasasız olmaya kesin olarak karar vermiş ve gazetelerdeki kötü haberlere bile gözümün ucuyla dahi bakmayarak da oldukça başarılı olmuştum. Nihayetinde salyangoz kabuğu gibi bir kabuk üretmiştim bir gece uykumda. Kabuğu üretmek için de bolca kemik suyu çorba kaynatmış, gece yarılarına kadar içki içip denizin üzerine vuran ayı izlemiş, kendime kar yağarken giymek için etiketlerine dahi bakmadan beğendiğim tüm kazakları ve elimi haritanın neresine koyduysam oraya denk gelen güzel şehirlere uçak biletleri almış, coğrafyayı beğenmediysem, benim elimde değil mi, küreyi bir tur daha çevirip kendime yeni şehirler seçmiştim. Bolca öpüşmüş, rüyalarımda bile el ele tutuşmuş, tüm geceliklerimi uykularım rahat olsun diye ipekli kumaştan diktirip, evin kaloriferlerini sonuna kadar açmıştım. Gün ortasında canım isteyince oturup bir saat kitap okuyordum, bir komedi filmi açıp izliyordum ya da sevdiğim bir arkadaşımı arayıp liseli kızlar gibi gülüştüğümüz sohbetler ediyordum. Canımın istediği kadar ocak başında oturup, üzerime sinen soğan kokularına aldırmadan közlenmiş biberler, terbiyeli etler, acılı ezmeler ve rakımın yanında hiç durmadan fava yiyordum. Hiçbir bakla bir daha çiçek açmayacakmış gibi keyifle kızarmış ekmeğimin üzerine bir çatal fava koyup ağzıma götürürken içimde çok yetenekli birileri piyanonun tuşlarına basıyor, tohumu ender bulunan çiçekler tomurcuk açıyordu. Sabahları gözlerimi açtığımda içimde fırından yeni çıkmış ekmek kokuları tarçınlı sütlaç kokularına karışıyordu. İnsanlar yüzüme baktıklarında kafamda yanıp sönen şiir mısralarının ışıkları görüyorlar gibi bir hisse kapılıyordum. Oysa anlaşılan görmüyor ve çatallarını dokunmadan soğumaya terk ettikleri yemeklerinin yanına bırakıveriyorlardı.

Bahsedilen duvarların adamın duvarları olduğunu konuşmaya başlayınca anladım. Kıza arkasını dönüp uyuduğu geceler adamın sırtı geçilmez sur duvarlara dönüşüyordu. Kız, bir masalda atıyla dört nala gidip elindeki kılıcı sallayarak devasa şatonun etrafında dönüp dolaşıyor ancak içeriye girilecek tek bir açıklık bulamıyordu. Ve de bulamazdı. Bazı sırtlar bazı kollara açılmazdı. Her anahtar yalnızca kendini bekleyen kapının kilidini açardı. İnsan bunları ne zaman kabulleniyordu da elindeki kılıçla tüm dünyaya karşı savaşmaktan vazgeçiyordu? Kaç uykusuz gece sonra kendi kalbini bir yavru serçe gibi avuçlarının içine alıp okşamaya başlıyordu? Kaç veda sonrası evim diyebileceği bir düzlükte huzur buluyordu? 

Bilmiyordum. Ben, kabuğum ve tabağımdaki ekmeğimi banarak bitirmek istediğim et parçası çaresizdik. Bir dakika, bir dakika, kabuklar bu günler için varlardı. Sessizce tabağımı alıp kabuğun içine doğru süzüldüm. Şimdi adımı söyleyen bir sesin beni aradığını duyuyor ve yanıma bir dilim de ekmek almadığım için üzülüyordum. Dünyayla ilgili üzüntü seviyemi bu noktaya getirmiştim.



4 Kasım 2016 Cuma

Cenin

Hislerimin derinlerinde kendimi çok geniş bir anne karnında yüzen bir cenin gibi hissediyorum. Sabahları güneşin doğması yahut geceleri yıldızların çıkması gibi şeyler mevzu bahis değil. Kendi karanlığımda kulaç atıyorum. Yorulmak diye bir şey yok. Vücudum açlık hissini bilmiyor. Oysa zihnim devasa bir açlık içinde. Gözlerini gördüğü şeylere mıhlıyor. Bir kuşun kanat çırpışında dünya gizemlerine dair sayısız kanıt buluyor. Kanadından bir tüy ansızın kucağıma düşüverse bilinmeyen diye bir şey kalmayacak yeryüzünde. Kuş da bunu bilir gibi yüzünde müstehzi gülümsemesi, kanatlarını açıyor.  Sanırsınız yeri altına alacak. Karanlıkta bunları nasıl görüyorsun diye sormayın. İyi kötü, her rüyayı görmek için önce deliksiz bir karanlığa gömülmek gerekiyor. 

Yüzerken gözlerimin içinde çalan melodiyi size nasıl atlatsam. Düşünün, masanızın başında oturuyorsunuz. Kasvetli bir salı öğleden sonrası. İçeride kalabalığın konuşmadan başka her şeye benzeyen sesi ve verilmiş nefeslerinin havasızlığı var. Akşam için yapılmış hiçbir planınız yok. Uzun mesailer bu yüzden çok da umurunuzda değil. Yalnızca diğerleri yapıyor diye siz de mesaiye kaldım diye yakınıyorsunuz telefonda akşam anneniz aradığında. Ve o sıralar evin kaloriferleri pek ısınmıyor. Tesisat değişiyor kusura bakmayın, yazan kibarlıktan çok uzak bir not asılı apartmanın girişindeki panoda. Apartman yöneticisini aradığınızda telefonlara çıkmıyor. Buna rağmen alt katta oturan gürbüz oğlan çöpü yarım kollu atletiyle çıkarıyor. Ve nasıl da üşümüyor. Siz yanından geçerken ağzının içinde bir şeyler mırıldanıyor. Arkanızdan uzun uzun kalçanıza bakıyor. Ne apartmanın ne de bu oğlanın kusuruna bakıyorsunuz. Onun yerine yatağa en son kayağa giderken giydiğiniz termal çoraplarla giriyor ve uzun uzun duvarlara bakıyorsunuz. Bütün vücudunuz soğuktan kasılmış oluyor. Uyuyamıyorsunuz. O an içinizde bir yer bir hayale kapılıyor. Bir vücudun yorganın altında büzülmüş bacaklarınıza kendi sıcacık bacaklarını doladığını düşünüyorsunuz. Kollarını vücudunuza sardıkça sanki küçülüyorsunuz. Öyle ki küçülüp küçülüp bir çakıl taşı kadar kalıyorsunuz. Oysa o kadar küçüleceksem bir kestaneye dönüşeyim diyorsunuz. Haşlanmayı, kömür sobasında közlenmeyi ya da fırında kebap olmayı istiyorsunuz. Kestane olmazsam nar tanesi, mandalina dilimi, armut çöpü, ayva yaprağı olayım diyorsunuz. Uyuyamadığınızda gecelerin kimyası bozulur, saatleri uzar. Alt kattaki televizyon gürültüsü duyuluyor. Kısacık bir an için uykuya dalıyorsunuz ve anında sabah oluyor. İşte o gecenin sabahında masanızın başında oturuyorsunuz. Kasvetli bir salı öğleden sonrası. Göz kapaklarınız önünüzdeki kağıtları okudukça ağırlaşıyor. Bademcikleriniz hafif hafif ağrıyor.  Kargo unutamadığınız eski sevgilinizin adı yazılı bir zarf getiriyor. Açıyorsunuz. İçinden gidiş dönüş uçak bileti çıkıyor. Uçak uzaklardaki bir tropikal adaya gidiyor. Aynı anda telefonunuz çalmaya başlıyor. Gülümsüyorsunuz. İşte o anı alıp bir kavanoza kapatsak ve notalara bölsek nasıl bir melodi çıkarsa kafamda öyle bir müzik çalıyor. Sanki ağırlığı olan her şey havalanıyor ve uçmaya başlıyor. O nasıl oluyor diye sormayın. Uçakları tartsak tonlarca çekiyor ama hepsi bir şekilde uçuyor.


''Cenin,'' diye bana sesleniyor bir ses. 
''Gidiyorsun. ''
''Bundan otuz yıl sonra bir gün durup dururken, otuz yıl sonra bugün yaptıklarımın ne anlamı olacak diye düşünüyor olacaksın. Sabahları güneşin doğuşunu izlemiyor, geceleri kayan yıldızlardan dilek tutmuyorsun. Ay hangi dördünde onu bile bilmiyorsun. İçinde çalan müziğin sesi kısılmış. Martı seslerini dinlemiyor, üzerine pislediklerinde gidip piyango bileti almıyorsun. Yorgunluğun aklını esir almış. Bir ağacın altına oturup hiçbir şey düşünmeden uzaklara bakamıyorsun. Balıkçı tezgahındaki balıkların, manavda yan yana dizili rokanın, semizotunun, maydanozun, yanından geçtiğin çiçek açmış meyve ağaçlarının isimlerini bilmiyorsun. Adını bilmediğin insanlara canım diye sesleniyorsun. Denizin içine kafanı sokup dibine bakarken eski günleri anımsıyorsun. Üşüdüğünde yanındakilere sarılmak yerine giderek daha kalın kazaklar giyiyorsun. Acıktığında değil saati geldiğinde yemek yiyorsun. Bu yüzden de asla doymuyorsun. Güzel hislere teslim olamıyorsun. Kahkahalarla gülünecek komik olaylara ancak tebessüm ediyorsun. Acı anıları koparıp atamıyorsun. İçinde biriktirdiğin kötü hisler yüzünden uykunda ağlıyorsun. Kar topu oynamıyor, çimenlerde yuvarlanmıyorsun. Ne bir kediyi kucağına yatırıp okşuyorsun ne de evdeki çiçeklere su veriyorsun. Zeytinyağına ekmeğini bandırmıyor, tarla domateslerine kekik dökmüyor, bir dilim karpuzu ısırarak yiyemiyorsun. Ev kokar diye palamut kızartmıyor, kilo yapar diye kahvaltıda simit yemiyorsun. Kendi doğum günü pastanın tadına bakmıyorsun. Banyoda bile şarkı söylemiyorsun. Hep sonradan akıl ediyorsun. Pişmanlık içinde yedi kat mağaralar açıyor, kayboluyorsun. Uyuyamıyorsun. Geceleri tüm ışıklar açık yatıyorsun yine de korkuyorsun. Bunları nereden biliyorsun diye sorma. Uçmak için önce yüksek bir yerden düşmek gerekiyor.




27 Ekim 2016 Perşembe

Kaşıntı


Sabah yataktan sıradan bir günde kalktığım gibi kalkıyorum. Pencereleri nefesim tükenmiş gibi açarken zihnim bomboş. Dolabın önünde ne giyeceğimi düşünürken, evin içinde dört dönerek anahtarlarımı ararken, pili biten şeylere acıyıp hepsini evin bir yerlerinde şarja takarken, akşam köfte yapmayı düşünüp kıymayı buzluktan dolabın alt rafına indirirken, biten kahvenin paketini iyice kıvırıp çöpe atarken, kirli çamaşırları renklerine göre ayırırken, çalışan makinanın sesi evin içinde yaşama dair tek kanıt haline gelirken, telaşlı bir tankerin düdük sesi martı seslerine karışıp makina sesine rakip olurken, yumurtanın sarısı tam kayısı kıvamında olsun diye  ocağın başında, titizlikle dakika hesabı yaparken, cam tuzluğu kapanan delikleri açılsın diye elimde sallarken, öğütülen karabiberlerden acımtrak bir koku havaya karışırken, neler olduğunu hatırlamıyorum şimdi, sen hariç şeyler düşünüyorum. Tüy gibi hafif şeyler. Bir anda ortaya çıkıp aniden de kaybolan bu dünyevi düşünceler köprü olup beni bir andan öbürüne taşıyorlar. Taşıyorlar ki; hayat sensiz de devam edebilsin. 

Saçlarımı kestirsem mi sorusuna cevabı cama vuran yağmur damlalarından bekliyorum.  Uçlarındaki kırıkları görünce kalp kırıklarıyla ilgili bir şarkı mırıldanmaya başlıyorum. Aynı anda şimşekler çakıyor. Tombul baldırlarını sallaya sallaya gelen toparlak suratlı bir üzüntü bağrıma oturup, bacak bacak üstüne atıyor. Gök bütün yaz içinde biriktirdiği ne varsa biz fanilerin üzerine salıveriyor. Camın önündeki sardunyaların savrulan çiçeklerine üzülüyorum. Kış geliyor diye nedensizce tasalanıyorum. Karanlık havalar başlayınca sabahlar nasıl olacak diye hüzünleniyorum. Biraz kilo mu aldım diye aynanın karşısına geçip kendimi inceliyorum. O an günlük B vitaminimi alıp almadığımı anımsayamıyorum. Banyoya gidip kutuda kalan hapları sayıyorum. İşin içinden çıkamayınca ne olacak canım deyip, bir tane daha yutuveriyorum. Belki de bu yüzden tüm günü kol içlerimde ve bacaklarımda çıldırtıcı bir kaşınma hissiyle geçiriyorum. Gün ortasında can acısına dayanamayıp oturduğum kafenin ortasında el tırnaklarımı iyice dipten kesiyorum. Garsonun getirdiği kolonyayı da sürünce biraz rahatlıyorum. Sonradan anlıyorum ki sen o anlarda toprağın altında vaktini bekleyen bir tohum gibi zamanının gelmesini bekliyorsun. Sessizsin. Savunmasız bir anımı kolluyorsun bana sorarsan. Yeni bir kaşıntı nöbeti her yanımı sararken etraftaki herkesin eli kolu senin gibi hareket etmeye başlıyor. Hepsinin tabaklarında adının baş harfi uzanıyor. Harfi çatallarla didikleyip, bıçaklarla delik deşik edip, ağızlarında eni konu çeviriyorlar. Bazısı kolayca yutuyor, bazısı birkaç tur daha çevirmeden önce bir bardak su içiyor. Hareket eden çatal bıçak sesi kulaklarımda uğulduyor. Dünya birbirine sürtünen metal sesinden ibaret. Bunlar olurken insanların yüzleri giderek vahşileşiyor. Keskin bakışlarıyla beraber burunlarının ve çenelerinin uçları sivrileşiyor. Ellerinde çevirdikleri bıçaklardan birini az sonra alnıma nişan alıp fırlatıverecekler. Kalkıp kaçmakla , kalıp sesimi çıkarmadan beni fark etmemelerini ummak arasında bocalıyorum. 
Nefes alamıyorum.

İşte geldin. Biliyorum. Aklıma düşen bir damla hayalin tüm bedenimi bir zehir gibi sarıp ele geçiriyor. Bütün yüzler sensin. Atan kalpler senin kalbin. Gülen ağızlar senin. Dışarıda yağmur var, yollar ıslak ve kaygan. Koşamam. Teslim oluyorum ve konuşmaya başlıyorsun. Sabah çok uğraştın ama yine de yumurtan benim yaptığım zamankiler gibi olmadı diyorsun kulağıma iyice yaklaşıp fısıldayarak, asla da olmayacak. Yumurta sarısı bundan sonra sadece bir renk o zaman benim için artık diyorum. Sarımtrak renkler gelip yeri göğü dolduruyorlar. Desenlere bölünüp yastıklara, koltuklara, paltoların iç astarlarına, çocukların eldivenlerine, mutfak önlüklerine sarılıyorlar. Derin bir nefes almak için ağzımı iyice açıyorum.

Öğlen ne yediğini bilmiyorum. Öğlen ne yediğini bilmediğim birine uzun süre aşık kalacağımı düşünmüyorum diyorum aklımdaki sana.  Aslında o an orada olmadığının en üzgün kanıtı bu merak duygusu. Biraz daha kolonya sürüyorum. Bu kez şakaklarıma. Öğlen ne yedin diyorum. Şaşırarak bakıyorsun. Çünkü anlamıyorsun. Öğlen çok acıktıysan sabah kahvaltı etmediğinden diye düşüneceğim. Evden hızla çıktın ve kahvaltıya vakit kalmadı mı? Alarmı kaçırdın çünkü bu karanlık havalarda uyanmak sana da mı zor geliyor? Yoksa beraber izleyelim diye listeler yaptığımız filmleri geç saatlere kadar arka arkaya izleyip bitirmeye mi gayret ettin? Ya da geceyi birinin kollarında savrularak mı ziyan ettin? Bu günlerde çok aşıksın ve iştahın kaçık, o yüzden öğle yemeğini de es mi geçtin? Diyete başladın da öğlen yemeğini çantanda getirdiğin haşlanmış sebzelerle mi geçiştirdin? Belki de köşedeki dönerciye gidip gevrek kahkahalarına sardığın iki porsiyon döneri afiyetle yedin. Beni aklının ucundan dahi geçirmedin ve üzerine de acı bir kahve söyledin. Hayalin yüzüme tuhaf tuhaf bakmaya başlıyor. İçimdeki sızıyı görmüyor. Avuç içlerimin ne kadar terlediğinden habersiz. Havada dönen bıçaklar üzerimden geçip beni ıskalıyorlar. Duvarlar delik deşik. Milyonlarca kez öptüğüm yüzünün her çizgisine bakıyorum. Düşüncelerime gelme diyorum nihayetinde tüm gücümü toplayıp. Artık seni düşünmek istemiyorum.

Kaşıntı mucizevi bir şekilde duruyor. Tam da o an karşı masamdan bir balık bıçağı savruluyor. Ve bu kez ıskalamıyor. 

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Sesinde

Telefon ahizesini elimde öyle sıkı tutuyorum ki, avucumun içi ter içinde kalıyor. Ne dediğini dinlemeyi birkaç dakika önce bıraktım. Benden cevap beklemediğini fark ettiğim an. Bıraktım konuşsun. 

Bazen istediğimiz insan duysun isteriz içimizden çıkan sesleri, o kadar. Onun da cevap vermesine lüzum olmayabilir. 
Bazen bu çok özlemekten olur. Ciğerlerimizin dar geldiği bir derinlikten su yüzüne çıktığımızda aldığımız büyük bir nefes gibi, bir çırpıda anlatmak isteriz. Onun sesi bu değil. 
Bazen çok haklı bulunmaya ihtiyaç duyar kalp, yaraların bandajı ve kırıkların montajı için sürekli kafasını sallayıp çok doğru diyen birine muhtaç olur. Bu o da değil.
 Bazen nefret eder birinden ve nefret etmekte ne kadar haklı olduğunu tüm galibiyet hırsıyla anlatmak ister. Bir tsunami, dev bir dalga gibi hattın ucundaki iki tarafı birden vurur, savurur. Bu o hiç değil.
 Bazısı sükunetle ama çoktan her şeyden vazgeçmişlikle anlatır. Derin iç çekişler bulaşır telefonun tellerine, üzerindeki kuşlar irkilip kanatlanır. Biten bitmiş, giden gitmiş aslında konuşacak bir parçacık laf kalmıştır da ayıp olmasın diye söyleniveriyordur. Bu o da değil. Allah'tan bu o değil.  
Bazen son bir dua gibi çevrilir telefonda tuşlar. Her sayı bir başka Tanrıya adanan yeni bir adak. Çalan telefon bir hadisenin başlangıcı. Bir romanın ilk cümlesi. Evin içinde telefonun sesi çınladıkça  rakı masalarını deviriyor külhanbeyleri eski zamanlarda. Birkaç dağ eteklerinden tutulup yerden yere vuruluyor. Birkaç çölde fırtınadan göz gözü görmüyor. Telefonun çalmaya devam ettiği her saniye, büyüyüp kendi yüzyılını yaratıyor. İçinde doğup, büyüyüp, saçlarını beyazlatıyorsun. Açılmadıkça ölüyorsun, tekrar ölüyorsun, bir daha ölüyorsun. Boğulmadığın nehir, kıyısından atlamadığın uçurum, içmediğin zehir, üzerinde yürümediğin tren rayı kalmıyor. Biri üzerinde bornozla ahizeye koşuyor o anda, ev kapısından yeni girmiş biri elindeki domates poşetini antrede bırakıyor ya da zamansız bir baş ağrısından yatmış uyumuş, söylenerek uyanıyor. Alo, diyorsun. Kelime kendi çeperlerini delip sıvı bir şeye dönüşüyor, kulağına doluyor. Yok, bu öyle de değil. 
Bazen konuşmak istemeyen biridir o ses. Söyleyeceklerinin hepsini ya bir başkasına ya bir başka seferde harcayıp bitirmiştir. Ununu elemiş, eleğini asmış, bu dünyevi işleri de aşmıştır. Olsa da olur artık olmasa da. Umut etmeye korkan virgülleri, her kelimenin sonuna kurşun kalemin kalınlaşmış ucuyla iyice bastırılarak konulmuş noktaları vardır. Umut etmez. Böyle böyle böyle der. Bütün gün fotoğrafına  konuşmaktan sıkılınca numaranı çevirivermiştir. Ama aradığı kişi sen de değilsindir. Sende bir zamanlar yaşayan bir şeydir. Bu o da değil.

Bu telefonun başında senelerini geçirmiş biri. Bu biri için telefonun baktığında gördüğü bir yüzü var. Üzerine örttüğü bir örtüsü. Yalnızca telefonun durduğu bir küçük sehpası var koltuğun yanında. Bu biri benimle ilgili hislerini çamaşır iplerine asar kurutur. Bu biri beni deniz tuzuyla ovar, bir gün kollarına sarar bir gün kapılardan kovalar. Bu biri benim yaz sonunda kompostomu yapar, turşumu kurar, kalbimi kırar, viran eyler, yıkar, içimdeki zemberekleri parçalar sonra da hiç çekinmez akşamına gelir tam bağrımda çadır kurar. Bu biri. 

Orada mısın, diyor. Evet, diyorum. 
Sesinde kurulmuş salıncaklar var. Boş salıncaklar. Tahtadan. Sesinde kırlangıçlar. Dallarında durgun, uçmayan. Sesinde derelerin denizlere karıştığı yerler var.  Sesinde bir incirin olgunlaşıp dalından düştüğü an var. Sesinde kurutulmuş patlıcanlar.  Acısı çıkmış, doldurdukça dolmayan. Sesinde kanmış bir balığın bir oltaya takıldığı pişmanlık var. Sesinde uzanan eller. Vaktini hep kaçırmış, hep sonradan. Sesinde üzerime sinen duman kokusu, yanan bir şeyler, söndürülemeyen büyük orman yangınları var. Sesinde kafesinin kapısını açık gören bir kuşun şaşkınlığı. Yine de kaçmayan. Sesinde yeni toplanmış biberiyeler, defne ağaçları, çınar yaprakları var. Sesinde sokakta ip atlayan çocuklar. Sesinde bir elekten dökülen unlar. Sesi geri gelmeyeceğini bildiğin birine son kez sarılmakla aynı tohumdan çıkar.

Gel dediğinde gideceğimi bilen birinin güveni var sesinde. 
Ve de ne haklı. Çağırırsa giderim.

26 Mayıs 2016 Perşembe

Karışıklık

Kafam çok karışık, diyor. Bunu derken uzaklara dikiyor gözlerini. Oysa çok uzaklarda görecek bir şey yok. Ya da miyop olduğum için bana öyle geliyor. Sessizliğim anlatması için cesaret olur diye susuyorum. Susarken sessizce kafamı sallayarak kafasının ne kadar da karışık olduğunu açıp içine bakmış ve karışıklığı görmüşüm gibi onaylıyorum. Ne de olsa adamın kafası karışık. Kafa karışıklığı. Karışıklık.

Sıraya girme görgüsüyle büyütülmedikleri için yetişkinliklerinde birbirlerinin üzerine basarak metrobüse binmeye çalışan insanlar canlanıyor gözümde. Bence bu karışıklık. Elinden kaçıp darmadağın olmuş bir çile yün, karışık. Üzerinden çıkardığı her şeyi günlerdir yatak odasındaki sandalyenin üzerinde biriktirmiş, çorabının tekini dağınıklığın içinde bulamayanın insanın odası da karışık. Ortaya karışık söylenen kebaplar var dilimizde. Orada karışacak hiçbir şey olmamasına rağmen. İşte bu adana, bu kaburga, burada biraz şiş. Alıp yiyebilirsin. Yine de sırayla. Karışıklık çanta içinde olur. Kalabalık meydanlarda. Çamaşır sepetlerinde. Denizin dibinde. Kafanın karışması. Enteresan.

Bu arada adam anlatmaya devam ediyor. Ne yapacağımı bilmiyorum, diyor. Bu işler nasıl çözülecek. Dudağımı bükerek işlerin ne kadar da zor olduğunu onaylıyorum bu kez. Çözülemeyen işler meğer kafasını karıştırıyormuş. Hı hı, diyorum. Nedense içim sıkılıyor. Fenalık basıyor. Nefes alamaz gibi oluyorum. Hava mevsimini şaşırmış gibi soğuyor aniden. Gök yavaştan kararıyor. Kararımı veriyorum. 
Öyleyse bak şimdi, dedim. Fikirlerin var ve de duyguların. Umarım ikisi de vardır diyorum içimden. Ama içimden. Kafası karışık adamı daha fazla üzmüyorum ilk anda. Fikirler karışmaz. Onlar askeri düzende durup, akla gelecekleri anı beklerler. Duygular hiç karışmaz. Çünkü onlar yaşandıkları an vücut bulurlar. Dediğin gibi o kadına hala aşıkken, bir diğerine de barda gördüğün an  aşık olmuş olamazsın. Eskisi için doğurduğun duygular artık sonsuz bir uykudalar. Kabullen. Gömsen rahat edersin. İkinci kadın için, içinde büyüttüğün duygular da doğacak, yaşayacak ve toprak olacaklar. Bunu da kabullen, dedim. Sen mutlu aşk yoktur, diyorsun yani, dedi birden. Durumunu bu kadar sıradanlaştırmış olmama bozuluyordu. Çok üzülmem ya da bu çetrefilli durumunun dünyanın en büyük derdi olduğunu bir kez onaylamam yetmezdi, o masadan kalkana dek her an bir kez daha tasdik etmeliydim. Mutlu aşk diye bir şey, dedim. En azından bence, var. Hem aşık hem mutlu olduğun zamanlar olduğuna göre, var. Gel gör ki sen öyle bir mutluluğu hak etmiyorsun.

Suratı bir an şaşkınlıkla çarpıldı. Adamı uzun zamanlardır tanırdım. O da beni. Benim ona asla böyle cümleler kurmayacağıma inancı tamdı. O yüzden iki kadını birden idare ettiği heyecan dolu hayatını hiçbir ayrıntısını atlamadan bana içtenlikle anlatıyordu. Anlattıklarından sonra benim de onun uzun zamandır tanıdığım ciğeri beş para etmez biri olduğuna inancım tamdı. İstemsizce gülümsedi. Gülmek istediği için değil. Yüz kasları ne yapacağını bilemediği için. 
Hatta, dedim, keşke bir kadınla karşılaştığında o kadının çantasında senin duymadığın ama sen hariç herkesin duyduğu bir alarm çalsa. Kadın koşup kaçsa da kendini kurtarsa. Sen mahvettiğin ruhlarla besleniyorsun. Yediklerini sindiremeyip, içinde biriktiriyorsun. Dedim. Aynen böyle dedim. Son cümlemden sonra oturduğumuz masayı da ters çevirip yola fırlatsam çok fiyakalı olurdu ama yapmadım. Ayağa kalkıp gülümsedim. Yüz kaslarım ne yapacağını bilemediği için değil. Tam olarak söylemek istediklerimi söyleyip içimdeki sıkıntıdan kurtulduğum için. Derin bir nefesin muadili bir gülümseme. Yüzüne baktım. Bir şey daha söyleyecek gibi oldum. Vazgeçtim. Yürüdüm gittim.

Yolda yürürken kafam karışıktı. Klimayı ofisin hangi duvarına takacağıma bir türlü karar veremiyordum. 
Şaka yahu. 
Ne karışıklığı.

5 Mayıs 2016 Perşembe

Orman

O gün gelip benim dalıma konmuştun.

 Kimbilir hangi rüzgarın çirkin sözleri seni küstürmüştü de yolundan sapıp bir hayalin peşine düşmüştün. Nasıl bir acı iç çekişte tüylerini parlatıp, kafanı boyundan büyük dalgalara gömmüştün. Hangi gölgenin karanlığından ürküp, yüzünü güney illerine dönmüştün. Nasıl bir an, dünya durmuş da sen hiç sönmez dediğin bir büyük yangının içinden hiç anlamadan geçip, canın yanmadan sönmüştün. Kimlerin gülüşlerinde soyunup, en parlak kahkahanı gecenin leyli vaktinde kalbinle beraber bin parçaya bölmüştün. Belki de ölmezlik iksirinden içtiğin günün akşamı bir çocuk parkında salıncaktan düşüp ölmüştün. Ya da birinin soğuk kasım gecesine karla kaplı bir çatı olup sabaha karşı ansızın çökmüştün. Dünyanın zembereğinin nerede olduğunu seher vakti görüp, ne yapıp edip yerinden sökmüştün. Ben kafamı gömmüş toprağın altında bir yudum suyun izini ararken belki sen üzerime edepsiz seller, küfürbaz fırtınalar dökmüştün. Upuzun bir yolculuğun sonunda tek bir yükseltinin olmadığı o uçsuz bucaksız ovaya vardığımda, gözlerimi kısıp sapsarı buğday tarlalarına bakarken yolumu kaybettiğimi anladığım an, gelip dudağımın tam kenarından öpmüştün. Bir bitmez rüyanın ucunda durmuş kabuslarla yorulurken uykunun rengi solmuş kenarını serçe parmağınla tutup bükmüştün. Önceki günden ne kadar gam keder kalmışsa evimin sokağında, gün ağarırken gelip, silip süpürmüştün. Ne çeşit bir meyveyi cebinde kurutup yemiştin de bir anda bir aklı selime dönüşmüştün. Bilemiyorum.

O gün gelip benim dalıma konmuştun.

O dal senin ağırlığınla yavaşça aşağıya salınmıştı önce. Ayaklarının bastığı yerdeki incecik kumlar ezilmişti. Ezildikçe her zerre kum, inceden gülümsemişti. Ağırlık uçup gitmeye engeldir, diye neşelenmiş bile olabilirlerdi. Dayanılmaz hafifliklerinin yorgunluğu dinmişti. Sımsıkı tutundukları her şeyi bırakıp ellerini ceplerine sokmuşlardı. Soyunmuşlardı. Hep özendikleri çöl kumları gibi yüzlerini güneşe dönmüşlerdi. Derin bir oh çekmişlerdi. Azad edilmişlerdi. Rüzgara karışıp gittikleri korkunç rüyalar görmekten korkmadan derin ve huzurlu bir uykuya gömülmüşlerdi. 

Dalın bağlandığı gövdede loş ve ıslak zamanları seven bir sarmaşık yaşardı. Kumların tatlı rüyasını delice kıskandı. Bunca zaman sarıldığı gövdede mutlu olmadığını da o an anladı. Geldi ayak bileğine yavaşça dolandı. Daha önce kimseye söylemeye cesaret edemediği tüm sırlarını kulağına fısıldadı. Cilveliydi. Dişiliğin yapraklaşmış hali gibi boynundan dudaklarına her zerresiyle temas etti. Kürek kemiklerinin tam ortasında yeni bir sürgün verdi. 

Gövdenin ucundaki kök derin bir uykudaydı. Dallarındaki hareket onu uyandırınca gür sesiyle sinkaflı küfürler etti. Bazı kırlangıçlar bu sözleri üzerilerine alınıp kırıldı, uçup gitti. Kalanlar umursamadan konuşmalarına devam etti. Yaşlıydı kök. Huysuzdu. Bencillik amansız bir hastalık gibi her yerini sarmıştı. O aşağıdan bakınca bunu sarmaşık sanıyordu. Yukarıya bakmaya devam etti. İyice çevirdi başını. Uzun zamandır yukarıda neler olduğunu merak bile etmemişti. Baktıkça tansiyonu düştü. En üstteki yaprakların arasından gökyüzünü gördü. Bayılacak gibi hissetti. Mavilikten gözünü alamadı. Büyülenmiş gibiydi. Bu belki babasının masallarında anlattığı gök olabilirdi. Midesi bulandı. Kafasını çevirip kendi dibine uzun uzun kustu. Asırlardır bir şey yememişti. İçinden yalnızca yosunlu sular dökülüyordu.

Toprakta o sırada bir salyangoz olan bitenden delice korkarak kabuğuna çekiliyordu. Bir solucan büklümlerini mümkün olduğunca kısaltıp içine dalacak bir delik arıyordu. Bir kirpi dikenlerini açabildiğince açıyordu kaslarını yorarak. Pis bir koku geliyordu yanından geçtiği kapkara böcekten. Uzakta bir ateş yanıyordu. Kapkara dumanları üzerimize doğru geliyordu rüzgarla. Evet, o an iklime hiç uymayan bir rüzgar kafasını senelerdir saklandığı bir ağaç kovuğundan çıkarmıştı. Bir uğultu derelerin sesine karışıyordu. Yaprakların hışırtışlarının arasına ne olduğu anlaşılmayan kelimeler karışıyordu. Yer biri dev adımlarıyla üzerinde koşuyormuş gibi sallanıyordu aralıklarla. Kanatlı her şey uçarken yönünü şaşırıyordu. Karıncalar delice koşuyorlardı bir yerlere ama yuvalarını bulamıyorlardı. Çok belliydi, bir şeyler oluyordu.
 Kimse anlamıyordu. 

O gün sen gelip benim dalıma konmuştun.




27 Nisan 2016 Çarşamba

Sabah

Sonuncusunu ağzıma attığım biberlerin sapları, tabağın içinde askeri bir düzen içinde sıralanmışlardı. Kafamı eğip pijamamın üzerinden taşan göbeğime baktım. Anlaşılan o ki; normalde bunun yarısı zaten sudur diye, sayısını tartmadan yediğim biberler, biberlere çok yakışıyor diye kiloyla aldığım taze keçi peyniri ve kızarttıkça zeytin yağına da bolca banmam gereken kara çavdar ekmeği dilimleri, bir yerde vücuduma yerleşme kararı almışlardı. Doğruldum. Doğrulunca göbeğim bakış açımdan çıkmış oldu. Bakış açımdan kaybolan şeyler bana yeryüzünden de siliniyor gibi geldiğinden, zeytin yağına yatırdığım yarım dilim kızarmış ekmeği alıp zevkle ağzıma attım. Zeytin yağı çok faydalı, dedim içimde sesi yükselen ince belli kadınlara cevaben. Boşalan kahve fincanının dibinde kalan küçük yudumu uzun uzun içtim.  Bir kahvaltı zamanı daha bitiyordu. Günün en güzel zamanının bitiyor olması canımı sıktı. Çatalı elimden bıraktım. Kalkıp pencerenin yanına doğru yürüdüm.

Pencere dediğimiz yer, bir çeşit gözetleme noktası bu evde. Gidip önünde durduğunda, sokaktan geçen herkesi görüyorsun. Yavaş yürüyenlerle göz göze gelirken, hızla geçenlerin meraklı kaçamak bakışlarına maruz kalıyorsun. Bakanlara ayıp olur diye pijamayla gezemiyorsun evde. Üzerimdeki sabahlığın önünü sıkı sıkı bağlıyorum ben de. Sessizlik doluyor her yere. Aydınlık ve sessizlik manzaranın bir parçası gibi duruyorlar. Pencereden bakınca bir tankerin bacasından çıkan dumanı görüyorum. Dumanın masmavi gökte dağılışını da. Bulutsuz havanın üzerine saçılmış noktalara benzeyen martıların, ağızlarını açıp kapayışlarını da. Anlatacak ne çok şeyleri var ama sesleri benim frekansıma uymuyor diye düşünüyorum. Pencereyi açıyorum. Hafif rüzgarda saçlarımın at kuyruğundan firar eden telleri uçuşuyor. Gözlerimi kapatıyorum.
Yaşamak, diyorum. Yaşamak ne kadar çok bazı anlar. Bu, karşı tepenin üzerindeki erguvan ağaçlarının bana doğru dallarını salladığı bir an. Üzerimizden geçen uçağın içindeki yabancıların başlarını eğip, bana el salladığı. Bahar dallarının yüzüme doğru yeni bir filiz çıkardığı bir an. Durmadan ağlayan bir bebeğin birden sustuğu. Kurumuş derelerin eriyen kar sularıyla dolup, gürül gürül akmaya başladığı bir an. İçime yaşayan ya da bir zaman yaşayıp ölmüş her şeyden iyi huylu bir parça efsunun akarak geldiği bir an. İçimde bir sebepten açılmış krater gibi kırığa dolup, şahane bir dağ gölü yaratıyorlar. Kaslarım kendiliğinden gevşiyor. Kollarımı geriye doğru açıp iyice esniyorum. Hafifliyorum. Biraz sonra pencereden uçup gidecek kadar teslim oluyorum esen melteme.

Neden gülümsüyorsun sen, diyor adam bana oturduğu koltuktan. Yüzü sabahları ilkokula yeni başlamış bir oğlan çocuğu berraklığında. Dudak kenarlarındaki kıvrımları teker teker öpmek geliyor içimden.

Hiç, diyorum. Hiç.
Bazı hislerin tarifi yok.

28 Mart 2016 Pazartesi

Topuk

Bir anlığına o da beni sevse, diyorum içimden. Benim onu sevdiğim kadar içi titreyerek, bir anlığına.

Söylediklerimi duyunca kendi çaresizliğimden utanıyorum. Çaresizlikten utanılıyor. Her şeye gücü
yetecek sanan insan, bir insanın kendini sevmediğini anlayınca ne yapacağını bilemiyor. Ve çaresizlik de yoksulluk gibi, ne yapsan saklanmıyor. O büyük çaresizliği anlat bana şimdi biraz, diyor karşımdaki koltukta sırtı dimdik oturan kadın. Eliyle bir yandan gözlüğünü düzeltiyor. Burnunda gözlük izi var. Belli ki sözlerimin sesi var, içimden değiller. Sesim kendime yabancı. Söylediklerim zaten sokakta görsem tanıyamayacağım cinsten. Oysa birisi beni içten sevince, bende mucizeler oluyordu, diyorum. Mucize deyince kıpırdanıyor kadın yerinde. Bacak bacak üzerine attığı ayağını değiştiriyor. Mucize derken ne demek istiyorsun, biraz açalım, diyor.

 Açamıyorum. Kendi röntgenimi çekemiyor, derin kesiklerime dikiş atamıyor ve bademciklerim şişmişken tavuk suyu çorba pişiremiyorum. Her şeyi neden kendi başıma yapmam gerektiğine de anlam veremiyorum. Yoruluyorum. O an gerçekten birden yoruluyorum. O an odanın içinde ileri geri yürüdüğümü ve bunun da beni iyice yorduğunu fark ediyorum. Gidip kadının karşısına oturuyorum. Ayağımda topuklu ayakkabılar var. Kadın olduğumu cümle aleme ispat eder gibi topuk sesleriyle dolaşıyorum günlerdir koridorlarda. Tarak kemiğimin üzerini ayakkabının kenarı kesmiş.

Kadın gözünü kırpmadan yüzüme bakıyor. Oysa beni bir anlığına bile sevmiyor, diyorum. Kadın başını çevirip bana fark ettirmediğini sanarak saate bakıyor. Saat hep aynı yuvarlak. İçindeki yelkovan kadının ona baktığını görünce dört nala koşmaya başlıyor. Sağ ayağımdaki ayakkabının topuğu gürültüyle yere düşüyor. 









17 Şubat 2016 Çarşamba

Bu his


Sorunuza içtenlikle cevap vermek isterim. 
Yalnız siz de kulaklarınızı duyacaklarınız konusunda uyarın. Zira bazı sözleri yalnızca söylemiş olmak değil duymuş olmak da geri alınamaz bir durumdur. Hafızanızın ve midenizin bundan sonra hatırladıkça ekşiyecek taraflarını açık pencerelere doğru döndürün. Işıkları da biraz kısın; öğrenecekleriniz  loş iklimlerin hayvanlarıdır.

Tarifi zor. Tarife kalkışınca en güzel yanlarından çatlayıp su almaya başlıyor tüm o büyülü şeyler. Oldukları en biricik halleri daha önce var olmuş ya da yaşanmış bir şey sıradanlığına koşmaya başlıyor. Oysa bu, bayım, daha önce yer yüzünde hiç yaşanmamış bir hikayedir. Yine de birilerine anlatayım diye gelip benim dudaklarıma konmuştur. Yüküm ağır. Bir biçimde bu hissi size anlatabilmeliyim.

Söğüt ağaçlarının dalları gibi yayılır bu his ciğerlerimin altındaki ovaya. Havaya karışmıştır. Bir damla boyanın bir bardak suya karışması gibidir. İçimde dağılmıştır hale hale. Suyun her zerresi işini ciddiyetle yapmış ve ensemden ayak parmaklarımın sarp yamaçlarına kadar taşımıştır aynı ürpertiyi. Bir arabanın tümsekten geçerken göbeğimize düşürdüğü ılıklığa benzer. Eklemleri ağrıyan yaşlı bir kız çocuğunun hasta yatağında duyduğu türden bir umuda. Kelebek kanadı gibi kırılgan ve güzel. Uzun uzun seyredilmekle hiçbir yanı aşınmıyor. Böyle şeyler camdan üflenerek yapılır diye hayal etmek daha kolay; oysa değil. Plastikten bir his bu. Ne kadar hırpalansa şekli değişmiyor. Aynı metanetle bir temizlik leğeni gibi, kalın bir su şişesi, yazlıklarda giyilen terlikler gibi, öylece duruyor. Ömrü benim faniliğimin yanında arsızca uzun. Beni bir gün gömecekler. O ise, binlerce yıl boyunca sapasağlam, düştüğü yerdeki böceklerin antenlerine, otların tohumlarına, solucanların boğumlarına baka baka var olmaya devam edecek. Uyuyamadığınız gecelerden birinde gözünüzde ıssız mezarlıklar canlanırsa, sebebi, size doğru seslenen, ölmezlik iksirini tatmış o plastiktir. Şaşırmayınız. 


Sıralı ölümlerde benim sizi duymam gerekir. Gelin görün ki sırasız bir his bu. Kum saatlerini istediği gibi tutup baş aşağı çeviriveriyor. Bertaraf etmiş yelkovanların anılarla savaşını. Ne kadar haklı tarafı tutmaya çabalasa yapamıyor, içten içe acılardan yana oluyor. Acılar her sabah taze bir somun ekmek gibi kokusuyla gelirken, anılar içilmeye kıyılamayan bir şişe şarap gibi mahzende eskiyor. Ekmeğin tarafını tutuyor böyle zamanlarda da. Bıçağa zahmet etmiyor, eliyle tutup ayırıyor ekmeğin kabuğunu. Pamuk gibi bir lokmasını, geceden ısladığı gözlerime banıp yiyor. Bazı hisler cılız olur. Tabağını hiçbir zaman bitiremeyen ilkokul çocukları gibi çelimsiz. Bunlar hep annelerine dert olur. Bu, öyle değil. Ekmeği banışından anlamışşınızdır bayım. Bu, öğleden önceki son teneffüste beslenme çantasını karıştırıp duran çocuk. Olur olmaz zamanlarda midesi kazınıyor. Gürbüzlüğü henüz yemediklerinden. Geceleri iliğine kadar çekip yaladığı kemiklerim sabaha iyileşmiş olunca iştahtan ağzı sulanıyor.

Kurak bir his bu. Çöl iklimine yakın. Bir gece yarısı ansızın geldiği son seferde, ayak baş parmağımın ucu buz tutup kırıldı. Ki zaten hep ansızın geliyor. Ne kadar ısrar etsem evine telefon hattı çektirmiyor. Çektirmediği için de nezaketen beni arayıp müsait misin, diyemiyor. Hep ev dağınıkken, tam sofraya oturacakken ya da ben topuğu yırtık çorabımla televizyon izlerken geliyor. Ki topuğu delinen bazı çoraplar bazı nedenlerden bir türlü atılamıyor. Çöldeki kumullarla beraber, rüzgar estikçe beni başka bir tarafa savuruyor bu his. Başım ağrıyor o günler bayım. Kafam tutuyor. Midem bulanıyor aydınlığa baktıkça. Benden başka kimse gün ışığında kımıldayıp duran dehşetengiz varlıkları görmüyor.

Dibi tutmuş bir his bu. Yanmaya yüz tutmuş pirinç pilavı gibi kokuyor. Sobanın üzerinde yanan kestaneler ya da incelikli bir ruhun bıraktığı portakal kabukları gibi değil. Zamanını azıcık şaşırsan bir tencere pilavı çöpe döküyorsun. Tabağında kalan pirinç tanelerinin çokluğu kadar şiddetli cehennem ateşinde yanılacağına inandırılmış çocuklarız, nasıl dökeriz? Dökemiyoruz. Bakışıyoruz tencereyle. İçimize dert oluyor. Günah oluyor. Çok yazık oluyor.

Bu hissin dertliliği çok bayım. Annelik gibi bir şey. Ne kadar uğraşsa insan bir şeyini ya az ya fazla yapıyor. Hep bir iç sıkıntısı. İç sıkıntısı kötü bir his değildir her şeye rağmen. İnsan o sıkıntının içinde gonca bir gül gibi katman katman açılıyor. Hiç bilmediği yerlerinden origamiler yapıyor. Yaz güneşinde kalmış omuzlarını tırnak uçlarıyla sokar gibi soyuyor kendini. Her sayfasına kenar süsleri çiziyor. Hiç yapamazsa, kenarına, kenar süsü, yazıyor. Yeni bir göz buluyor avuç içlerinde. Dokunduğu her tende tekrarı imkansız bir neşenin taklidini arıyor. Bulamıyor. Çok yanılıyor. Az gülüyor. Gülünce odalar çınlıyor. Apartman sahanlıklarındaki modası çoktan geçmiş seramiklerde gülüşünün buğusundan damlalar kalıyor. 


Her sabah kendi burcundan hemen sonra onun burcunu okumak bu his. Televizyonda bir kaza haberi gördüğünde görüntülere korkarak bakmak. Kafanda kendininkiyle bazen tatlı tatlı çene çalan bazen ölümüne kavga eden ikinci bir sesin varlığıyla yaşamak. Giyinme kabininde denediğin paltolonun kalçasına bakarken biri de seninle beraber bakıyormuş gibi hissetmek. Kitaplardan cümleler, konserlerden ezgiler, gecelerden yergiler biriktirmek bir gün anlatmak için. Bir an bir zeytin tarlasının tam ortasında durup sonbahar rüzgarının yapraklara çarpan, olgun zeytinleri yere düşüren sesini dinlerken hüzünlenmek. On saniyelik videolarla yaşadığın her güzel anı bir gün ona göstermek üzere biriktirmek. Yüz kişiye bağıra çağıra anlattığın güzel haberin ağırlığının sırf birinin kulağına fısıldayamadın diye birkaç dakika içinde kantarla tartılabilecek ağırlığa gelmesi bu.


 Bu hissin sahibi olmak zor bayım. Evcil hayvan evlat edinmişsin ama o evcil hayvan da dünyada kalan son vahşi kaplanmış gibi. Sen ona sahip olamıyorsun, o senin neyin olduğunu bir an bile düşünmüyor. Tam artık birbirimize alıştık, beni yemez, aniden kolumu koparmaz dediğin an gözünün içine baka baka boynunu ısırıveriyor. Şakası olmayan bir his bu. Kendini çırılçıplak önüne attığın an seni öldürüyor. Onun suçu değil, içgüdüleri öldürme düzenine meyilli.


Yargılıyor bu his. İşaret parmağı pek çok geceden daha uzun. Yüzüne doğru sallamaya başladıktan birkaç dakika sonra suçlu ilan ediliyorsun. Geniş meydanlarda yüzlerce insan önünce sallandırıyor bazen. Bir kadehin dibinde kendi göz bebeğinin içindeki sonsuz bir kuyuya kafa üzeri düşüyorsun. Vücudunun daha önceden dokunulmuş yerlerine elektrik çarpıyor en olmaz günlerde. Ensen uyuşuyor. Şapkan uçup gidiyor çamurlu sulara. Acımasız bir his bu. Dinlemiyor. Dinlemek istemiyor. İlgilenmiyor mazeretlerinle. Ne istersen anlat, onun gözleri ya uzaklara dalıyor ya da yoldan geçen uzun boylu kadının eteğinin pilelerine takılıyor.


Neyiniz var bayım, renginiz kireç gibi oldu.
Belli ki sorunuzun cevabı dar ceplerinize sığmıyor.


12 Şubat 2016 Cuma

Aşk nedir?

Onunla tanıştığım günden beri metro merdivenlerini koşarak çıkıyorum.

28 Ocak 2016 Perşembe

Kumbara

İnsan demirden bir kumbara.

İçine attıkça biriktiriyor. Birbirine eklenerek çoğalıyor. Birbirini çağırıyor. Elele tutuşup dönmeye başlıyorlar gün sonunda. İsimleri var. Bakınca yüzleri var. Tutunca elleri var. Dokununca sıcacık tenleri var. Abuk sabuk öfkeleri, birden gelen sinir krizleri var. Çok dikkatli bakılınca görülen derin kesik izleri var. Yanaklarında bırakılmış tokatlar, yüzlerine söylenmiş büyük yalanlar, bedenlerinin tam ortalarında imara kapalı ormanlık alanlar var. Arkalarından sövülmüş, ara sokaklarda sarhoşken dövülmüş, bazı gece yarılarında ansızın ölünmüş.


O gün kapıları açık bırakıp gidenlerle, çarparak vurup gidenler aynı anda bir sarma sigara yakmış. Dünyanın her yerinden bir çok insan artık bir kapıdan çıkıp gitmeleri gerektiğini idrak etmiş. Bazıları canlarından parçalar bırakmış, bazıları çıktıkları an rahatlamış, ferahlamış, derin bir nefes almış. Mahşer yeri gibi bir kalabalıkmış. O gün öfke, yıllardır arkasında hapis olduğu demir parmaklıkları kemire kemire devirmiş. Milyonlarca parçaya bölünüp havaya karışmış. İnsanlar içlerinde birden bir kıpırtı hissetmişler önce. Ne olduğunu anlayamadan çoğu pardesülerinin yakalarını kaldırıp binalardan sokaklara çıkmaya, bavullarına rastgele birkaç parça kıyafet atıp kapağını kapatıp taksiler çağırmaya başlamışlar. Evlerinden çıkarken dönüp geriye son kez bile bakmamışlar. Ki son kez bakılmayan şeyler en zavallılar. Duraklara, yollara, hava alanlarına, iskelelere, tren istasyonlarına akın etmişler. Birden içlerindeki her şeyi bırakıp gitme hissi dayanılmaz boyutlara gelmiş. Sanki biraz sonra dünya bitecekmiş gibi bir şaşkınlık ve korkuyla yanında olmak istedikleri o birinin yanına, annelerinin dizlerinin dibine, sevgililerinin yatağına, çocuklarının odasına, büyük annelerinin mezarına, anlayın işte, olmadıkları bir başka yere gitmek üzere yola çıkmışlar. İlk önce her şeyin anlamsızlaştığını hemen sonra aslında gözlerinin yalnızca anlamlıları görmeye başladıklarını anlamışlar. 

Koşmuşlar, hızlı hızlı yürümüşler, yorulup yol kenarlarında yan yana oturup dinlenmişler. Birbirlerinin sandviçlerini paylaşmışlar. Aynı su şişesinden hiç tereddüt etmeden su içmişler. Aynı taksinin arka koltuğuna yabancılar olarak oturup tanıdıklar olarak gittikleri adreslerde inmişler. Ayrılırken kucaklaşmışlar. Birbirlerini bir daha hiç görmemişler ama hep anımsamışlar. Anımsarken gülümsemişler. Ve zaten bu yeterliymiş. Susmuşlar. Susarken el ele tutuşmuşlar. Kumbara dolmaya devam ediyormuş. 

Son yolcular da varmaya çabaladıkları kapıların eşiklerinden içeriye adım atınca korkunç bir ses duyulmuş. Herkes aynı anda sağır olmuş. Kumbaralar teker teker patlıyormuş. İçinden demirden kollar, bacaklar, araba farları, nar taneleri, kar taneleri, tarçın taneleri, bozacının çığırtkan sesi, buğday başakları, fener balıkları, ada rüzgarları, teki kaybolmuş eldivenler, sebepsiz terk edenler, sebepli çekip gidenler, köşe başı kokoreç arabaları, balık ağları, üzüm bağları, büyükbaş hayvanlar, çorak topraklar, meksikalar, afrikalar, kayısı kıvamında pişmiş yumurtalar, rulo yapılıp kapı arkasına dayanmış el dokuması halılar, üzerinde yeni sevişilmiş kar beyazı çarşaflar, uzun pazar kahvaltıları, yatmadan önce çocuklara anlatılmış yalandan masallar, bağırışlar, geçmeyen hıçkırıklar, dinmeyen acılar, unutulmayan anılar ve mide boşluğunda donup kalmış at hırsızı suratlı haydutlar fırlamış. 

Kumbara fikri kimin aklından çıktı ki zaten, demiş bodrumun karanlığında oturan çocuk annesinin elini sımsıkı tutarken. İnsan demirden bir kumbaradır, demiş kadın. Hep sonradan, demek için biriktirir.

11 Ocak 2016 Pazartesi

Kapı

Derin uçurumların kenarında
Her taşımızı ayrı rüzgarla yontmuşuz
Günle beraber solup gitmiş yüzümüzün rengi
Bir şahin alıp götürmek üzere göğsümüzdeki benleri
Bir tuhaf düşme korkusu imkansız kılıyor tüm telafileri
Belki de bin kere düşüp yine de birinde uçmayı umut etmeli
Ya da umut dediğimiz ne varsa hoyrat makaslarla paramparça.

Büyük kapıların arkasında
İtiraflara dökülmektense gizlice dinlemeyi sever olmuşuz
Parmak uçlarına saplıyor terk edenler avuç içlerini
Tanımaya diz kapaklarından başlamalı kışla beraber gelenleri
Boyun hizalarında kutsal topraklar yerle bir
Kulağımızdaki sinkaflı küfürlerle inlemeler aynı cümlenin öğeleri
Kapının kolu diğer tarafta besbelli
Kilidin dili acılaşıyor yanlış bir anahtar içinde dönmeye çalıştıkça.






7 Ocak 2016 Perşembe

Düşen şeyler


Atlayalım mı, dedi. Sarı çizgiyi geçmeyin anonsları kafamda yankılanıp dururken değil atlamak, onun gittiği kadar yakınına gidip bakamıyordum bile aşağıya. O ise ben sessiz kaldıkça cesur olma rolünü daha da abartılı oynuyordu. Ayaklarını yerden hiç kaldırmadan yaklaştı biraz daha kıyıya. Ayakkabılarının kauçuk tabanlarının altında çakıl taşları gıcırdıyordu. Bir şey söylemeden elini uzattı. Parmakları bana gel demeye çalışarak hareket etti. Elimi uzattım. Ben korkuyordum. Atlamaktan, onun atlamasından, beni itmesinden, kendisi atlarken tutup beni de çekmesinden ya da atlamak hiç aklımda bile yokken aşağıya düşüvermekten. Derin bir nefes aldım. Kan almadan önce hemşirelerin tembihlediği türden bir derin nefes. 

Bazı nefeslere bazı zamanlar çok büyük ihtiyaç olur. 
Restoranın hemen dışındayım. Deli olmalıyım ki gece yarısı kalkıp buraya kadar geldim. İçerisi loş, dışarısı tenha. Yerler buz kesmiş. Ellerimi ceplerimden çıkaramıyorum. Çıkarıp bir sokak lambasının direğine tutunsam yarın parmak izlerimden beni teşhis edecekler. Yarın gazetelere kendi hakkımda kayıp ilanı vereceğim. Hareket eden kabuğumu bu meftun, bu yarım akıllı halime bırakıp bambaşka diyarlara gitmiş olmalıyım, zira o kapının hemen ardında duran ben olamam. Derin bir nefes alıyorum. 

Nefesime kokusu karışıyor. Çok yakınımda bir yerlerde olduğuna şüphe yok. Birkaç adım daha atınca cam kenarı olmayan bir masada onları görüyorum. Kadın gülümsüyor. Abartısız. Dünyadaki her işin nasıl yapılacağını kolaylıkla tarif edebilecek gibi bakıyor. Garsona somonu pişirirken nasıl kurutmayacaklarını, rokaların en tazelerinin hangi tezgahta satıldığını, elma sirkesinin kadehleri nasıl da parlatacağını anlatabilir. Gidip merhaba desem, bana da öyle bir bakar ki hemen oracıkta ölürüm. Çünkü kaybettiğimi anlarım. Oturdukları masanın tam ortasından hayali bir çizgi çekiyorum. Kadın kendi yarısında sakin. Oysa adamın elleri sınırından çıkıp kadına dahil olmaya çok yakın. Göbek deliği kadına dönük. İçinde bazı yerler kadına ait olmuş. Kadının gülümsemesine dahil olma ihtiyacındaki sözcükler ağzının içinde telaşlı. Özlemiş gibi bakıyor. Kadına biat eden parçaları uyuşturulmuş gibi huzur içindeler. Bana ihanet eden sağ eliyle sol elinde tuttuğu bir lokma ekmeğin üzerine favadan kondurup kadının ağzına doğru uzatıyor. Teklifsizce. Reddedilme korkusundan uzak. Tuzaklı sorulardan, mesafeli kelimelerden, bekledikçe kurumaya yüz tutmuş heveslerden azade. Kadın ağzını yavaş çekimde aralıyor. Dili bir parça öne uzanıyor. 
Bu dil nelerin tadını biliyor? Acılı ezmeleri, rakılı geceleri, terk edilmeleri, ölüp ölüp dirilmeleri, yastığa dökülen iç geçirmeleri, pervasız sevişmeleri, dalından yeni kopmuş çavuş üzümlerini, dişle koparılan tırnak kenarı etlerini, ekmek arası kokoreçleri, boynunun ince çizgilerini, yara izlerini tattı mı? Adamı hayal ettiği bir an dilini kendi dudaklarının üzerinde gezdirdi mi? Beraber kahve içerken yaktı mı ucunu? Öğlen yediği yemeği adama dünyanın en mühim meselesi gibi anlatırken dilinde hissettiği acılı, ekşili tatminler mi? Hangi tahminlerle uzatıyordu şimdi dilini favayla ve  her saniye kirlenen havayla dolu o lokmaya. Kapattı ağzını. Her noktası taze bakla zerrelerine temas eden dilinin içeride dönüp durduğunu hissediyordum. Dili döndükçe görüntüler, gecenin sessizliği, kafamın içindeki tüm anılar, senelerce büyüttüğüm tüm dünya tahayyülleri boydan boya paramparça oluyordu. Adam kadının yüzüne, yüzündeki deliklerden tam içine, içinin kendi görüntüsüyle dolmasına hayranlıkla bakıyordu. Bana bir kez daha ihanet eden sağ elinin en hain parmağıyla kadının dudak kenarında kalan bir parça favayı aldı. Peçeteye silmedi. Parmağının masanın ortasına çizdiğim çizgiden yavaş yavaş kendi ağzına doğru hareket ettiğini, hiç kasılmadan dümdüz durduğunu, bir hamlede aralanmış ağzına girip çıktığını ve favanın ağzının içinde yok olduğunu gördüm.
 Derin bir nefes aldım. Bir tane daha. Bir tane daha. Hiçbiri içime dolmadı.

Atlayalım işte, dedi. Artık yan yana duruyorduk. Başım dönüyordu. Elim avucunda terden sırılsıklamdı. Sen gerçekten korkuyorsun, dedi. Bir an aşağıya baktım. Bir an içeriye. Bir an geride kalan manzaralara. 

Düşen şeyler aslında bir müddet uçuyorlardı.


5 Ocak 2016 Salı

Senin aradığın şey artık bende değil



Senin aradığın şey artık bende değil, dedi. Aynı rüya bulutunun üzerinde bağdaş kurmuş oturuyorduk. Burada daha önce hiç buluşmamıştık. Yaşım iyice küçülmüştü. Ellerimin boyutlarından anlayabildiğim kadarıyla ilkokula yeni başlamış olmalıydım. Sağ elimin orta parmağındaki nasır henüz kendini var etmemişti. Ayaklarımdakiler annemin ne yapsa beni atmaya ikna edemediği rengarenk rugan ayakkabılardı. Yavrum, ayağını sıkıyorlar artık dediğinde ve haklı olduğunu bildiğimde bile onlardan vazgeçmemiştim. Çocuk aklım ayakkabılar da benimle büyür diye umut etmeye devam etmişti. Her sabah yataktan kalkıp ısrarla belki o gün ayağıma olurlar diye denemiştim; bir gün bile olmamışlardı. Bir süre sonra kutuya koyup kendi ellerimle dolaba kaldırmış yine de atılmalarına müsaade etmemiştim. Şimdi onları yeniden ayağımda görüyor olmaktan o kadar mutluydum ki konuşurken gözüm sarı bağcıklara takıldıkça sırıtıyordum. Neşe bir yavru kuş gibi omzuma konmuştu. Neden neşeliydim, bilmiyordum. Oturduğum yerden parmaklarımla bir parça bulut koparıyor, ufaladıkça tarlaların üzerine doğru uçuşmalarını izliyordum. Yerde otlayan sürüdeki koyunlar bir süre gökten gelen bu tuhaf cisimlere bakıyor, hemen sonra ilgilerini kaybediyorlardı. Bunu yaparken  kendimi kaptırıp çok derin bir parça koparmaktan korkuyordum. Boyutlarımdan emin değildim. Küçük bedenim açtığım delikten aşağıya uçup gitsin istemezdim. 
Çok gülmüştüm buluşmanın başından beri. Anlattığı her şeyde çabasız bir nüktedanlık vardı. Ya da ben tüm tebessüm saatlerimi ona ayarlamış ve konuşmasını beklemeye başlamıştım. Beni ne anlatıp bu kadar eğlendirmiş olabilirdi. Hatırlamıyorum. Oysa kıkırdarken içimin bir sürahi su gibi berrak olduğunu hatırlıyorum. Net bir boşluk. Hiç dalgasız. Telaşsız. O kadar günlük hayatın içinde olamayacak huzurda anlardı ki bir rüyada olduğuma şüphe kalmıyordu. Bu gülüşlerden sonra bir yerlerde ağlamaya başlayacağımdan içten içe emindim, sadece zamanımı bekliyordum. Rüyada ya da değil, hiçbir hesapsız gülüş cezasız kalamazdı.

Ne demek sende değil, nerede bıraktın ki, dedim. Yüzüme baktı uzun uzun. Kocaman avuç içiyle uzanıp yanağımı okşadı. Elleri hep aynı kokuyordu. Anladığımdan emin olmak ister gibi tane tane konuşuyordu. Söylediklerini iyice anlayabilmek için dudaklarına bakıyordum. Söyledikleri tanıdık kelimelerdi ama birleştirdiğimde yetişkin halimin anlayacağı cümlelerden, o an bir anlam çıkaramıyordum. E ama bir yere bırakmışsındır, gidip arayalım, dedim. Yok yavrucuğum, dedi, bende olsa sana verirdim, ama yok oldu artık o, dedi. 
Yok olmak. 
İşte ağlamaya başlayacağım yer orasıydı. Yok olmak kaç yaşında olunursa olunsun aynı korkunçluktaydı. Yok olmasın, dedim.  Yok olmasın diye avazım çıktığı kadar bağırırken hala ağzından çıkacak tek bir lafta teselli bulabilirdim. Geri dönülmez yerlerde değildim. Başını önüne eğdi. Bağıra bağıra ama o benimdi, diye ağlamaya başladım. Düşme korkumu unutmuş, yumruklarımı buluta vura vura, bulalım onu, diye hıçkırıyordum. Vurdukça ikimiz de olduğumuz yerde sallanıyorduk. Sarıldı. Vücudu bana göre o kadar büyüktü ki kucağında kayboldum. Sesimi alçalttım. Bulabilirdik, dedim.Yanaklarımdan yaşlar akmaya devam ederken tüm vücudum sarsılıyordu. Hala, tamam, gidip bulalım, demiyordu. Hiç mi bulamayız, dedim. Bu kadar çaresi bulunamayacak bir şeyi aklım almıyordu. Sonsuza kadar mı gitti, dedim vereceği cevaptan ödüm koparak. İyice yaklaştırdı beni kendine. Söyleyeceği şeyi ömrüm boyunca hiç unutmayacağımı biliyordu. Az acıtsın istiyordu ama bazı şeylerin az acıtan halleri diye bir şey yoktu. Gözlerimin içine baktı. Bir süre hiçbir şey söylemedi. Fısıldayarak, ölüm gibi bir şey oldu, dedi ama kimse ölmedi.

Gözümü açtığımda bir tahta sırada oturuyordum. Karşımdaki tahtada içimi sıkan birtakım ders notları yan yana sıralanmıştı. Saçlarını geriye doğru taramış bu gömlekli yetişkinin dersin öğretmeni olduğunu tahmin ediyordum. Gömleğinin tüm düğmelerini sıkı sıkı iliklemişti. Gereksiz bir ciddiyet vardı yüzünde. Ve bu ciddiyetin gömleğindeki komik yıldız desenleriyle oluşturduğu tezat her şeyi gerçek dışı bir hale getiriyordu. Ezcümle, dedi, hiçbir şey yoktan var olmaz, var olanlar da yok olmaz. İstemsizce güldüm. Bu vücudun başka hiçbir tepki vermesinin mümkün olmadığı anlarda verebildiği tek refleks olan türden bir gülüştü. Adam kafasını bana çevirdi. Yerimde doğruldum. Ayağımda hiç sevmeyerek aldığım siyah bağcıklı ayakkabılar vardı. Sağ ayağımın küçük parmağının sızladığını otururken bile hissedebiliyordum. Bir yorumun var mı bu konuda, dedi. Tüm sınıf aynı anda bir eğlence çıktığını ve dersin bundan sonrasının kaynadığını anlayarak bana doğru döndü. Yok, dedim. Sence var olan şeyler nasıl yok oluyor peki, dedi. Ölen canlılar mesela zamanla nasıl başkalaşıyor?
Beni gerçekten zorluyordu. Bildiğim her şeyi anlatmalı mıydım? Sessiz kalışımın onu içten içe sinirlendirmeye başladığını seziyordum. Kusura bakmayın ama yalnızca ortaokuldaydım ve otorite henüz beni korkutan bir şeydi. Gelip sıramın tam önünde durdu. Sesinin tonu değişiyordu. Gece uyumamış birinin sesinde olabilecek türden bir hırıltı vardı boğazında. Gözlerinin altında torbalar oluşmuştu. Yakından bakınca alnındaki sivilceleri, saçlarındaki beyazları ve gözlerindeki delici bakışı daha net görebiliyordum. Çok yorgun gibiydi. Bu hali beni daha da tedirgin ediyordu. Bence zaman diye bir şey, dedim ve duraksadım. Söyleyemeyecek gibiydim. Tek solukta bıraktım gitti. Zaman diye bir şey yok, dedim. İlginç, dedi. İçimizde yaşayan şeyler bir sabah kalktığımızda orada olmayabilirler ve başka bir şeye de dönüşmüş olmazlar. Yok olmuş olurlar. O yüzden size katılamıyorum. 
O saniyeden sonra neden bana o kadar çok bağırdığını anlayamadım. Hiç. Size inanamayacağız, demek ki bundan sonra, demek ki benim sizi tüm yoklama listelerinden çıkarmam, dersten kaydınızı silmem ve hatta müdür yardımcısıyla hemen konuşup sizi bu okuldan attırmam gerekir, dediğini hayal meyal duyabildim. Bayılacak gibi hissediyordum. Sonraları her şeye en yakından şahit olan sıra arkadaşım bile bunları benim uydurduğumu, adamın bana yalnızca ilginç bir bakış açısı, deyip tahtaya döndüğünü söylemekte ısrar edip durdu. Oysa ben adamın gözlerini görmüştüm. Uydurmuyordum. 

Yorganın bembeyaz bulutlar gibi karmakarışık durduğu yatakta çırılçıplak yatıyorum. Odanın içindeki hava önceden bildiğim bir yeri anımsatıyordu bana. Tanıdık bir koku gibiydi ama çıkaramıyordum. Odanın anahtarını nereye koydun, dedi kapıdan başını uzatıp. Bende değil, dedim. Ama sevgilim sana vermiştim az önce, dedi. Hatırlamıyorum, dedim. Bende değil işte, değil, değil. Bende olmayan bir şeyi de kimseye veremem. Gelip yanıma oturdu. Birkaç gündür tatildeydik. Uzun ve derin uykular gözlerinin altındaki torbalara iyi gelmişti. Elleri sıcacıktı. Hiçbir şey söylemedi. Gelip sarıldı. Boynunun kokusu o an benden daha çıplaktı. Gözümü kapatınca kokusuna kimlerin kokusunun karıştığını, girdiği fırındaki ekmekleri biraz yaktıklarını, yolda durup kendine yeni çekilmiş koyu bir kahve aldığını, tanımadığım bir kadının gereksizce yakın mesafeden boynuna parfüm kokusundan hareler bıraktığını hissedebiliyordum. Beni bırakma, dedim. Ne bırakması, dedi. Ağladığımı vücudum onunkini de sarsmaya başlayınca fark ettim. Bundan çok günler sonra bir gün, bana sende olduğunu ve gözün gibi baktığını sandığım bir şeyin, artık yok olduğunu söyleyeceksin. O gün gelmesin, dedim. Ne diyeceğini bilemedi. Saçlarımdan öptü. Söz ver, dedim. Sırtımı okşarken uykularda dolaştım, rüyalarda gezindim, kabusların  kapı önlerinden geçtim.
Gömleğinde yıldızlar olan adam uzakta bir yerden, gününü bekleyen bir pişmanlık gibi gözlerini dikmiş bakıyordu.




2 Ocak 2016 Cumartesi

Karanlık


Elektrikler kesildiğinde banyoda saçımı tarıyordum. Elektrikler çoğul çünkü tuhaf bir tedirginlik içime aniden gelip yerleştiğinden, evin neredeyse tüm ışıklarını yakmıştım. Kimsenin olmadığı mutfakta, pişirilmedikleri için oldukları yerde an be an küflenmekte olan kestaneler, sıkıntıdan oflamalarına spot ışıklarının altında teatral bir hava katıyorlardı. Saçlarımı tarıyordum, evet. Bir yere gideceğimden değil. Yeni de yıkanmamıştım. Banyoya kirli sepetine bir çift çorabı atmak için gelmiş ve kalmıştım. Büyük mekanlarda ve açık havada kaybolduğum hissine kolaylıkla kapıldığım günlerdeydim. Çoğunu kaplayabildiğim daracık mekanlarda sıkışmak içimde aptalca bir güvenlik duygusu yaratıyordu. Muhtemelen anne karnı emniyetini arıyordu otuz yaşına yeni girmiş bedenim ve ben de onu üzmüyordum. Ona küçük mekanlar arıyor ve buluyordum. Banyonun kapısını kapattım. Aynaya bakmaya başladım. Banyoların her tarafının seramikle kaplanmış olmasını çoğu zaman komik buluyorum. Aynaya yansıyan 30x60 fayanslara bakıp yine gülümsedim. Demek siz, ev sahipleri, bir zaman banyoya girdiğimiz an tüm duvarları ıslatmamızdan korkup önlemler aldınız, öyle mi? Keşke bizi lavabo önünde yıkanmadığımızı  ya da yağlı boya duvarlara çişimizden resimler yapmayacağımızı bilecek kadar tanısaydınız. Neyse. Bunları düşünmekten sıkılınca meşgale olsun diye çekmeceden fırçayı alıp saçlarımı taramaya başladım. Saç derime değen fırça uçlarının hareketi hoşuma gitti. Gözlerimi de kapatıp tuhaf bir hazza kendimi teslim ettiğim an, elektrikler kesildi. Önce gözlerimi açmadığımı sandım. Açıp kapattım. Aynı anda karşı komşumun, mum nerede görkem, mum, diye oğluna seslendiğini işitince emin oldum. O anı bekler gibi mülayim, fırçayı çekmeceye geri koydum ve hiçbir ışığı alışkanlıkla kapatmaya yeltenmeden banyodan çıktım, salona gittim.

Dışarıda kar yağıyordu. Lapa lapa. Şehir bembeyazdı ve bu bana anlayamadığım bir ferahlık hissi veriyordu. Son yıllarda kışı seviyordum. Hava soğumaya başladığı an; karlarda yuvarlandığım, çok uzun boylu ağaçların arasında yürüyüşlere çıktığım, dışarıda üşüyen ayaklarımı şömine başında elimde saleple otururken ısıttığım, kaybettiğim iştahımı bile bulduğum bir hayal gelip içime yerleşiyordu. Oysa öyle bir yere tek bir kış bile gitmişliğim yoktu. Pencereden dışarıya baktığımda o alternatif evrende karanfil kokulu sıcak şarabını içen hayalim bana el salladı. Karşılık verdim. Karşı apartmanın ışıkları olduğu gibi yanıyordu. Mutfakta bulaşık yıkayan kadın beni izliyordu. Elektrik bir tek bizde gitmiş olmalıydı. Sokak lambalarına bakınca kar tanelerinin şeffaf kıyafetlerinden içleri görünüyordu. Buz tutmuş yolda temkinli adımlarla gideceği adresi arayan taksi de sokağı terk edince mutlak bir sessizlik oldu. Karanlık ve sessizlik. Az önce karanlıktan korktuğumu unutmuş gibiydim. Aradığım his belki aydınlıkta değil de karanlıktaydı. Yorganın altı gibi bir şeydi belki. Sıcak, karanlık ve sessiz. Şimdi salon o hisle dolmuştu. Dev bir yorgan üzerime iniyor ve aniden uykum gelmiş gibi kaslarımı uyuşturuyordu. Ayakta dikiliyordum. Yorulup koltuğun kenarına iliştim. Salona dönüp baktım. Eşyaların acımasız pervasızlığına. Bir gece olsun kafamı koyduğumda saçımı okşamayan koltuk kollarına. Nasıl bıraksam öyle duran yastıktaki başımın izine. Çalmadıkça vahşi bir hayvan gibi parmaklarımı ısıran telefona. Dün dışarıdan gelince tekli koltuğun üzerine bıraktığım kol çantama. Sabah dudak kenarımdan dahi öpmemiş olan kahve fincanına. Karanlığın içinde hepsi acımasız siluetleriyle ayaktaydılar. Her an kalkıp gidecek gibi hazır olda.

İyice yoruldum. Üçlü koltuğa uzanıp battaniyeyi üzerime çektim. Derin derin iç çektim. Neden vazgeçemiyorsun, dedim. Bazen akışına bıraksan daha kolay değil mi? Ne olacaksa olsun desen. Uçuruma düşen yüzlerce insanı aynı anda tutuyormuşsun ve avuç içlerin durmadan terliyormuş gibi bir korkuyla yaşamak yerine mezarlarının başlarında dua ederek huzura varsan? Hep aynı saatlerde gelen o his yine ayak parmaklarımdan göğüs kafesime doğru yükseliyordu. Birazdan içim arabayla tümseklerden geçerken dolan o hisle dolacak ve hemen ardından da dışarıya taşacaktı. Kaynamaya başlayan sudan yükselen buhar gibi. Az önce fırçanın değdiği saç diplerimden fosforlu bir duman çıkacaktı. Telefonun saatine baktım. Gece yarısına geliyordu. Şarjım bitiyordu. Salona arkamı dönüp battaniyeyi kafama kadar çektim.