Yağmurun okşadığı mevsim geldi.
Hangi çocuğunu en çok sevdiğini itiraf edemeyen bir anne gibi susup, sonbaharı kapıda görünce içten içe ayrı bir seviniyorum. En akıllı, en halden anlayan, en ihtiyaç duyulduğu an kollarını sıkı sıkı dolayan oymuş gibi geliyor. Hele güzelliğinin farkında ve bunu bütün şımarık isteklerini yerine getirmek için fütursuzca kullanan yazdan sonra, insan rahatlıyor.
Aylardır soydun soğana çevirdin bizi yaz. Bizim bile orada olduğunu fark etmediğimiz doğum izlerinden çocukluktan kalma yaralara, bütün izlerimizi ortalara döktün. Üstümüzde avuç kadar kıyafetle uçsuz buçaksız denizlere soktun, derinlerde binlerce yıllık ürkütücü anılarımızı canlandırdın. Ne zaman kendimizi bir parça korumaya almak için üstümüze bir şey giymeye kalksak, sıcağınla boğdun. Kışın sessizce elmacık kemiklerimizde duran çillerimizi bile yoldan çıkardın. Çıplak tenimize ve diğerlerinin çıplak tenlerine gözlerimizi alıştırdın. Her yaz ilk kez denize girişimizi hatırlayın. Kabuğumuzu çıkarıp, kışın hırkaların altında unuttuğumuz göbek deliğimizi birden görmenin tuhaflığını. Kollarımıza, bacaklarımıza bizim değillermiş gibi bakışımızı. Yaz çok pervasız. Çok acımasız. Aklına gelen her şeyi, geldiği an yüzünüze dan diye söyleyen bir arkadaş gibi, her giydiğimiz şortta, tişörtte vücudun kusurlarını yüzümüze vuruyor. Saklanmaya izin vermiyor. Gece olup tüm sahiller birer açık hava rasathanesine dönüştüğünde yalnızlığı getiriyor akla birden. Şezlongların serin plastiğinde otururken, tutacak bir el bulamadıkça insanın içine anlamsız bir hüzün çöküyor. İçi sıkışıyor. Denize dik kıyılar, yavaş yavaş paralelleşmeye başlıyor. Bütün hisler en büyüğünden yaşanıyor. Mutluluklar ceplere sığmazken, mutsuzluklara gökler dar geliyor.Yazın gecelerin kısalmasının sebebinin, bu melankolik hislerin biraz fazla idrakının insanda geri dönülmez yaralar açacak olması olduğuna, eminim. Tam içimiz daraldığında bir bakıyoruz, güneş sapsarı doğuyor. Yaz neşesi sapsarı doluyor avuçlarımıza. Günün sarışınlığı aklımızı başımızdan alıp gidiyor.
Oysa, bakın. Sonbaharın gecelerinin uzunluğu kestaneyle, sahleple, yeni çıkan mandalinaların kokusuyla insanı merhametli bir kucaklaşmaya sürüklüyor. Sırtını okşuyor fark ettirmeden. Sarı yapraklar kaldırımlarda bırakılmış ekmek kırıntıları gibi, takip edersek bizi ılık bir yerlere götürüyor. Hırkaların sıcaklığı, battaniyelerin yumuşaklığı derken ten gevşiyor. Hücreler kendine sıcak bir yatak bulmuş kedi gibi mırıldanıyor insanın içinde. Bitki çaylarını içtikçe iç organlarımız kırlarda gezip dolaşıyormuş gibi oluyor. Renkler var sonra sonbaharda. Yazın her yeri ele geçiren o parlak sarı bile uysallaşıyor. Yavaş yavaş toprak renklerine çeviriyor yüzünü. İnsanın gözünü alan gün ışığı boynunu eğiyor. İnsan nihayet kafasını kaldırıp gökyüzüne uzun uzun bakabiliyor. Bakmalı çünkü. Çünkü sonbahar bir şey yapmanın, bir şeye başlamanın, bir şeye mutlaka karar vermenin mevsimi. Çünkü ayrılıklar en çok sonbaharda yaşanmak için var. Çünkü biri ağlayacaksa sonbaharda ağlamalı. Biri bir yeri özleyecekse en çok şimdi özlemeli. İnceden inceden acıtan ama bir yandan da mendil uzatan bir mevsim var karşımızda. Şen şakrak kahkahalar yok belki rüzgarlarda ama dinlerseniz sessiz iç çekişlerle beraber içten gülümsemeler var. Acı gerçekleri acıtmadan söylemek için kıvranan fazla kibar biri gibi tam karşımızda dikiliyor.
Sevinenler ve üzülenler için.
Sonbahar geldi.