29 Aralık 2011 Perşembe

Git

Git.
Her gece başka yastıklarda dal uykuya, başka çarşaflara dolan.
Her sabah başka kokularda aç gözlerini. Ama ne olur  koklama. Çekme içine.
Göğsüne hapsetme.
Bilirim tenin kaydetmez geceleri. Aklın bir anda tanımaz olur dün gördüğü yüzleri. 
Yabancı biri ol.
Anımsama.
O saçları okşama. 
Başını onların göğüslerine yaslama. Derin uykulardan uyanıp sarılma.
Ellerini sakın dudaklarında dolaştırma. Kapat gözlerini. Onları yarın hatırlama.
Yine o vücutlara sarılıp beni gör rüyanda. En uygunsuz anında sevişmelerin, kulaklarına benim adımı fısılda.
Beni düşünürken bul kendini eve dönüş yollarında.
İtiraf etme kendine.
Bana tek bir söz söyleme. Tamam.  Ama inkar edip beni uykusuz gecelere de mahkum etme.
Sessizce oturalım. Susalım. Kelimeler hislerin cılız gölgeleri. Umursamayalım.
Uzat elini. Parmak uçlarıma dokun.
Ne kadar acı varsa içinde, içimden geçiririm. 
Tenim çok ince benim. En ufak bir kıymık batsa ellerine, hissederim.
Kaldır başını. Kaçırma gözlerini.
Her gece,  sana fırlatılmış zehirli bir ok.
Pencereden bak. Dünyada acı ne kadar çok.
Uzatmayalım. 
İçindeki o dolmayan boşluğun benimkinden  farkı yok.

20 Aralık 2011 Salı

Apartman boşluğu

Mutfağa her gidişimde durup bakıyorum. Şu an ne yapıyorlar, diye düşünüyorum. Işıkların sönük olduğu geceler, neredeler, diye merak ediyorum. Karşı karşıya pencerelerimiz. Limon bitse evde, pencereden uzatabiliriz. Yapmıyoruz. Çok yakın olabiliriz birbirimize. Olmuyoruz. Mümkün olduğunca birbirimize bakmıyoruz. Bazen birbirimizin aynası oluyoruz. Aynı anda bulaşıkları yıkamaya başlıyoruz. Ben hep ondan önce bitiriyorum. Ellerimi kurulayıp pencereyi kapatırken göz göze geliyoruz. İkimiz de yorgunuz. Gülümsüyoruz. İyi geceler diliyoruz. Ben apartman boşluğunu ona emanet edip yatmaya gidiyorum.


Yatınca bir süre daha su sesleri duyuyorum. Tabak tıngırtıları. Çatal şıngırtıları. Sonra buzdolabını açıp, elmalar portakallar çıkarıyor. Yıkıyor uzun uzun. Melamin bir tepsiye koyuyor meyve tabağını. Aslında hiçbir şeyi kesemeyen kahverengi saplı meyve bıçaklarından var elinde. Kapatıyor ışığı. Salona gidiyor. Tepsiyi kucağına alıp tek kişilik kadife koltuğa oturuyor. Maç izliyor o sırada adam. Kadın bir yandan meyve soyuyor, bir yandan maç özetlerini izliyor. Ya da adamın göremediği başka bir ekrana dikiyor gözlerini. Bilemiyoruz. Portakalları halka halka kesiyor. Upuzun soyuyor elmanın kabuklarını. O kadar uzun ki bir ucu gelip ayaklarıma dolanıyor. Kalkıyorum.


Biri yarına yemek pişiriyor olmalı bu geç saatte. Kavrulmuş soğan kokuyor tüm dünya. Mutfak penceresini açıyorum. Koku içeriye giriyor mu, dışarıya çıkıyor mu belli değil. Karşısı karanlık ve sessiz. Açık pencereden karşı mutfağa bakıyorum. Birinin iç organlarına açıp bakmak gibi bir evin mutfağına bakmak. Kurutulmuş biberlere, reçel kavanozlarına, sıra sıra dizilmiş her boy börek tepsilerine bakıyorum. Kendi mutfağım plastik meyveler gibi. Tatsız tuzsuz. Diyet bisküviler gibi. Hastane yemekleri gibi. Çok zayıf çocuklar gibi. Sevimsiz. İçinde yaşanmadığı her halinden belli.


Kafamı uzatıp apartman boşluğuna bakmaya çalışıyorum. Aşağısı dibi görünmeyen bir kuyu. Dibinde neler var, diye düşünüyorum. İnsanın bildiğini bilmediği şeyler aklın neresinde saklanıyorsa, orası gibi bir yer. Unutmaya çalıştığımız insanlar neresindeyse kalbimizin ya da, aynen orası. Kara delik bu. Girişi yok çıkışı yok. Baca gibi aynı zamanda. Apartmandaki tüm hayatları içinden geçiriyor. Hepimizin yediğini, içtiğini, söylediğini hemen ötekilere yetiştiriyor. Dedikoducu bir komşu. Çok da sevilmeyen bir akraba gibi. Eğilip bakmasam, göz göze gelmesek, çok da karşılaşmasak ne iyi. Aşağıdan bebek ağlayışı geliyor. Bir çocuk flüt çalıyor odalardan birinde. Bu saattte hala yemek yiyenler var. Kocaman bir ev gibi beraber yaşıyoruz boşluk sayesinde.


Kadın tam o an ışığı yakıyor. Elindeki meyve kabuklarını çöpe döküyor. Tepsiyi yıkayıp, bulaşıklığa dayıyor. Durup bakıyor mutfağa uzun uzun. Buzdolabına doğru yaklaşıyor. Kapağını açmaya yelteniyor. Vazgeçiyor. Oturuyor küçük masanın yanındaki taburelerden birine. Ocağın yanından çakmağı alıyor. Bir sigara yakıyor. Ne kadar dalgın. Beni fark etmiyor. Üst katta kavrulan soğandan gözleri yaşarıyor. Elini çenesine dayayıp usul usul ağlıyor. Kapatıyorum camı sessizce. Sigaranın dumanı içimizi dağlıyor.

13 Aralık 2011 Salı

Bir gün

1.gün:  Ellerim poşet dolu. H. faturaları portmantoya bıraktı. Çok sağol, dedim kapatırken kapıyı. Sen sağol, dedi yüzünü yerden kaldırmadan. Kabanımı çıkarmadan poşetleri mutfağa götürdüm. Işık yok. Ses yok. Bomboş odalar. Mutfağa geri döndüm. Havuçları doğramaya başladım. Ocağın bütün gözleri dolu olacak birazdan. O kadar çok yemek pişecek ki, doydukça unutacağız sandım kırgınlıkları. Kapaklarını kapatınca tüm tencerelerin, aradım. Uzun uzun çaldı telefon. Sonunda açtın. Gürültüden duyamadım önce. Anlamıyor musun, dedi ses bana. Bitti. 


2. gün:  İçimde kaynayan bir kazan var. Etrafa sıçrayan kaynar sulardan iç organlarım yanıyor. İşe geç kaldım. Oysa erkenden uyanmıştım sabah. Belki de hiç uyumamıştım, bilmiyorum. Ayaklarım yollarda kendiliğinden yürüyor. Dudaklarım ezberlediği  konuşmalara devam ediyor. Günün sakinliği çıldırtacak gibi beni. G. öğlen gelip yanıma oturuyor. Yüzün bembeyaz, diyor. Bir şey mi oldu?. Öylece bakıyorum yüzüne. Sahi, ne oldu?


5. gün:   Eve giderken ekmek aldım. Kapıyı açınca yüzüme küf kokusu vurdu. Tencerelerde yarısı pişmiş yemekler hala  duruyor. Buzdolabını açtım. Şaraba baktım. Rakıya, biralara baktım. Süte, meyve sularına. Buz gibi su şişesine. Kocaman bir bardağa ağzına kadar su doldurdum. Tabureye oturdum. Ceketimin önünü açtım. Bir dikişte içtim hepsini. Susuz kalmış toprak gibi içtim. Soyundum. Yattım.


19.gün:  İçimde sebepsiz bir serinlik var. Sabah yüzüme vuran güneşle uyandım. Kıpırdamadım. Yataktan kalkmadım. Pencereyi açıp, üstümü iyice örttüm. Üşüdüm biraz. Üşüyünce bütün hücrelerim hareket etti sanki. İçimde ne varsa kalkıp başka bir yere oturdu. Aniden gülümsedim. Anıları deste deste istifledim. Seni özledim. Öyle eskisi gibi kahredici bir özlem değil bu. Ilık ılık. Akşam üzeri esen meltem gibi sakin bir his. Kalktım. Camdan dışarıya baktım. Sonra da gidip kendime bir omlet yaptım.


47.gün:  Bu öğlen lokantada sana rastladım. Geldiğini hissetmiş gibi, içeriye girdiğin an başımı kaldırdım, baktım. Nasıl dayanıyor kalp bunca hırpalanmaya anlamadım. Bir an gerçekten duracak sandım. Başınla selam verdin bana. Daha fazlasını yapmadın. Gidip o esmer kadının tam karşısına oturdun, arkana yaslandın. Pırasa ip ip olup boğazıma dolandı, öleceğim sandım.


54. gün:  Nasıl oldu anlamadım. Bu sabah senin tişörtlerinden birini giymiş halde uyandım. Kalktım. Panjurları kaldırdım. Faturalara baktım. Hepsini teker teker açtım. Sonuncu zarfa gelince dondum kaldım. Beni ne zaman terkettin sen de zarfla anahtar bıraktın? Çantamdan çıkarıp birbirinin eşi iki anahtara uzun uzun baktım. Tişörte sarıldım. Anahtarı bırakanla bu tişörtü giyen aynı adam olamaz, diye düşündüm bir an. Soyundum, saatlerce yıkandım.


78.gün: Islak bir yağmurluk gibi çıkardım seni üzerimden. Bulamayacağım bir yere astım. 


151. gün:  Yazmadım. Kimselere sormadım. Aramadım.


304. gün: Zaman sen gidince başladı. Anladım.


3040.gün: Yok. Hayır. Unutmadım.

4 Aralık 2011 Pazar

Çukur

Elimdeki menünün sayfalarını ezbere biliyorum. Garson, yanı başımda dikiliyor. Sabırsız değil. Bakışlarını yere eğmiyor. İlk resmini çizen çocuğunun başında bekler gibi durup bakıyor benimle beraber menüye. Karar veremesem elimi tutup, düz bir çizgi çizecek sanki sayfanın ortasına. Sayfalara bakmıyorum ki ben, ne yiyeceğim sabahtan beri aklımda. Menünün üzerinden insanların yüzlerine bakıyorum. Bildiğim, çoğunu okşayıp, sevdiğim yüzlerde cuma akşamının tatlı ferahlığı var. O an dünya, bir ilkokul sınıfı kadar sıcak ve havasız. Aydınlık ve umut dolu aynı zamanda. Hiçbir şey için endişelenmiyoruz. I. bir çırpıda sayıyor siparişlerimizi. Gülümsüyor garson. Menüleri çocuğunun başarısıyla gururlanan bir baba gibi alıyor elimizden. E.ye bir kadeh rakı dolduruyor. Bazen hayat ne kadar güzel, diyor birisi içimden. Başımı sallıyorum.


Loş içerisi. Gittikçe ısınıyor. Mutfakta pişen balıkların kokusu yayılıyor havaya. Bir kedi, kuyruğu havada, kapının önünde dolanıp duruyor. Kafamı kaldırırsam göz göze gelebiliriz. Biz aşağıdayız, çukurda. Pencereden baksak farklı yerlere geç kalmış yüzlerce çift koşturan ayak da görürüz. Bakmıyoruz. Gözlerimiz mezelerin rengarenk ekranına kilitlenmiş. Dünyanın dışında bir yerdeyiz. Diğer her yerin alternatifi bir yer. Deniz kıyısının. Ormanın ortasında yeşil bir düzlüğün. Beyaz bulutlu mavi bir gökyüzünün. Yatağın dengi bir yer mesela. Giyinikken çıplağız aslında. Oturuyoruz ama çoktan yattık. Konuşuyoruz ama sevişiyoruz belki bir yandan. Her kadehte aslında güzel bir rüyadayız. Mutlu bir gece. Orası kesin. Gökyüzü lacivert. Tabaklar sakız beyazı. Gözlerimizde yıldızlar yanıp sönüyor. Bazen göktaşları düşüyor kadehlerimize şişeden. Saatlerimizi girişteki askıya astık. İç organlarımız hükmediyor zamana. Karnımız doyana, başımız dönene, gözlerimiz kızarana kadar buradayız.


Arka masadan  biri çatalını yere düşürüyor. Biri tabağını sıyırıyor. Biri yanındakinin kulağına ayıp şeyler fısıldıyor. Gülüyorlar. Biri peçetesine uzatıp ağzını siliyor. Unutuyor elinde peçete olduğunu, konuşurken peçete ağzını kapatıyor. Karşısındaki havaya yükselip patlayan harfler görüyor yalnızca, ne dediğini anlamıyor. Gülümsüyor yine de. Başını sallıyor. Salladıkça aklındaki kelimeler parçalanıp dökülüyorlar ortalığa. Durgun bir suya düşer gibi salata tabağına düşüp dalga dalga yayılıyorlar. Suyunu salmış kara lahanalara karışıp, limona denk geldikleri an eriyorlar.


İlk kadehlerin sonunu görmeden yabancıyız birbirimize yine de. Karşımızdakinin anlattığı hikayeye çok aşina ama sesine biraz uzak. Sesi hiç olmasa el hareketlerinden, dudaklarını büzüşünden, saçlarını kulağının arkasına atışından hikayesinin nerelerinde sevinip üzüldüğünü anlayabiliriz. Masadaki herkesi en az bir şeye ağlarken gördüğümü hatırlıyorum. Pek çok insani hırsın duvarını yıkıp attığımızı düşünüyorum aramızdan. Yine de bazen tuhaf sayılabilecek sessizlik oluyor. Aynı anda susup, çatal bıçak seslerini dinliyoruz. Ayın yeri değişiyor zamanla. Yanaklarımız ısınıyor,  daha çok anlatmaya başlıyoruz. Ş., her zamankinden heyecanlı, ellerini nereye koyacağını bulamıyor oturduğumuzdan beri. Bu gece herkes kimsenin bilmediği bir sırrını anlatsın, diyor. Derin bir nefes alıp veriyoruz. Yok ki, diyoruz. Bakışlarımızı kaldırmıyoruz tabaklarımızdan. Bıçaklar kendiliğinden hızlanıyor ellerimizde. Sözcüklerimizi bileyliyoruz uçlarında. Mutlu anıları ortalarından delip geçiyoruz. Anlatmıyoruz. Değiştiriyoruz konuyu. Kavunun ne kadar lezzetli olduğundan bahsediyoruz.

28 Kasım 2011 Pazartesi

Saat 6

Saat 6. Masanızdan kalkıp gerinebilirsiniz. Sandalyenizi düzeltin ve ceketinizi giyin. Bugün de bitti. Dışarıya adımınızı atınca derin bir soluk alın ve mevsimin ne olduğunu hatırlayın. Kıştayız. Hava soğuk. Kabanınızın yakalarını kaldırıp, ellerinizi ceplerinize sokun. Cebinizden bir sigara çıkarıp yakın ya da. Ağzınızdan çıkan dumanla beraber başınızdaki ağrının hafifilediğini hissedin. Kafanızı kaldırmışken gökyüzüne bakın. Dolunay var. Ama anlamsız. Ayın durumu ışıkların bu kadar parlak olmadığı coğrafyalarda anlamlı. Yazı düşünün. Sapsarı kumsalları, adaya uzanan soğuk suları ve güneye indiğiniz zamanları özleyin. Tamam. Şimdi eve doğru yürüyün ya da otobüse binin. Ayakta kalın y ada bir cam kenarına oturun. Fark etmez.


Dışarıya bakın. Trafik lambalarındaki saniyeleri sayın. Yanınızda duran otomobilin içindeki insanları izleyin. Düşünün. Hiç gitmediğniz yerleri, arkadaşlarınızdan dinlediğiniz ülkeleri,  adını yalnızca televizyonda duyduğunuz şehirleri düşünün. Dünyada olunabilenecek milyonlarca yer varken neden şu an o otobüste olduğunuzu merak edin. Nasıl olup da dünyadaki bir şehirdeki bir caddeye bu kadar çok insanın ve arabanın sıkışabildiğine şaşırın. Yanınızda oturan kızın aslında yedi milyarda bir ihtimalin gerçekleşmesi olduğunu görün ama inanmayın. Kaldırımda yalnız yürüyen insanlara üzülün. Ne kadar hüzünlü ve ne kadar çoklar, üşüyün. Çok üşüyün hem de... Ne de olsa siz de onlardan birisiniz.


Evin kapısında durun. Anahtarınızı arayın. Bulun. Kapıyı açınca yüzünüze soğuk çarpsın. Yan komşudan gelen yemek kokularını içinize çekin. Buzdolabında küflenmiş yarım bir limon. Boş raflarda yuvarlanan şişeler. Dağınık yatak. Teki kaybolmuş terlik. Katlanmamış pijamalar. Her sehpanın üzerinde bardaklar. Koltukta bisküvi kırıkları. Komodinde kalp kırıkları. Toplamayın hiçbir şeyi. Dağınık kalsın.

Hemen gidip bilgisayarınızı açın. Televizyonun sesini açın. Radyoyu açın. Telefonu yakınınıza alın. Durun. Olmadı. Annenizi arayın. Evet, çok iyiyim. Sesim mi, üşüttüm herhalde biraz, ondandır, deyin. Konuşmanın sonunda durun, aradığınız sözcüğü bulamayın. Boğazınıza takılan şeyleri yutun. Telefonu kapatın. Gidin perdeleri kapatın. Doldurun kadehleri iki tek atın. Ağladığınızı kimse görmesin. Işığı yanan milyonlarca evde, farklı pencerelerden aynı kimsesizliğe bakın.
Anlayın.
Günün sonunda hepimiz yalnızız.

19 Kasım 2011 Cumartesi

Yol

Sana doğru giden bir yoldayım. Cam kenarında oturuyorum. Hava artık erkenden kararıyor. Otobüsün ışıkları çoktan yandı. Trafik var, otobüs tıklım tıklım dolu. Soğuk dışarısı, camlar buğulandı. Ön koltukta oturan çocuk cama eliyle kuşlar çiziyor. Kuşların ömrü çok kısa, hemen eriyip gidiyorlar. İçeride oksijen bitti bitiyor, uyukluyoruz, bazılarının kafaları sağa sola düşüyor. Her durakta açılan arka kapıdan evine doğru koşan yorgun yüzler iniyor, ön kapıdan daha yorgunlar biniyor. Soğuk dolaşıyor ayaklarımızda, ürperiyoruz.


Sana doğru giden bir yoldayım. Geç kaldım. Beni bekliyorsun. Şu an neler yapıyorsun diye düşüyorum. Belki sofraya peçete koymayı unutmuşsundur, çekmeceleri hızlı hızlı açıp kapatıyorsundur. Belki yemeğin tadına baktın, biraz daha tuz ekliyorsundur. Dolaba attığın şarap gelmiştir aklına, çıkarıp masaya koyuyorsundur. Acıkmışsındır iyice, ekmeğin ucundan yiyiyorsundur. Aklında yüzümle odaları dolaşıyorsundur bir bir. Kafanın içindeki tüm düşünceler kapı zili gibi çalıyordur. Kolundaki saate bakıyorsundur durup durup. Geç kaldı, diyorsundur, özlüyorsundur.


Belki de uyukluyorsundur televizyonun karşısında. Yoğun geçmiştir bugünün, yorulmuşsundur, her yerin ağrıyordur. Gözlerin kapanıyordur arada, uykuya yenik düşüyorsundur. Gazeteleri karıştırıp karıştırıp yerine koyuyorsundur. Çok aç değilsindir, yolda atıştırmışsındır. Günün ağırlığı üzerine çökmüştür. Gelse de bana biraz sarılsa, diye düşünüyorsundur. Öyle karanlık günlerden biridir, şefkate muhtaçsındır.


Belki de bugün, o gün değildir. Belki sana giden yollar çoktan silinmiştir haritalardan. Ben otobüste kafamı yanımda oturan hiç tanımadığım adamın omuzuna dayamış, huzursuz rüyalar görüyorumdur. Sana varmayan hayallerimden kazaklar, kaşkollar örüyorumdur yalnızlığıma. Kömür kokan soğuk hava içime işlerken, sana kavuşacakmışım gibi yürüyorumdur yolları. Sanki yeterince hayal edersem kapıyı açtığımda seni evde bulacakmışım gibi özlüyorumdur. Bir süre gerçekten çıkıp geleceğini düşlüyorumdur. Yemek için acele etmeyip, oyalanıyorumdur mutfakta. Saate baka baka karartıyorumdur geceyi. Bu gece de gelmeyeceğini anlayınca, oturuyorumdur camın önüne.Yoksan her sokak aynıdır, yemekler tatsızdır ve filmler hep kötü sonla bitiyordur. Sen ve ben başka evlerden aynı ıssız ve ıslak sokaklara bakıyoruzdur. Gözümden akan her yaş senin pencerene damlıyordur.


Sana giden bir yoldayımdır her akşam ben ama sana giden yollar kapalıdır.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Barışalım mı?

Garson üçüncü kez masamıza gelip boşları topluyormuş gibi yapıyor. Hayır, başka bir şey istemiyoruz. Yarım saattir sen içmediğin kahveni karıştırıyorsun, ben de kaldırımdan geçen insanları izliyorum. Ellerimi ceplerime sokmamak için kendimi zor tutuyorum. Üşüyorum. İçimden kalkıp gitmek geliyor ama seni bırakamıyorum. Pazar akşamüzeri gibi bir ağırlık bağlanmış ayaklarıma. Gidemiyorum. Kaldırımdan geçen herkes sanki bizi tanıyor. Kocaman bir ekrandayız. Bize bakıp fısıldaşıyorlar. Çoğunun yüzü benim gençliğime benziyor. Oysa ben aynaya bakınca kendimi bulamıyorum.Yıllardır söylediğim tüm cümleler aynada yanıp sönüyor. Çok yanıldım, çok yenildim, tamam. Duyguların hepsi içimde her gece maskeli balo düzenlerken, hangisi gerçek bilmek çok mu kolay? Yine de şaşırıyorum. Bunları düşünerek burada oturan gerçekten ben miyim?


Bazı akşamlar koltuğa uzandığımda vücudum tüm enerjisini kaybediyor, tek bir parmağımı dahi oynatamayacağım sanıyorum. Elim televizyonun kumandasına zor uzanıyor. Değişen kanallardaki hayallerle kendimi oyalıyorum gece boyunca. Arada bir telefonu alıp, uzun uzun tutuyorum elimde. Yazdığım uzun mesajları son anda siliyorum. Bir çeşit kara büyüye tutulmuşum gibi zamanın geçmesini bekliyorum yattığım yerde. Telefonun doğru tuşuna basarsam sanki bir şey olacak ve yaşanan her şey unutulacak, zaman en baştan başlayacak. Tavanda başka bir zamana açılan gizli kapılar var, biliyorum. Ama mümkün değil bir daha ayaklarımı ayaklarınla ısıtıp uyumak, anlıyorum. Sırtımı televizyona dönüp sarılıyorum koltuğa. Yalnızken yatak acımasız. Oysa koltuğun kolları var, o da bana sarılıyor.


Yürüyelim mi biraz, diyorsun sonunda. Aramızdaki suskunluk, yüksek gerilim hattı gibi çarpıyor kımıldadıkça. Başını kaldırmışsın fincanından. Kaşık baş dönmesinden kusacak gibi yatıyor tabağın içinde. Kahve hem acı hem soğuk artık. Dışarıda hava soğuk. Güneş batarken altında uzanan deniz soğuk. Ceplerime sokmadığım için parmaklarım soğuk. Bakışlarındaki pişmanlıkla karışık hayalkırıklığı soğuk. Biliyorum ki ev de soğuk. Odalar, koridorlar canlanıyor gözümün önünde. Yastıklar buz parçaları gibi duruyorlar yatağın üzerinde. Tüylerim ürperiyor.


Uzanıp elini tutuyorum. Aramızdaki mesafe kıtalardan kıtalara uzuyor önce, sonra kısalıyor. Barışalım mı artık, diyorum. Camın önündeki kalabalık başlarını sallayarak uzaklaşıyor. Çok uzun bir sessizlik oluyor. Kalbin konuştuğu yerde akıl susuyor çünkü.

2 Kasım 2011 Çarşamba

Arka balkon

O lanetli günlerden birinin akşamıydı. Hava hiç kararmayacak, güneş o sahte gülümsemesiyle sonsuza dek başımızın üzerinde asılı kalacak sandım. Kocaman duvar saatinin ortasında akreple yelkovan, ayaklarına prangalar bağlanmış gibi durdular tüm gün. Telefon hiç çalmadı. Ben de kimseyi aramadım. Dokuz bardak çay içtim, dört fincan sütlü kahve. İki paket tuzlu bisküviyi bıraktığın mektubu okurken yedim. İki paket sigarayı şimdi ne yapıyorsun acaba, diye düşünürken içtim. Pencerenin önünde dikilip, karşı apartmanın balkonlarına baktım uzun uzun. Arka balkonlar insanların eşyalarını sürgüne yolladığı topraklar sanki. Tozlanmış yapma çiçekler, artık kullanılmayan fırınlar, ayakkabı kutuları, dikiş makineleri, boş saksılar, kuş kafesleri kaderlerine boyun eğmişler. Televizyon çanakları yüzüne dönüşüp, gülümsediler. Çalı süpürgeleri el salladı, eski oyuncaklar başlarını bile kaldırmadılar, dünyaya küstüler. Ben de senin arka balkonunda mıyım acaba artık?

Ne zamanki paltolarının yakalarını kaldırmış memurlar, ellerinde francala ekmekleriyle evlerinin yolunu tuttular, kalktım yerimden. Işıkları kapattım. Sigara mezarlığına dönüşen kültablasını çöpe boşattım. Birden sanki bir yerde beni bekliyorlarmış da çok geç kalmışım gibi bir his kapladı içimi. Kapının alt kilidini kilitledim, üstü bıraktım. Merdivenlerden uçarcasına indim. Koşar adım attım kendimi dışarıya. Soğuk hava yüzüme çarptı. Kaşkolumu burnuma kadar doladım. Otobüs durağına kadar nasıl gittim, hatırlamıyorum. Taksime giden ilk otobüste buldum kendimi. Kalabalıkta tutunacak bir yer bulamadım. Ilık insan bedenlerinin ortasında buz gibi ellerimle durdum. Birden içime cam kırıkları saplanmaya başladı. Önce paltomun sonra gömleğimin düğmelerini açtım. Acının nereden geldiğini bulmaya çalıştım. Kalbiniz dedi, yanımda dikilen kadın parmağının ucuyla dokunarak. Kalbim mosmordu. Sanki bir yere çarpmışım, sıkıştırmışım, ezmişim gibi. Bir şey yok, dedim bana bakan kalabalığa dönüp. Bir şey yok, yalnızca, bugün terkedildim de... Hepsi başlarını sallayarak, önlerine döndüler. Olur böyle şeyler diye, mırıldandılar. Nefesim o an kesilecek, otobüsün oksijensiz havasında boğularak öleceğim sandım.

Yok, hayır, ölmedim. Otobüsten inince İstiklal caddesinin ilk sağından dönüp, meyhanelerin sokağına girdim. Çalgıcılar beni tanıdı, halimi görünce acıdı. Başımı her hafta seninle gittiğimiz o meyhanenin mermer masasına dayadım. Garson bana soğuk sular, kova kova buzlar, kolonyalı mendiller getirdi. Bir kadeh daha rakı koydu göğsümü açıp her bakışımda bardağıma. İki parça daha buz attı acımı dindirir diye düşünüp. O doldurdu ben içtim. Kadehler doldu boşaldı. Kültablaları doldu boşaldı. Masalar doldu boşaldı. Ben hep ağladım. Sanki bu yaşıma dek ağlayacak neyim varsa bu gece için biriktirmişim gibi hiç durmadan ağladım. Işıkları kapatıp, kapıyı üzerime kilitlediler, yerimden bile kıpırdamadım.

27 Ekim 2011 Perşembe

Vicdan

Ellerini göğe açmış, yalvarıyordu. Hepimiz içimizden onunla aynı duayı ediyorduk. Aynı gözlerle bakıyorduk yukarıya. Üstümüze yapış yapış bir karanlık dökülüyordu. Susuyorduk. Sözcükler uzaklardan geçen bir tren katarı gibi diziliyordu boğazımıza. Durmuyor, geçip gidiyorlardı. Yetmiyorlardı. Anlamsızlardı. Ne yapsalar bir iç çekişin yerini dolduramayacaklarını  bildiklerinden köşelerinde oturuyorlardı  sessizce. Bitmiyorlardı.  Hislerimizin gölgeleriydiler ve ancak bir gölge kadar anlamlıydılar.

Söyleyemediğimiz kelimelerden organlar oluşuyordu içimizde her nefeste. İç organlarımız büyüyor büyüyor, içimize sığmamaya başlayıp, bizi sıkıştırıyorlardı. Derisine sığamayan yılanlar gibi, delip çıkmak istiyorduk içinden bedenlerimizin. Yapamıyorduk. Ceketlerimizi çıkarıyor, kravatlarımızı gevşetiyor, gömleklerimizin kollarını kıvırıyorduk zaman geçtikçe. Gidip buzdolabını açıyor, uzun uzun dikiliyorduk önünde. Yaşamda bulamadığımız ne varsa içinde arıyorduk. Bulamayıp, kapatıyorduk. Kitapları açıp kapatıyorduk. Televizyonu açıp, biraz bakıp kapatıyorduk. Evin, işin, arabanın, asansörün kapılarını açıp kapatıyorduk. Bir tek kendi sesimizi açamıyor, O'nunkini kapatamıyorduk.

Ellerini göğe açmış, yalvarıyordu. Nefes almak için bile susmuyordu. Vahşi bir kabilenin reisi gibi göklerdeki Tanrılarla konuşuyordu. Yaşanmamış hayatların, kurulmamış hayallerin, erkene kurulmuş saatlerin hesabını soruyordu. Sesi bazen karşımızdaki dağlardan yankılanıp yüzümüze çarpıyordu. Bazen harfler ufacık oluyor, karıncalar bile duyamıyordu. Durmuyordu. Konuştukça yüzü çöküyor, boyu bir kısalıp bir uzuyordu. Nihayet güneş elini gecenin karanlığına uzattığında rüzgar çıktı. Bize sivri uçlu oklar sapladı, O'nu paramparça etti. Gözleri kaldı yalnızca. Uzaklara sabitlenmiş bakışlarını alıp cebime koydum.

Hepimiz kanıyorduk, toprak içiyordu. Birazını içiyor, çoğunu kusuyordu. Kustukça rüzgar hızlanıyor, her yer sarsılıyordu. O'nunla beraber bakıyorduk şimdi. Yıkıntıların içindeki dünyayı arıyorduk. Boğanın boynuzlarında asılı duran hayatlarımıza bakıyorduk. Baktıkça daha da çok kanıyorduk.

Hepimiz vicdanlarımızdan vurulmuştuk.


17 Ekim 2011 Pazartesi

Yeryüzünün yaraları

Soğuk ve yağmurlu günler başladı. Odalar daha karanlık. İnsanın içi daha derin, dışı daha sessiz. Daha bir sığamıyor odalara. Evlerin tavanları daha basık sanki. Geceler uzadıkça yalnızlık da uzuyor. Her şey sıcak içilmeye başlandıkça battaniyeler, yastıklar buz gibi oluyor. İki kişilik yataklarda yalnız yatanlar sabahları donmuş ayaklarla uyanıyor. Gökyüzü çoktan yok oldu. Gri bir boşluk kaldı geriye. İnsanlar gri boşlukta açılmış birer yara izi. Uzun, kısa, zayıf, derin yara izleri... Yeryüzünün yaraları nasıl iyileşir, bilmiyorum.


İnsan içi sıkıldığında dünyaya bakacak bir kapı, pencere arıyor ya telaşla, iyi gelecek ne görüyor acaba? Kapkara bulutlar mı teselli edecek bizi? Biçimsiz çatılar, televizyon antenleri, boyası dökülmüş apartmanlar mı? Daracık yollardan geçemeyen araba kornaları mı avutacak içimizde haykırıp duran insancıkları? Elime bir ecza dolabı açıp çıkayım, diyorum dışarıya. Pastil yumuşatsın sokakların rüzgarını. Şimşekler birer aspirin yutsun.  Emedur vereyim de kusmasın ağaçlar yapraklarını daha fazla. Tavuk suyuna çorba yapıp içireyim soğuk kaldırım taşlarına. Yara bantlarını nerede çatlamış bir duvar görsem yapıştırayım. Köprünün ayaklarına birer sıcak su torbası yerleştireyim. Boğaz üşütmesin poyrazda, kaşkol sarayım.


Sonra nane limon kaynatıp, kalbime basayım diyorum. Bir kaşık balın üzerine karabiber döküp göğsüme süreyim. Sirkeli bezler koyayım yüzümde öptüğün ne kadar hücre varsa üzerine. Ellerim ne yapsam ısınmıyor, içimde bir ateşten top, sönmüyor. Aktarda yatıp kalkıyorum günlerdir. Faydasız. Geçmiyor. Karşı pencerede tüm gün oturan adamın bardağındaki ıhlamur olmak istiyorum. Çay kaşığı beni döndürsün, döndürsün. İlk yudumda parçalanıp, yok olayım.






9 Ekim 2011 Pazar

Pazar

Yağmurun yağdığı günleri, günlerden  pazarsa severdin. Tüm gün dışarıya bakardın gökyüzünde bir iz ararcasına. Yeterince bakarsan kimsenin göremediği bir işaret görebilirmişsin gibi. Gördün mü gerçekten bilmiyorum, gördüysen de bana söylemedin. Pencerenin önünde otururken o kadar uzaklarda olurdun ki... Eline dokunduğumda irkilmezdin. Başını çevirip bakmazdın. Senden yayılan sıcaklığın azaldığını hissederdim akşama doğru. Sanki sesimi çıkarmasam, bıraksam seni, parçalanıp un ufak olacaktın gün sonunda. Pencereden savrulup gidecektin.

Ben televizyon izlerken aynı odada otururduk. Seninle aynı hayalin topraklarında olabilmek için o an aklından geçen yerleri bulmaya çalışırdım. Benim haritamda işaretli değildi oralar, bulamazdım. Yalnız başıma oturur, sırtından geçen kervanları izlerdim. 

Geri geldiğin anları saatin kadranına işaretlerdim. Gittiğin yerlerde zaman daha hızlı geçiyor olmalıydı. Yorgun dönerdin. Avurtların çökmüş olurdu. Saçlarının birkaç teli daha kırlaşmış. Gözlerinin kenarlarında yeni kırışıklıklarla gelirdin. İçinde yeni kırgınlıklarla. Ellerinde yeni çatlaklarla. Kalbinde zamansız büyümüş duygularla.  Kaybolurduk bazen kelimelerinin uğradığı duraklarda. Vazgeçerdik öpüşmekten konuşarak yıpranmış dudaklarla. Ne yapsam bulamazdım seni oturduğun kadife koltukta. Ne kadar dokunsam tenine, değemezdim. Sana her daim teğet geçerdim.


Kedi ansızın çıktı sandalyenin altından. Sağanak şimşeklerin gürültüsünden korkmadı. Dışarıda ıslanan sokak kedilerini bir an bile umursamadı. Gerindi. Önümden geçerken bir an durup yüzüme baktı. Yüzümde sıcak yaz öğleden sonralarından kalan bir iz aradı.  Bulamadı. Tutundum kuyruğuna. Yalnızlıktan birer tasma taktık. Onun tüyleri, benim saçlarım sonsuzluğa uzadı. Var olamadık, yok olamadık. Zamanın ucunda bir yerde asılı kaldık. 


Asırlar sonra bir gün, dönüp, baktın. Kalktın. Evin tüm odalarında aradın beni. Dünyanın tüm sokaklarına bakındın. Ayağında ev terlikleriyle koştun boş sokaklarda. Saklanacak yer bulamadın. Kimsenin  oturacağı taş, yaslanacağı duvar, açacağı kapı olamadın.
Ben çekmecelerde yoktum. Duvardaki çatlaklarda hiç bulunmadım. Kirli çamaşırların arasında olmadım. Takımyıldızların ucuna tutunmadım. Senelerdir giymediğin bir ceketinin mendil cebindeydim. Çok aradın  beni ama bulamadın.


3 Ekim 2011 Pazartesi

Son kara parçası.

Gece mavisi sessizlikte uzanıyorum. Çok uzak bir dünyadan az önce geri dönmüşüm. Kafam çok uzun zaman suyun içinde kalmış, tam boğulurken biri tutup beni çıkarmış. Daha önce zaman üzerimden akıp giderken, şimdi içimden geçiyormuş. Midemin çeperlerine çarpıp etkisi azalıyormuş saniyelerin. Yelkovan, yağız bir at gibi dörtnala koşarken karanlıkta; akrep bir bacağı topal, ona yetişmeye çalışıyormuş. Bu yatak, boşlukta duran son kara parçasıymış. Etrafım sisli bir sonsuzluk. Boşlukta uzanıyorum.


Uzandıkça, bacaklarım kollarım ayrı ayrı uzamaya başlıyor. Uzansam, dağların eteklerindeki taze karlara dokunabilirim. Bozkırların kollarında uzanan bir vadiyim. Bir karınca kafilesi ritmini hiç sektirmeden üzerimden geçiyor. Geçtiği her yerde edepsiz bir fırtına kokusu bırakıyor. Antenlerinde binlerce gün doğumu gün batımına dönüşüyor. Ayaklarının birbirine sürtündüğünde çıkardığı sesi duyuyorum. Benim ayaklarım en az yirmi ton, kımıldayamıyorum. Tüm iç organlarım kurak topraklar gibi çatlıyor. Yerimden kalkıp, bir damla su bulamıyorum. Gökyüzü bin kanallı bir televizyon. Yağmursuz bulutlar avare avare dolaşıyorlar. Parmak uçlarım hissiz. Çatıdan sarkan buz sarkıtları gibi uzanıyorlar ellerimden aşağıya. Havalanıyor yatak yerden. Aşağıya bakamıyorum. Karanlık yeryüzü beni ürkütüyor.


Kapının açıldığını duyuyorum. Hafif adımlarının son dünya toprağına yaklaştığını. Bana asla varamayacakmışsın; son adımında yer paramparça olacakmış, düşecekmişsin gibi hissediyorum karadeliklerden birine. Gözlerimi kapatıyorum. Kapatsam da görmeye devam ediyorum eğilip yüzüme baktığını. Saçlarımı okşarken hangi saç tellerime dokunduysan onlara isimler koyuyorum. Uzun bir yoldan gelmiş gibi halin. Sanki senelerdir görmemiş gibi bakıyorsun yüzüme. Sanki ilk kez gördüğün birine bakar gibi. Umduğunu bulamayıp, erken çıktığın bir filmden çıkarken sinema perdesine son kez bakar gibi. Okumaktan vezgeçtiğin bir kitapta kaldığın yeri işaretler gibi gezdiriyorsun parmaklarını yanağımda. Işığı açmıyorsun, ben de gözlerimi.


Yavaşça inerken yatak yere, ahşap döşemede derin bir yarık açılıyor. Kalbimde daha derin bir tane. Biliyorum ki sen kendi ellerinle açtığın bu yarayı istesen de iyileştiremeyeceksin. Ben kendi ellerimle yarattığım seni değiştiremeyeceğim. Dünyanın üzerinde dolaşan bu yatakta, yolları asla kesişmeyen iki yabancı gibi birbirimizi arayıp duracağız.


25 Eylül 2011 Pazar

O, benim.

Beni benimle bırak giderken diye şarkı var ya, sen ona aldırma. Gidiyorsan eğer ve gerçekten bu kez, beni de götür. Götür ki; ikimiz de hayatlarımızı birbirimizin yerine başkalarını koyarak da mutlu olabileceğimize kendimizi inandırmaya çalışarak harcamayalım, dedim. Dinlemedin.


Hayatta attığın her adımda ayağının takıldığı bir taş var ya, o, benim. İçinde çırpınan kuşlar var bazı geceler, uçacak gökyüzü bulamıyorlar kendilerine, o kuşlar benim. Aniden uyanıp evden gelen tıkırtıları duyuyosun ya, sanki biri evde dolaşıyormuş gibi, evet, benim. Bazı sabahlar çok zor uyanmak senin için, yüzündekileri yastık izi sanıyorsun, aslında o izler benim. Bazen uyandığında bir rüya gördüm ama hatırlamıyorum diyorsun ya, o rüya benim. Cumartesi gecelerinin en mutlu anında, birden her şeyi bırakıp eve dönmek, yatağına yatıp hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyorsun bazen. Bir anlam veremiyorsun ya bu duruma, sebebi benim. Rakı sofralarında biraz oturunca, peynirle kavunun son dilimlerinin yendiği sıralarda, birden kendini bir ipin üzerinde yürürken buluyorsun. Bir yanı kopkoyu bir karanlık ipin, bir yanı sonsuz bir mutluluk. Öyle bir an ki bu, düşemiyorsun bile. Araftasın. Ne kadar korku varsa içinde toplanıp geliyorlar. Hangi tarafa düştüğün farketmez; biri arkandan gelip itiyor ya usulca seni, işte o, benim.


Hayatta bir yere koyup sonra bulamadığın her şey benim. Düşürdüm sandığın paralar, kaybettiğin anahtarlar, sabahın beşinde yataktan kalkıp içtiğin sigaralar, şöyle bir bakıp, buruşturup attığın kağıtlar, yarıda bıraktığın kitaplar, gülmediğin fıkralar, damağını yakan çaylar, çıkarken almayı unuttuğun hırkalar, ayağını vuran ayakkabılar ve artık aklına bile gelmeyen anılar, hepsi çekmecemdeler benim.


Gözümün içine baktığın halde beni göremiyorsun. Oysa kafanı çevirsen; vicdanının kapkaranlık dehlizlerindeyim.

19 Eylül 2011 Pazartesi

Vitrin

O gün Ş. ile oturmuş kahve içiyorduk sinemadan sonra. Yanımızdan iki tane genç kız geçti. Ş. ikisini de güzelce süzdü sonra da bana, kalçası bu kadar büyük olan kızlar böyle etekler giymesinler, dedi, daha şişman gözüküyorlar. Kahvesini höpürdeterek yudumlarken, hiç seksi değiller, dedi. Ş. ye baktım. Şortu ve güneşten solmuş, yakası kaymış tişörtüyle sandalyeye yayılmış, oturuyordu. O an seksapeliteden bahsedebilecek son insan olabilirdi. Kız belki de çekici, seksi ya da güzel olmak istemiyordur, sadece canı ne istiyorsa onu giymek istiyordur, dedim. Tartışma uzadı. Asıl konu o değil, biliyorum. Konu; şişman, bakımsız ve sıradan olma hakkının yalnızca erkeklere tanındığı bir dünyada yaşıyor olmamız.

Yoruldum. Sürekli vitrinde olma hissinden bunaldım. Sokakta yürürken, kafede oturup gazete okurken, marketten deterjan alırken hem kadınların hem erkeklerin ablukası altındayız. Sokaklara bakın. Kadınların sanki her an birinin çıkıp onlara, bugün ne kadar da rüküşsünüz, diye haykırmasından korkar gibi bir halleri yok mu? Sabah bakkala eşofmanla giderken, tanıdık birine yakalanma paniği içinde etraflarına bakınmalarını izlemek ne kadar da hüzünlü! Açık konuşalım, kuaförün bir gün elime vurup, ne bu tırnakların hali diyeceğinden eminim. Ya da otobüste bir teyzenin bu gömlek bu etekle hiç olmamış, deyip üzerimdekileri çıkarıvereceğinden. Sokakta yürürken hala bu ayakkabıları mı giyiyorsun, deyip yüzüme tüküreceğinden korktuğum kadınlar geçiyor yanımdan. Herkes kendini zar zor tutuyormuş gibi gergin. Hepimiz kendi yarattığımız mükemmellik takıntısının dehlizlerinde boğuluyoruz. Birbirimizin bakışlarıyla daha derine batıyoruz her gün. Dedikleri gibi, kadınlara giyinip erkeklere soyunuyoruz. Ama kadınlara giyinmekle o kadar meşgulüz ki soyunmaya fırsat bulamıyor olabiliriz.

Topuklu ayakkabılarıyla kaldırımları arşınlayan kadınların kolundaki eşofmanlı adamlar gerçekten onlarla aynı yere yemeğe gidiyor olabilir mi? Plaja inmeden önce maniküre, pediküre, ağdaya, alışverişe gitmek zorunda olan, regl takvimini ayarlayan, tüm yıl her yediği yemekte plajda ortaya çıkabilecek olası yağların vicdan azabını duyan kadınla, rengi solmuş mayosunu göbeğine çekip, balıklama suya atlayan adam gerçekten aynı denizde mi yüzüyor? Saçlarını uzatan, kısaltan, boyayan, düzleştiren, kıvıran kadınların kuaförde harcadığı vakitte erkekler neredeler, ne yapıyorlar? Sabahları makyaj yapan, fön çeken, ne giysem diye düşünen tüm kadınlar, evden on dakikada çıkabiliyor olmanın hafifliğini bir kez de biz yaşasak! Gerçekten aynı dünyada mı yaşıyoruz biz erkeklerle? 

Emin değilim.



Kitapçıda- Tanrı

Bazı günler ne kadar da sıkıcı. Hayır, her şeyi ben yaratmamış olsam en azından suçlayacak birilerini bulabilirdim. Bulamıyorum. Bu aralar sürekli saatime bakıp dünyanın sonunun gelmesini bekliyorum. Aşağıdaki saatin altı olmasını bekleyerek hayatlarını tüketen takım elbiseli adamlara benzemeye başladım. Oturduğum koltuğun derisi yıprandı. Aşağıda olup bitene eğilip bakmaktan, boyun fıtığı oldum. Bulutlardan göz gözü görmüyor üstelik. Yağmur yağacak gibi. Bir yerlerden bir yerlere giden yağmur bulutları çarpıyor ayağıma sürekli.

Biri çığlık atıyor. Şu mavi kanatlı melek üçüncü kez düşüyor bugün aşağıya. Galiba onu orada bırakmak daha iyi olacak. Bazıları melek bile olsa huzur bulamıyor. Aşağıdaki mutsuz ve yorgunlara karışsın. Aklı o zaman daha çok karışsın da, geceleri benimle konuşmaya başlasın yeniden.

Şimdi de kitabın teki rafından atladı. Ben nerede yanlış yaptım da aşağıdaki her şey ve herkes bu kadar mutsuz anlamıyorum. İnsan bu kadar karmaşıkken, eşyaya can vermek de nerden geldi ki aklıma! Al işte, şimdi de bir çınar yıkıldı durduk yere. Dallarındaki kuşlar havalandı. Kuşlar asla havada ölmezler. Gidip karşıdaki meşenin dallarına kondular, çınarın topraktan çıkan köküne bakıyorlar şaşkın şaşkın. Yukarıdan bakınca aşağıda yaşanan hiçbir şey ne hüzünlü ne de sevinçli geliyor. Oluyorlar yalnızca. Yaşanıp bitiyorlar.


İşte raftan atlayan kitap karşımda. Her yeri kırılmış. Bir kalbi olduğunu iddia ediyor. En çok kalbi kırılmış sözde. Böyle bir hayatı hak etmemiş, çimen olarak geri gönderilmek istiyormuş. Ormanın en derin yerinde bir düzlükte yaşamalıymış o. Durmadan anlatıyor. Benim soru sormama fırsat vermiyor. En zoru bunlarla uğraşmak. En iyisi yakmakla tehdit etmek belki de. Milyonlarca yıldır işe yarıyor ne de olsa. O zaman susar.

Susmuyor. Biri daha gelmiş onunla beraber. Yakışıklı bir adam. O da düşmüş. Ama o çok yükseklerden çok derinlere düşmüş. Kalbi hariç yer yeri kırılmış. O da renk olarak geri gönderilmek istiyormuş. Çimen yeşili olmak istiyorum, diye ısrar ediyor. Bu kadar zamandır renk olmak isteyeni de ilk defa duyuyorum. Bakınca göremediğim bir şeyler oluyor olmalı aşağıda. Her şey çıldırmış.

Şimdi de bir kız geldi. Nasıl geldiğini kimse anlamamış. Zamanının dolmasına daha 67 yıl varken merdivenlerden inip, buraya gelmiş. Bugün her gelen, ağaçtan çiçekten bahsediyor. Çınar ağacının altında yatıyordum ben, diyor. Biz almadık seni geri gönderelim, rüya gördün sanırsın, bir şey olmaz, diyorum. Madem geldim, kalmak istiyorum, diyor. Aşağıda yaşayacak hiçbir şeyi kalmamış. Bu insanları anlamak imkansız. Milyonlarca doktor her saniye bana karşı doksan yaşında adamları hayatta tutmaya çalışırken, bu kız ne diyor?

Olmaz. Atın aşağıya, diyorum. Ağlamaya başlıyor kız. Yeni yağmış yağmur kokuyor. Bulutlardan birine dokunuyor gidip. O zaman, diyor, kalbimi burada bırakmak istiyorum giderken. Yüzüne bakıyorum. Beni yeni farketmiş gibi, o da yüzüme bakıyor. Bakışları takım yıldızlar gibi. Arkasından bakan adamın yüzü bulutlu bir gece yarısı, ışıksız. Çaresizce kaybettiği zamanları arar gibi gözleri. Kızın kaybettiği her şeyi ceplerinde saklamış bunca zaman. Kitap sonunda susup bize çeviriyor başını. Adamın elini tutup koşmaya başlıyor. En ucuna geldiğinde gökyüzünün, durup bir an bakıyor. Kimse durdurmuyor onları. Atlıyorlar. Gülümsüyorum. Ellerinden tutup atıyorum kızı peşlerinden. Parmak uçları buz gibi. Bağırıyorum arkasından. Kalbini diyorum, seni sevmeyecek adamlar tekrar paramparça etsin diye, tamir ettik.

Şimşekler çakıyor, yağmur başlıyor. Ürperiyorum. Tek kelime etmeden ellerini göğsünde birleştiriyor. Yüzündeki ifade aklımdan çıkmıyor. Söylemediği sözleri unutamıyorum.

15 Eylül 2011 Perşembe

Kitapçıda- kitap

Ayaklarımı raftan aşağıya sarkıtmış, yağmuru izliyorum. Damlalar cama vurdukça içimdeki genç çiftler koşarak bir saçağın altına giriyorlar. Neden romantikse ıslanmak ve üşümek iki kişiyken anlamıyorum; içlerinden geliyor, öpüşüyorlar. Kasadaki adam kadife koltuğunda oturmuş, bacaklarını ovalıyor. Canı aniden demli bir çay istiyor. Kalkıyor yerinden, elinde dibinde soğumuş üç damla kahveyle bir büyük fincan, mutfağa yürüyor. Kaldırımlarda okuldan çıkan çocuklar var bu saatte. Duraklarda otobüs beklerken ıslanan temizlikçi kadınlar, su birikintilerine basa basa yürüyen adamlar. Kabul gününden çıkmış orta yaşın şık hanımları, o gün kısırı biraz fazla kaçırmışlar. Nezlenin ilk lokmasını yutan bir trafik polisinin burnu kaşınıyor deliler gibi. Trafik ışıkları kırmızıdan yeşile dönüyor. Vardiyasını teslim eden işçiler eve. Silecekleri durmadan çalışan arabalar, biraz gidip yine duruyorlar. Arabaların içleri yorgunluk ve akşam kokuyor. İnsanların içleri yorgunluk ve mutsuzluk.


Yan raflara bakıyorum eğilip. Ucuz aşk romanlarına komşuyum. Sürekli ağlayan, balık etli kadınlar bunlar. İzledikleri her filmin sonunda, camdan sokağa bakarken bir kaza görseler ya da televizyonda kötü bir haber, hemen ağlıyorlar. Fazla hassas sanki tenleri. Ne kadar acı varsa hemen içlerinden geçip, kalplerine batıyor. Makyajsız asla başlamıyorlar güne. Aynaları olmadığından  fark etmiyorlar, gözkapaklarının birini daima daha fazla boyuyorlar. Kıyafetleri hep bir sezon geriden takip ediyor modayı. Hepsinin ayaklarında aynı model eski suratlı iskarpinler veya tokası kaybolmuş düz taban babetler. Ayakkabıların çoktan burunları yıpranmış, romanların acıları içlerinde yıllanmış.

Onlardan sıkılınca polisiye romanlara uzatıyorum kafamı. Hep sessizler, kendi hallerinde. Biriyle selamlaşıyoruz. Asker selamı veriyor bana birden hazır ola geçip. Tedirgin oluyorum. O anda bir kız çıkıyor merdivenlerden. Tuhaf bir kokusu var. Islanmış toprak kokuyor saçları. Gözlerini karşı tarafta dikilen adama dikmiş, bakıyor. Adamın kalbi ne kadar hızlı atıyor. Aşk romanlarının hepsi dikkat kesiliyorlar. Sessizleşip, birbirlerinin kulaklarına bir şeyler fısıldıyorlar. Kızın gözleri yemyeşil. Çimen gibi yeşil. Ormanın en derininde bir düzlük gibi yeşil. Aklıma ağaç olduğum zamanları getiriyor. Kızın da aynı anda aklına aşık olduğu zamanlar geliyor. İnmeye başlıyor merdivenleri. Ayak sesini bastıran bir gürültü var yan rafta. Aşk romanları çoktan başladı ağlamaya. Uzaktaki raflardan birileri kahkahalarla gülüyor.

Delirtici bir gürültü. Bu kadarı yeter. Daha fazla dayanamıyorum. Yavaşça yaklaşıyorum rafın ucuna. Aşağıya bakıyorum. Başım dönüyor.O an yan raftan biriyle göz göze geliyoruz. Nefesimi tutuyorum. Ağzını açıp kapatıyor balık gibi. Bir şey diyemiyor. Düşerken o adamın bana doğru geldiğini görüyorum. Gözleri dolu dolu. O da atlamış gibi bir yerlerden. Boşlukta salınarak düşüyor. O, çok uzun zamandır, çok derin bir yere düşer gibi düşüyor. Çarpışıyoruz.

Sonrası hep yemyeşil, hep çimen.

13 Eylül 2011 Salı

Kitapçıda-adam

İki saattir sokaklarda amaçsızca yürüyorum. Arada durup  ışıkları yeni yeni yanmaya başlayan dükkanların vitrinlerine bakıyorum. Bir sürü şey beğeniyorum ama beğendiğim şeyleri hediye edecek kimseyi tanımıyorum. Yağmur hızlanınca bir saçağın altında durup bir sigara yakıyorum. İnsanlar birer demir parçası, evler mıknatıs. Otobüs duraklarını, tramvayları, vapurları delip geçiyorlar. Hava bahardan çok kışa benziyor. Yağmurluğumun fermuarını biraz daha yukarı çekiyorum. İskelenin karşısına yapılan yeni binaya bakarken kaldırımdaki çukura basıyorum. Sağ ayağım yağmur suyuna dalıp çıkıyor. Üşüyorum. Yağmur iyice hızlanıyor. Köşedeki büyük kitapçıya koşar adım giriyorum. 


Senin geldiğini biliyorum. Merdivene attığın ilk adımda, ayak sesinden tanıdım. Balerin gibi topuklarını yere değdirmeden merdivenleri çıkışından anladım. Bir an kaldırdım kafamı, baktım. Sende değişen bir şeyler aradım. Oysa ne kadar tanıdık hala ellerin, diş tellerin, gülüşün, üzülüşün ve soğuktan üşüyüşün. Zaman eğilmiş, bükülmüş, çürümüş sende; hiç geçmemiş. Gelip tutsam elini, aynı beyazlık, aynı buz gibi parmak uçları. Eğdim başımı; elimdeki kitabı rafa koyup, bakışlarının uzağına bir yere kaçtım. Bakacak takatim yok yüzüne.


Hatırladım. Yaşadığımız zamanlardan bir an, bendini yıkıp geçen bir nehir gibi akıp içime doldu. Unuttum sandığım gecelerden biri. Gecenin sabaha tutunduğu saatlerdi. Tenin çoğalmış, saçların kıtalardan kıtalara uzanmıştı. Yemyeşil bir ova gibi gözlerin. Üzerinde yaşayan çiçekler, koşan kuzular, ahlat ağaçları var mevsimli mevsimsiz yapraklarını döken. Çeşmeler var gürül gürül akan; eğilip avucumu doldurmaya kalksam soğuğundan içim çekilir. Oracıkta toprağa karışırım, toz olurum köy yollarında. Ölüp yeniden doğmuşum gibi bir an. Uzandın, elimi tuttun. Bir an baktın bana. En derinde bir çınar ağacım vardı, apansız bir fırtına gibi devirdin boylu boyunca.


Kafamı kaldırdım. Gitmişsin. Yoksun. Çınar ağacının gölgesinde uzanmış yatıyorsun belki yalnız başına. Belki yanık yanık kaval çalıyor oralarda bir çoban. Sürüler geçiyor önünden. Bir sürü rüya, bir sürü sabah uykusuna karışıyor. Koyunlar kuzularını buluyorlar dakikada. Ben seni bıraktığım her yerde kaybediyorum. Sonra da benzesin diye herkes sana, kendi canımdan billur camlarla her gördüğüm yüze sana benzer suretler çiziyorum.


Ben, hiç beklemediği bir anda başrolü kapmış bir figüranım. Yerini bulup oturmuyor ellerim. Nereye koysam sığmıyor, büyüyor, patlıyor ceplerim. Şaşkınım. Korkağım ve bencilim hepsinden öte. Yakalarımdan biri hep daha eğik, mendilimin kıvrık ucu hep aşağıyı işaret ediyor. Yitiğim cümelelerde. Çaresizliğim nesiller öncesinden. Evcilleşmeyen bir canavar bu taze ten hevesiyle beni kemiren. Anlatamıyorum ama sen biliyorsun.

Ağlamıyorum hayır, bu yalnızca pişmanlığın sesi.

9 Eylül 2011 Cuma

Kitapçıda-kız

Çok satanların olduğu raftan rastgele bir kitap aldı. Arka kapağını çevirdi. Kapaktaki adamın fotoğrafına baktı. Şu her yazarın çektirdiği; elleri kucağında duran, dalgın bakışlı, siyah beyaz pozlardan biriydi. Ne yazdığını okumadı. Hayattaki her şeyi herkesten çok biliyormuş gibi bakan bu gözlüklü adamın ne dediğiyle ilgilenmiyordu. Kapağı plastik gibi durduğundan çok sevdiği yeni basılmış kitap kokusunu almak için burnuna götürüp koklamadı. Ön kapaktaki rengarenk resmin üzerinde dolaştırdı parmaklarını. Tekrar arkasını çevirdi. Sanki adamı bir yerlerden tanıyor ama çıkaramıyormuş gibi uzun uzun baktı bu defa. Adama son bir şans verir gibi sayfalarını çevirdi hızlıca. Son sayfaya gelince açtı. En son satırını okudu. Hayattaki her şeye yaptığı gibi aceleyle yaşayıp bitirdi onu da. Bir dikişte bitirdiği bir kadeh içkiyi masaya koyar gibi kitabı rafa geri koydu. Sonunu bildiği bir kitap onun için ne ifade edebilirdi ki?


Merdivenleri çıkarken bir yandan geçen gün G. nin önerdiği kitabın adını düşünüyordum. Defterime yazmış olmalıyım, diye düşünerek çantamın fermuarına elimi uzattığım an Onu gördüm. Hiç şüphesiz Oydu. Duruşundan tanıdım. Omuzlarının hayal yüklü ağırlığı tanıdık geldi. Nefesinin ritmi benimkine hemen uyum sağladı, evet benim, dedi. Geçen senelerin biriktirdiği her şey, güzel başından yayılan sıcaklıkla eridi, tanelere ayrılıp, havaya karıştı. Elindeki kitabın kapağında dolaşan parmak uçlarından tuhaf bir sessizlik yayıldı etrafa. Kokusu, içerideki yeni basılmış kitap kokusunu bastırdı. Ağırlığını yorulan bacağından öbürüne verdiği an birden dünyanın ekseni kaydı.

Ensenin beyazlığından tanıdım seni, sırtının kıtaların bir ucundan öbürüne uzanan kıvrımından. Baktım sana. Uzağında durup, yüzünün buğusuna adımı yazdım. Gözlerinin harelerinde bir kaç bildik liman aradım. Sığınacak kuytular bakışlarının yabancılığında. Saçlarını okşadım içimden. Kafanı göğsüme yasladım. Dudaklarının kıvrımlarında dolaştı pişmanlıklarım. Koşup sarılırken hayal ettim önce kendimi sana. Bir kitapçıda çarpışarak tanışmışız mesela biz zaten. Bugün aslında başka bir hayatta seninle ilk kez karşılaştığımız günmüş. Taptazeymiş kaplerimiz.Yağmurluymuş İstanbul. Sokaklar ıslak, insanlar her zamankinden daha telaşlıymış. Sen bana ilk görüşte aşık olmuşsun. Kahve içmişiz gidip Galata' da. Akşam olunca yemek yemişiz. Zaman ufalanmış bir bisküvi gibi duruyormuş ceplerimizde. Umursamamışız. 


Aradığınız özel bir şey var mı, diye sordu kasadaki adam birden bana dönüp. Yardımcı olabilir miyim?. Zaman, kambur bir ihtiyar gibi doğruldu yerinden. Dünya şöyle bir silkindi. O elindeki kitabı rafa geri koymuş, yan reyondaki küçük defterleri karıştırmaya başlamıştı. Kitaplar arkalarını dönüp kıs kıs güldüler. Sesleri  perde perde yükseldi. Aşk romanlarının olduğu raflar kahkahalar atmaya başladı. Onlar güldükçe, hatırladım. Hafızamın mutlu olmak için çok derinlere gömüp, hiç yaşanmamışlar gibi beni kandırdığı ne varsa hatırladım. Açtığın tüm yaralar kabuklarının altında ince ince sızladı. Hatırladıkça içimde binlerce Yunanlı sirtaki yapmaya başladı. Dayanılacak gibi değildi. Ellerimle kapattım kulaklarımı. Koşarak indim merdivenlerden. Arka sokaklardan birine girdiğimde ağlamıyordum, hayır, sadece yağmur yağıyordu. 

8 Eylül 2011 Perşembe

Kırık


O gün onunla, denize kıyısı olan şehirlerde yaşayıp da yapacak işi olmayan herkesin yaptığı gibi, sahildeki banklardan birine oturmuş, denize bakıyorduk. Deniz kokan şehirlerde, yüzünü denize, sırtını dünyaya dönüp, bir bankta oturma ihtiyacı vardır. İnsan bir süre denizin yakınına gitmese, mengeneye sıkışmış gibi hissetmeye başlar göğsünü. Gün geçtikçe içi daralır. Hele bir de o bankta iki kişi oturma ihtimali varsa, ihtiyaçtan öte bir bağımlılıktır iyot kokusu. Omuzların birbirine olan mesafesi, ellerin durdukları yerler, başın, ne sıklıkta denizden yanındaki yüze döndüğü; havanın sıcaklığına, rüzgârın yönüne, kişilerin birbirine yakınlığına göre değişir. Biz o gün biraz uzak oturuyorduk. O, ellerini ceplerine sokmuştu. Bakışlarını karşı kıyıdaki bilinmez bir evin çatısındaki bir kuş yuvasına, belki bir balkonda çamaşır asan kadının lodosla havalanan eteklerine, kimsenin göremeyeceği kadar uzaktan geçen bir yelkenliye, martıların çığlık çığlığa üzerinde döndüğü deniz fenerine, kim bilir neye, sabitlemişti. Omuzlarımız değmekten çok öte, sakınmışlardı birbirlerinden. Tam o an, bizi birbirimize bağlayan görünmez tellerden biri kopmuş, belki hatırlamadığımız ama içten içe asla da unutmadığımız kötü bir söz gibi bizi birbirimizin dâhil olduğu çemberlerin dışına atmıştı. Birbirine değmeden yan yana duran iki çember geliyordu gözümün önüne ona baktıkça. Aramızdaki mesafeyi karışımla ölçüyor, binle çarpıp büyütüyor, tam kalbimin altındaki boşluğa sığdırmaya çalışıyordum. Boşluk büyüdükçe, içini envai çeşit korkuyla, tedirginlikle, hırçınlıkla dolduruyordum. O kadar meşguldüm ki içimde sürüp giden kargaşayla, dışarıdan biri o gün bize baksa, benim kepenkleri indirilmiş bir mağaza vitrini gibi görünen yüzümü görecekti. Bu sırada güneşin üstümüzden usul usul geçtiğini, saçlarımızı darmadağın edip karşı kıyıya ulaştığını göremedim. Havadaki keskin ıstırap kokusunu fark edemedim. Günlerden salıydı. Havanın öyle çok sıcak olduğu falan yoktu. Keyfi yerinde olmayan bir bahar günüydü. Arada bir lodos usulca saçlarımızdan teller koparıp, bu günün hatırası olarak saklıyordu. Her şey olup biterken, biz, içi çok uzun süre  önce boşalmış deniz kabukları gibi kıyıda durduğumuzdan, hiçbir şey hissetmiyorduk.


Hiç ses duymadım. İnsanların gözleri hayretle büyüyüp küçülürken ağızları neden sessizce açılıp kapanıyor, anlamadım. Havada uçuşan binlerce toz zerresinin nereden çıktığını merak etmedim. Yalnızca bir an, biri gelip beni çok derin bir uykudan uyandırmış gibi irkildim. Gözlerime balık pulları, paslı tankerlerden dökülmüş metal parçaları, kopup suya karışmış misina ipleri dolmuştu. Tekrar tekrar gözlerimi kapatıp, açtım. İşe yaramadı. Görüntü giderek bulanıklaştı. Gözlerime kaçan ne varsa ellerimle teker teker çıkarmaya başladım. Çıkardıklarımı özenle katlayıp cüzdanıma koyuyor, sığmayanları ceplerime dolduruyordum. Ceplerim iyice şişkinleştiğinde, gözlerimdeki her şey de çıkmıştı. Gözlerimi açtım. O'nun  yerinde bir martı oturuyordu. Gagasında yeni yakalanmış bir istavritle, bembeyaz kanatlarını açıp kapattıkça, etrafa sular sıçrıyordu. Balığı tek lokmada yutarken azıcık bile vicdan azabı yaşamıyordu. Ona baktığımı görünce konuşmaya başladı benimle. Kimseye asla söylemeyeceğime yeminler ettirip, pişmanlıklarını anlattı. Kimlerin kalbini parça parça balıklara yem etmiş, kimleri poyrazlı günlerde denize kurban etmiş, kimleri bir fırtına anında ölüme terk etmiş, hepsini bir bir anlattı. Anlattığına pişman oldu hemen ardından ve benden ölesiye nefret etti. Nefretin yüzüne çizdiği harfleri, kanadıyla silmek istedi. Ovalayıp silmeye çalıştıkça, silinenlerin yerine yeni harfler belirdi. Teker teker edepsiz kelimelere dönüştü harfler. Ardından da ağza alınmayacak cümleler çıktı ortaya. Derin bir nefes alıp, başımı öne eğdim. İlk defa o zaman, tuhaf bir şeyler olduğunu hissettim.


Kafamı korkuyla şehre çevirdim. Gözümün görebildiği her şey masmavi bir tozla kaplanmıştı. Sonra ellerimi, pantolonumu, ayakkabılarımı fark etim. Bazı evlerin çatıları, üzerine dökülen tozun ağırlığını kaldıramayıp, çökmüştü. Tüm arabalar, otobüsler, bisikletler yollarda durmuş,  insanlar evlerinden sokaklara inmiş, yukarıya bakıyorlardı. Herkesin üstü başı, saçları toza bulanmıştı. Gördüğüm dünya, hayal gücü sonsuz bir ilkokul çocuğunun pastel boyalarla yaptığı bir resme benziyordu. Oturduğum banktan kalktım. Şehre doğru iki adım attım. Eğilip, elimi yerdeki toza sürdüm. Rendelenmiş sabun gibiydi. İnsanın elinden kayıp gidiyordu. Kokusu, yosun tutmuş bir kayaya benziyordu. İnsan gözlerini kapatsa, bir yaz öğleden sonrası yüzerken ayağını vurduğu o kayanın yanında olduğunu zannedebilirdi. Her yer o kadar maviydi ki denizin nerede başlayıp bittiğini anlayamıyordum artık dikildiğim yerden bakınca. Sanki hepimiz bir anda suyun altına inmiştik. Belki de gerçekten inmiştik. Belki de boğuluyormuş gibi hissetmemin nedeni buydu. Derin bir nefes aldım. Nefesimin içimde gittiği yolu izledim. Burnumu yakan koku, boğazımdan geçiyor, geçtiği an kayboluyordu. Aldığım her nefes, sanki ben bir yerinden delinmiş plastik bir poşetmişim gibi, ciğerlerime ulaşamadan bedenimden çıkıp gidiyordu. İnsanların yüzlerine bakınca kimsenin eskisi gibi nefes alamadığını fark ettim. Ağızlarını her şey yavaş çekimde oluyormuş gibi açıp kapatarak, sık sık nefes alıyorlardı. O sırada lodos poyraza dönmeye, hava soğumaya başladı. Tozlar havada dönerek sürekli yer değiştiriyor, ağzımıza burnumuza kaçıp, nefes almamızı iyice zorlaştırıyorlardı. Arada, biri eline bir çuval toz alıp, üzerimize serpiştiriyormuş gibi hızlanıyorlar, açıkta kalan bir yer varsa orayı da hemen kaplıyorlardı. Sonra bir anlığına yavaşlıyorlar, insanlar da derin bir nefes alıyordu. Birden devasa boyutlarda bir toz parçası tam ayaklarımın dibine kulaklarımızı sağır eden bir gürültüyle düştü. Dehşetle kafamı kaldırıp, yukarıya baktım. Gördüğüm şey o kadar imkânsızdı ki anlık bir göz yanılması gibi bir süre bakarsam düzeleceğini zannettim. Saatlerce orada dikilip, baktım. Çok korktuğu bir şey sonunda başına gelmiş bir insan gibi acı ve rahatlama hissinin birbirine karıştığını duyuyordum damarlarımda. Bu his, yavaşça tüm organlarıma yayılıyordu. Saç diplerim, bileklerim, elmacık kemiklerim ısınmaya başladı. Hala inanamıyor ama alışıyordum gördüğüm şeye.

 Gökyüzü üzerimize çökmüştü.

Aniden “bir şey demeyecek misin” dedi. Yüzü yüzüme o kadar yakındı ki uzansam gözlerindeki takımyıldızlara dokunabilirdim. Baktıkça yıldızlar raptiyeyle tutturuldukları yerlerden çıkıp, kaymaya başladılar. Aklıma tek bir şey gelmiyor, tüm dilek haklarım ellerimden kaçıp gidiyordu. Denize doğru dönüp “aslında ben de böyle olsun istemedim” dedi. Elime uzandı. Parmakları ateşte yeni dövülmüş metal parçaları gibi sıcaktı. Elimi, bakmaya tahammül edemiyormuş gibi bıraktı birden. “Susma bir şey söyle” dedi sinirlenerek. Konuştukça, yüzündeki mevsimler bahardan kışa, kıştan yaza durmadan değişiyordu. “Hep sen bu kadar taş gibi tepkisiz, bu kadar duygusuz olduğun için oldu aslında bunlar” dedi. “Sen kimseyi sevemezsin kendinden başka” diyen sesi, kararmaya başlayan akşamı en ince yerinden delip geçti. Ayağa kalktı. Atkısını kendini boğmaya çalışır gibi boynuna doladı. Ceketinin kollarını düzeltti. Kolları, her şeyden habersiz, her zamanki yerlerinde durmuş, beni çağırıyorlardı. O ise hırçınlığın dalgasına kapılmış bir çakıl taşı gibi kıyıya vuruyor, biraz geri çekiliyor, şiddetlenip tekrar vuruyor, bu histen kendini bir türlü kurtaramıyordu. Kelimeleri, kapağı aniden açılmış bir kafesten kaçan vahşi hayvanlar gibi dört yanımdaydılar. Her biri bir yerimden ısırıp, kendine bir parça koparmaya çalışıyordu. Sesler uğuldamaya başladı o an. Sanki onun ağzından çıkanlar benim kulaklarıma ulaşana kadar havada kalamıyor, bir noktada irtifa kaybedip kaldırım taşına düşüyorlar, biraz can çekişip, ölüyorlardı. Bir kez daha ağzını açtı. En önemlisini en sona saklamış gibiydi söyleyeceklerinin. Ağzında bir balon gibi patladı harfler, sustu. Son bir darbeyle öldürmekten vazgeçip, sağ bırakan bir merhamet vardı ağız kenarlarında. Arkasını döndü. Sırtı kıtalardan kıtalara uzayıp kısaldı. Boynu, bu ağır galibiyeti daha fazla taşıyamaz gibi yana eğildi. Bir iple yakalarından havaya asılmış gibi dimdik yürüyüp gitti. Bir an önce kaçıp kurtulmak ister gibi, en kestirme yollardan geçerek beni terk etti.  

Arkasından baktım. Her saç telinin yerini ayrı ayrı hafızama işaretledim. Her adımının uzunluğunu, dirseklerinin açısını, gözden kaybolma süresini tek tek kaydettim. Dizlerim tüm insanlığın yükünü taşıyormuş gibi titriyordu. Banka oturdum. Üzerimdeki tozları silkeledim. Hüznün koşar adım gelip, onun kalktığı yere oturmasını bekledim. Bu yeni dünyaya ayın doğuşunu ve kendine tutunacak bir gökyüzü bulamayışını izledim. Yukarısı öfkeli bir yumrukla darmadağın edilmiş bir ayna gibi üzerimizde asılı dururken, denizin tüm sükûnetiyle orada öylece uzanmaya devam etmesine kederlendim. İştahla denize dalan martıların, çok derinlerden geçen lüfer sürülerinin, kıyıdaki yosunların, denize atılmış market poşetlerinin, yerlerdeki yarısı içilmiş sigara izmaritlerinin, çöpü karıştıran sokak kedilerinin, kaldırım taşlarının, iskeleye bağlı balıkçı teknelerinin hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam etmelerine hayret ettim. Sonra birden fark ettim. Tüm dünya benimle beraber masmavi bir toza bulanırken, O,  kalemle çizilmiş bir çemberin içinde gibi, her şeyin dışında kalmıştı. Üzerine ne bir zerre mavi toz konabilmiş ne de üzerimize çöken gökyüzünün hüznü onu durdurmaya yetebilmişti.




6 Eylül 2011 Salı

Bir dürümseverin hezeyanları

Uzunca bir süre  Kundera romanlarından birinin başkarakteriymişim gibi gözlerimi duvara dikip, baktım. Hayati bir karar veriyormuşum gibi televizyonu kapatıp, düşünmeye başladım. Düşünürken tüm dünya nefesini tuttmuş beni bekliyormuş gibi sessiz olsun isterim. Çıt çıkmasın. Yaşanabilecek tüm ihtimalleri değerlendirdim. Terazilerimde ölçtüm tarttım. Sonunda telefonu aldım. Bir süre de telefon ekranına baktıktan sonra numarayı çevirdim. Sesini duyunca içimdeki çarklar gıcırdayarak dönmeye başladı. Kanatları tozlanmış birkaç canlı uçarak uzaklaştı. Ne söylediğimi tam hatırlamıyorum; daha cümlemi bitirmeden tamam, geliyorum hemen, dedi. O beni hiç tanımadığından evde tek başıma korktuğum yalanına inandı. Ben de onu hiç tanımadığımdan, sadece ben korktum diye geldiğine inandım.

Telefonu kapatırken çoktan pişman olmuştum. İçime kötü bir his gelip yerleşti. Uçmaya başlayan şeylerin kanatları dikenli çalılara takıldı tek tek. Kapı çaldığında bir şeylerin yolunda olmadığını biliyordum. Açtım. Sokağın soğuğu tüm evi bir anda doldurdu. Kaşkolunun üzerinde ince ince yağmur damlaları donup kalmıştı. Ürperdim. Gözlerim gözlerinde, sırt çantasında, yeni uzattığından henüz alışamadığım sakalında, elindeki  beyaz poşette gezindi. Poşette aniden durdum. Tanıdık bir koku poşetten yükselip tam burun deliklerimin önünde patlıyordu. Tanıdık bir koku. Beklenmedik bir koku o an benim için. Sana, dedi. Dürüm getirdim, acıkmışsındır diye.

Uzun yıllar boyunca ne zaman romantik buluşmalar, makarnalı şaraplı ilk randevular konuşulsa hep bu mevzu açıldı. İlk önceleri savundum onu, sonraları sessizce gülümsedim herkesle beraber, en sonunda kahkalarla güldüm ben de. Bugün etrafımızdaki erkeklere sorsak, hepsi iyi şaraptan, aldante pişmiş spagettilerden, küflü peynirlerden söz edecek konu ilk buluşmalar olduğunda. Hepsi ağızbirliği etmişçesine bir kızın evine ilk kez giderken çiçekler, çikolatalar götürmekten bahsedecek. Oysa  bu aynı adamları gecenin geç saatlerinde ıslak hamburger yerken, otobüs garlarında acele kokoreç sardırırken, iş çıkışlarında yolda tavuk-pilav kaşıklarken, maç sonrası sokakta cızbız köfte kuyruklarında göreceğiz. Kimi kandırıyoruz? Bu adamlarla, olduklarını sandıkları İtalyanlar aynı bünyede sıkışmadan nasıl yaşıyor, bilemiyoruz.


Dün B. ile istiklal'de yürürken çok acıktık. Önce gidelim pizza yiyelim, dedik. Her yer gibi kepenk indirmiş orası da. Kapıda öylece bakakaldık. Açlık aklımızı ele geçirmişken nereye gideceğimizi bilemedik bir süre. Aniden B.'ye döndüm, ocakbaşına gidelim mi, dedim. Böyle şişler, beytiler, çok güzel olmaz mı?. B. gülerek baktı yüzüme. Hani, dedi, senin dürümcü çocuk vardı ya bahsettiğin, içimizde seni en iyi tanıyan oymuş aslında. Tramvay geçti yanımızdan o anda. İki genç öpüştü. Birkaç kişi kemençe çalan adamın etrafında horon tepmeye başladı.

Ocakbaşına doğru yürürken  benim de içime sığmayan yabancı biri ayağıma basıp duruyordu. Pardon, dedi ortaçağ resimlerinden fırlamış gibi duran etli butlu bir kadın kafasını çevirip, bu aralar akşam yemeklerini biraz fazla kaçırdım da. Bir yandan da elindeki şişteki ciğerleri lavaşa sarmaya çalışıyordu. Hayatın fazla gerçekdışı olduğu zamanlardı.


Biz kimiz?

Biz Kimiz?

Müessesemizde verilen hiçbir şeyin geri alınması, değiştirilmesi ya da iade edilmesi, söz konusu dahi edilemez. Burada olan olmuştur. Giden gitmiştir. Biten bitmiştir. Lütfen size yıllar önce verilmiş sözlerle, öpücüklerle ya da kıymetle kapımıza dayanmayınız. Unutulanların asla hatırlanmaya çalışılmaması en öncelikli prensibimizdir.

Üretimin devamı için zaman zaman tüm tarihin silinmesi ya da tamamen çarpıtılarak anlatılması gerekiyorsa, yaparız. Gerçekle yalan arasındaki çizgi bizim her gün bakkala giderken yürüdüğümüz yoldur. Canımızı yakmadığı sürece tüm yanlış anlamalara, gerekli gereksiz alınmalara, hatalara ve abartılı anlatımlara kapımız açık. Gerçek olduğu gibi anlatılınca hiç de eğlenceli olmuyor. Bunun çok uzun zamandır farkındayız.

En değerli varlığımız kendimiz olduğundan, tüm çabamız kalbimizi omzumuza konmuş bir serçe gibi taşımayı becerebilmektir. Ürettiğimiz kristal kalpler tutmasını bilmeyen elleri hunharca yaralayabilir, yara bere içinde bırakabilir. Bunun vicdan azabını zaman zaman tam içimizde duyuyoruz, evet. Peki ya kendimiz? Düşünün ki annelerimizin en sevdiği kristal kül tablalarını, kolonya şişelerini, vazolarını gün geldi biz kendi ellerimizle kırdık. Kalplerimiz de elbet bir gün kırılacaktır. Tüm amacımız o günü mümkün olduğunca ertelemektir. Müessemiz yıllardır en üst seviyede koruma önlemelerini alarak, kalpleri pamuk şekerler içinde muhafaza etmektedir. Tüm çizik ve kırıklar garanti kapsamında olup, kullanılamayacak hale gelen kalpler orijinalleriyle birebir değiştirilmektedir.


Bizi tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz.