4 Kasım 2016 Cuma

Cenin

Hislerimin derinlerinde kendimi çok geniş bir anne karnında yüzen bir cenin gibi hissediyorum. Sabahları güneşin doğması yahut geceleri yıldızların çıkması gibi şeyler mevzu bahis değil. Kendi karanlığımda kulaç atıyorum. Yorulmak diye bir şey yok. Vücudum açlık hissini bilmiyor. Oysa zihnim devasa bir açlık içinde. Gözlerini gördüğü şeylere mıhlıyor. Bir kuşun kanat çırpışında dünya gizemlerine dair sayısız kanıt buluyor. Kanadından bir tüy ansızın kucağıma düşüverse bilinmeyen diye bir şey kalmayacak yeryüzünde. Kuş da bunu bilir gibi yüzünde müstehzi gülümsemesi, kanatlarını açıyor.  Sanırsınız yeri altına alacak. Karanlıkta bunları nasıl görüyorsun diye sormayın. İyi kötü, her rüyayı görmek için önce deliksiz bir karanlığa gömülmek gerekiyor. 

Yüzerken gözlerimin içinde çalan melodiyi size nasıl atlatsam. Düşünün, masanızın başında oturuyorsunuz. Kasvetli bir salı öğleden sonrası. İçeride kalabalığın konuşmadan başka her şeye benzeyen sesi ve verilmiş nefeslerinin havasızlığı var. Akşam için yapılmış hiçbir planınız yok. Uzun mesailer bu yüzden çok da umurunuzda değil. Yalnızca diğerleri yapıyor diye siz de mesaiye kaldım diye yakınıyorsunuz telefonda akşam anneniz aradığında. Ve o sıralar evin kaloriferleri pek ısınmıyor. Tesisat değişiyor kusura bakmayın, yazan kibarlıktan çok uzak bir not asılı apartmanın girişindeki panoda. Apartman yöneticisini aradığınızda telefonlara çıkmıyor. Buna rağmen alt katta oturan gürbüz oğlan çöpü yarım kollu atletiyle çıkarıyor. Ve nasıl da üşümüyor. Siz yanından geçerken ağzının içinde bir şeyler mırıldanıyor. Arkanızdan uzun uzun kalçanıza bakıyor. Ne apartmanın ne de bu oğlanın kusuruna bakıyorsunuz. Onun yerine yatağa en son kayağa giderken giydiğiniz termal çoraplarla giriyor ve uzun uzun duvarlara bakıyorsunuz. Bütün vücudunuz soğuktan kasılmış oluyor. Uyuyamıyorsunuz. O an içinizde bir yer bir hayale kapılıyor. Bir vücudun yorganın altında büzülmüş bacaklarınıza kendi sıcacık bacaklarını doladığını düşünüyorsunuz. Kollarını vücudunuza sardıkça sanki küçülüyorsunuz. Öyle ki küçülüp küçülüp bir çakıl taşı kadar kalıyorsunuz. Oysa o kadar küçüleceksem bir kestaneye dönüşeyim diyorsunuz. Haşlanmayı, kömür sobasında közlenmeyi ya da fırında kebap olmayı istiyorsunuz. Kestane olmazsam nar tanesi, mandalina dilimi, armut çöpü, ayva yaprağı olayım diyorsunuz. Uyuyamadığınızda gecelerin kimyası bozulur, saatleri uzar. Alt kattaki televizyon gürültüsü duyuluyor. Kısacık bir an için uykuya dalıyorsunuz ve anında sabah oluyor. İşte o gecenin sabahında masanızın başında oturuyorsunuz. Kasvetli bir salı öğleden sonrası. Göz kapaklarınız önünüzdeki kağıtları okudukça ağırlaşıyor. Bademcikleriniz hafif hafif ağrıyor.  Kargo unutamadığınız eski sevgilinizin adı yazılı bir zarf getiriyor. Açıyorsunuz. İçinden gidiş dönüş uçak bileti çıkıyor. Uçak uzaklardaki bir tropikal adaya gidiyor. Aynı anda telefonunuz çalmaya başlıyor. Gülümsüyorsunuz. İşte o anı alıp bir kavanoza kapatsak ve notalara bölsek nasıl bir melodi çıkarsa kafamda öyle bir müzik çalıyor. Sanki ağırlığı olan her şey havalanıyor ve uçmaya başlıyor. O nasıl oluyor diye sormayın. Uçakları tartsak tonlarca çekiyor ama hepsi bir şekilde uçuyor.


''Cenin,'' diye bana sesleniyor bir ses. 
''Gidiyorsun. ''
''Bundan otuz yıl sonra bir gün durup dururken, otuz yıl sonra bugün yaptıklarımın ne anlamı olacak diye düşünüyor olacaksın. Sabahları güneşin doğuşunu izlemiyor, geceleri kayan yıldızlardan dilek tutmuyorsun. Ay hangi dördünde onu bile bilmiyorsun. İçinde çalan müziğin sesi kısılmış. Martı seslerini dinlemiyor, üzerine pislediklerinde gidip piyango bileti almıyorsun. Yorgunluğun aklını esir almış. Bir ağacın altına oturup hiçbir şey düşünmeden uzaklara bakamıyorsun. Balıkçı tezgahındaki balıkların, manavda yan yana dizili rokanın, semizotunun, maydanozun, yanından geçtiğin çiçek açmış meyve ağaçlarının isimlerini bilmiyorsun. Adını bilmediğin insanlara canım diye sesleniyorsun. Denizin içine kafanı sokup dibine bakarken eski günleri anımsıyorsun. Üşüdüğünde yanındakilere sarılmak yerine giderek daha kalın kazaklar giyiyorsun. Acıktığında değil saati geldiğinde yemek yiyorsun. Bu yüzden de asla doymuyorsun. Güzel hislere teslim olamıyorsun. Kahkahalarla gülünecek komik olaylara ancak tebessüm ediyorsun. Acı anıları koparıp atamıyorsun. İçinde biriktirdiğin kötü hisler yüzünden uykunda ağlıyorsun. Kar topu oynamıyor, çimenlerde yuvarlanmıyorsun. Ne bir kediyi kucağına yatırıp okşuyorsun ne de evdeki çiçeklere su veriyorsun. Zeytinyağına ekmeğini bandırmıyor, tarla domateslerine kekik dökmüyor, bir dilim karpuzu ısırarak yiyemiyorsun. Ev kokar diye palamut kızartmıyor, kilo yapar diye kahvaltıda simit yemiyorsun. Kendi doğum günü pastanın tadına bakmıyorsun. Banyoda bile şarkı söylemiyorsun. Hep sonradan akıl ediyorsun. Pişmanlık içinde yedi kat mağaralar açıyor, kayboluyorsun. Uyuyamıyorsun. Geceleri tüm ışıklar açık yatıyorsun yine de korkuyorsun. Bunları nereden biliyorsun diye sorma. Uçmak için önce yüksek bir yerden düşmek gerekiyor.