Kapıyı vurup, çıktı.
Su yüzüne çıkmamış dev bir dalganın, içindeki kıyıları dövüp durduğunu birkaç saniyelik zamanda görür gibi oldum. Geçmişten bir anının birdenbire görünüp kaybolması gibi. Bu görüntü hızlı çekimde yaşayan bir çiçek gibi tomurcuklandı, açtı ve soldu. Gitmişti.
Şimdi ne olacak diye düşündüğümü hatırlıyorum o günün sabahından. Sebepsizce. Başıma bir şey gelip de ne yapacağımı bilemediğimden değil. Öylesine. Cemrenin havaya düştüğü gün olduğunu da. Ondan önceki gün boyunca yağan yağmurun ardından o sabah yalancı bir güneşin çıktığını. Benim ona kanıp incecik bir gömlekle sokağa çıktığımı, apartman merdivenlerini inerken sırtımın ürperdiğini ama geç kalma hissi beni esir aldığından dönüp üzerime kalın bir şey alamadığımı. Tüm gün sokaklarda ellerim ceplerimde yürüdüğümü, kapalı yerlere sığamadığımı. İnsanların bulunduğu mekanlarda sanki tüm oksijeni onlar içine çekiyormuş da bana kalmıyormuş gibi nefesimin daraldığını. Parklardaki banklarda oturduğumu. Sahilde yürüdüğümü. Acıkmadığımı. O gün su içmek hiç aklıma gelmediğinden akşam üzeri başımın ağrıdığını da. Bunlara rağmen üşüdüğümü hatırlamıyorum. Daha çok bir sıkıntının içimde dolaştığını, zerrelerimi dürtüp kendine girecek bir boşluk aradığını anımsıyorum. Beton sıcağına benzer bir bunaltı. Alnımı soğuk mağaza vitrinlerine, buz gibi soda şişelerine, dondurucudaki poşetlerde yenecekleri günü bekleyen ayıklanmış bezelyelere, beni avutabilecek birilerinin avuç içlerine dayamak istediğim türden bir sıkıntı. Olmuş bir şeyin sonucu değil de olacak bir şeyin habercisi olduğunu o an birden kavradığım bir şey. Biri beni izliyormuş gibi, bir büyük üzüntü üzerime doğru geliyor hissi.
Öğleden sonra kendimi balık pazarında buldum. Balık pazarlarının kıymeti bilinmiyor. Binbir çeşit deniz canlısının ağzına burnuna uzun uzun baktım. Pullarının parıltısına kapıldım. Kuyruklarının kıvrımlarında parmaklarımı gezdirmek istedim. Bir tezgahta uzun uzun durup, bir kırlangıç balığının suratına dalınca, başında bekleyen adam, ne lazım abla, dedi. Verecek cevap bulamayıp sustum. Bu sene palamut ne kadar bol, dedim. Adam bana bakıp, elinin tersiyle tezgahın tahtasına vurdu. Tık tık. Tok bir yankı. Palamutun bu kadar bol olduğu senelerden sonra yedi yıl denizden az palamut çıktığını anlattı. Lüferin gittikçe nadirleştiğini. En güzeli lüferdir, dedi. Yüzü de güzeldir. Tezgahtan irice bir tanesini alıp, yanağından öptü. Çirkin yüzlü balıklardan yalnızca çorba yapılması geldi aklıma. Adam yanımızdan geçen çaycı çocuğun bardaklarla dolu tepsisinden iki çay istedi. Çanakkaleliyim ben, dedim. Doğduğu toprağı anlamsızca sevenlerden olduğumdan, biz çok seviyoruz o tarafı deyince gururlandım. Bak, dedi bu karidesler sizin o taraftan geliyor. Karidesin gözüne bakınca bir anlığına boğazın ışıkları yanıp söndü. Dilimin ucunu o an yaktım. Çayın dumanı tütüyordu. Sardalyalardan konuştuk. Konu sardalyalardan nasıl olduysa hanımın hastalığına geldi. Hastalığının ne olduğunu anlatmak istemiyorum. Adamın yüzündeki ifadenin anlatırken nasıl bir anda darmadağın olduğunu da. Çayın nasıl birden acılaştığını da. Kederli kelimelerin ağızdan çıktıkları an bir balon gibi büyüyüp insanın kalbinde patladığını da. Ve bunun basbayağı bir patlama olup içerideki camı çerçeveyi indirdiğini de. Gözümün kıyısında bekleyen bir damla yaşın çayın içine doğru kayıverdiğini de. Bir levreğin, yemin ederim, akan yaşa kafasını çevirip baktığını da. Birbirine yabancı insanların anlatacaklarının tükendiği bir sınır çizilidir sözcüklerde. Ötesine geçemezsiniz. Sustuk. Çay bardağını tezgahın üzerine bıraktım. Teşekkür ederim dedim. İçimden, seni de bu üzüntüden allah kurtarsın dedim. Yine içimden elini tuttum, okşadım. İnsan insan olduğundan beri aynı dert aynı keder yükü omuzlarında, her şey olacağına varır, sıkma canını dedim. Dışımdan yalnızca gözlerimi kırpıştırdım. Onun kirpikleri bana cevap verdi. Kalpler kalplere bağlandı. Birinin atışındaki sekmeyi diğeri sezdi. Yürüdüm. Adamın sarı botları batan akşam güneşine döndü. Turpların, marulların, taze soğanların olduğu tezgahlardan geçtim. Ne uzun bir gün, dedim içimden. Dediğim an içime üzerime yorgunluk çöktü.
Gidecek en iyi yer evdi. Gel gör ki senelerdir yaşadığım evin kapısına dönemiyordum. Anahtarı uzattığım an, içten içe biliyordum, bir makinanın düğmesine basar gibi, bir dönemi bitirip birini başlatacaktım. Kapının topuzundaki tanıdık parmak izleri avucuma değecekti. Kader çizgim uzayıp onunkine bağlanmak isteyecekti. İçimde delilikler tekerrür edecekti. Bir tufan apartmanı yerle bir edecekti. Sahanlık kendi suretinden çıkıp bir zavallı balıkçı sandalına dönüşecekti. Karayı göremeden günlerce dalga üzerine dalga beni tarumar edecekti. Saçlarımı tuzlar, içimi buzlar istila edecekti. Beni o ıssız geceler mahvedecekti.
İnsan en çok korktuğu felaketi içten içe, durmadan çağırmaya doyamıyor. Kendi dizginine sahip çıkamıyor. Kabuk tutmuş yaraları böyle anlarda tırnağının ucuyla lime lime ediyor. Birden yürüdüğüm yoldan dönüp ana caddeye çıktım. Çıktığım an önümde bir taksi durdu. Bindim. Saatime baktım. On iki dakika sonra kapının önünde indim. Topuzu tuttum kendime çektim. Kapının dili benden sivri. Bedeni benden ağır. İzin verdi, girdim.
İçeride yeni söndürülmüş izmarit kokusu balkondan gelen yasemin kokusuna karışıyordu. Hoşgeldin, dedi sesi. Balkonda oturuyorum, hava çok güzel, gelsene. Demek cinayetler böyle soğukkanlılıkla işleniyor, dedim içimden. Balkonun kapısına yürüdüm. Yüzünde en sevdiğim oğlan çocuğu gülümsemesiyle baktı bana. Konuşmamız lazım, dedim. O sırada yoldan bir hafriyat kamyonu tozu dumana katarak geçti. Duymadı. Elimi tutup akşama palamut aldım, dedi. Gözlerimiz tezgahın üzerindeki poşete döndü. Elimi çekip sakince bir kez daha konuşmamız lazım, dedim. Sonrasında neler olduğunu anlatmak istemiyorum. Adamın yüzündeki ifadenin nasıl bir anda darmadağın olduğunu da. Havanın nasıl birden soğuduğunu da. Kederli kelimelerin ağızdan çıktıkları an bir balon gibi büyüyüp insanın kalbinde patladığını da. Ve bunun basbayağı bir patlama olup içerideki camı çerçeveyi indirdiğini de. Gözümün kıyısında bekleyen bir damla yaşın kayıverdiğini de. Tezgahtaki palamutlardan birinin, yemin ederim, akan yaşa kafasını çevirip baktığını da. Birbirini çok iyi tanıyan insanların anlatacaklarının tükendiği bir sınır çizilidir sözcüklerde. Ötesine geçemezsiniz. Sustuk.
Kapıyı vurup, çıktı.