Evet, benim.
Benden sanki yoldan geçerken gördüğü biri gibi bahseden o dış sesin anlattığı kişiyim, ben.
Hiç de anlatıldığı gibi naif bir ayrılık acısı yaşamıyorum. Tekli kadife koltuğumda oturmuş güzel manzaralara dalıp giderken hüzünlendikçe sabahlığımın belini biraz daha sıkıyor, eflarlandıkça bir kadeh kırmızı şarabı daha bir dikişte bitiriyor değilim. Birlikte çekilmiş fotoğraflarımıza bakarak sessizce iç çekmiyorum. Gözyaşlarım usulca akarak yastığımın kenarını ıslatırken, hıçkırık seslerim incecik bir halk türküsü kıvamında duvarlarda yankılanmıyor. Hayır.
Haykırıyorum. Evin sessizliğe alışmış duvarları sarsılıp, sıvalarını döküyor. Döküldükleri yerde bırakıyorum. Mutfakta yığılmış çöpler, bunaltıcı akşamlarda kimbilir ne kimyasal tepkimelerle çok acayip kokular salıyor. Kapının önüne çıkarmıyorum. Dolapta limonlar küfleniyor, sütlerin son kullanma tarihleri geçiyor, saklama kaplarındaki birtakım zeytinyağlı yemekler hallerinden utanıp benden bile saklanıyorlar. Balkondaki sardunyalar arada bir camı tıklayıp, su istiyor. Lavanta halinden memnun, adeta yağlanmış, şezlongta güneşleniyor. Evdeki her şey, lavanta hariç, yavaşça ölüyor.
Cuma gecesi giydiğim pijamayı pazar gecesi duş almadan önce çıkarıyorum. Çıkarıp kirli sepetine değil çöp kutusuna atıyorum. Sanki ne kadar yıkansa üzerine sinen mutsuzluk beni bir daha uyutmazmış gibi geliyor. Duştaki su ya çok soğuk ya çok sıcak akıyor. Kopan saçlarım suda dönüp dönüp, sonunda giderin deliğine dolanıyor. Duştan çıktığım an midemin içinde bir yer ısınmaya başlıyor. Sesim yükseliyor. Birtakım çok kaba, şimdi kimseye söylenemeyecek kadar sinkaflı laflarla, onunla hiç tanışmamış olmayı diliyorum. Ellerimi yerlere vurarak, insanları tek bir fiskemle uzaklara fırlatarak, ağaçları tutup köklerinden söküp atarak, dünyanın bir ucundan diğerine nefes almadan koşmak istiyorum. İçim kaynıyor, anlıyor musunuz? Kapı arkalarını kontrol edip, onun gerçekten gittiğine ikna olduğum gece, banyoda, lavabonun tam önünde, dizlerimin üzerine çöktüm. Bir süre hiç kımıldamadan, nefes almadan, aklımdan hiçbir düşünce geçmeden durdum. O anı siz pazar sabahları trt 1 de izlediğiniz vahşi batı filmlerinden bilirsiniz. Kovboy, barın iki yana açılan kapısından hızla girer, silahını tam çekecekken, karşısındaki önce davranır, üç el arka arkaya ateş eder. Adam gözleri açık, bir damla yaş kirpiğinde donmuş, yere düşer. Ölmek üzere olduğunun farkında, hiçbir şey yapamadan dünyaya hayal kırıklığı ve acımayla bakar. Öyleydim. Kurşun seslerinin vızıltısını bile duyduğuma emindim. Ölmek üzereydim. Yalnızca nefes almaya devam ettiğimden henüz yaşıyordum. Ne kadar süre orada öyle durdum, hatırlamıyorum. Bacaklarım bana tekrar itaat etmeye karar verdiklerinde kalktım, pijamalarımı giydim, koridorun ışığını açık bıraktım, yatağıma yattım. Uyuyamadım.
Her gece ben, tartsam bir gram gelmeyecek hafiflikte uykularda yuvarlanırken, demek geceleri oda ve odadaki her şey bu şekilde burada durmaya devam ediyor, dedim. Bir gece önce yattığımda vücudumun her noktası çarşafa temas ederken, o gece ellerim, ayaklarım bir türlü yerini bulamadı. Oda sessiz, ev sakin, eşyalar kendi halinde. Yan apartmanın karanlığı yerlere kadar perdelerin üzerinde. Arada bir mutfaktan gelen bir tıkırtı. Uzayıp kısalan yatak gıcırtısı. Üst katta tuvalete kalkan birinin çektiği sifonun sesi. Uzaklardan bir bebek ağlaması. Yoldan geçen bir arabanın freni. O kadar. Yaz daha gelmedi diye kaldırmadığım yorgan o gece bacaklarıma dolandı durdu. Aklım, yaşadığımız her günü bir uçurtmanın ipi gibi sarmıştı.O gece açtıkça açtı. Uçurtma havalandıkça havalandı. Her gün sondan başa, baştan yaşandı. Sabah kalktığımda ilkçağlarda bulsaydım kendimi şaşırmazdım. Bulmadım.
Hiçbir şey olmamış gibi kalktım, gözlerimi maviye boyayıp, kırmızı bir etek giydim. İsyansa isyan dedim. Bu kadarcık şey içimdeki yaşama sevincini kaybettiremezdi bana. Günü biraz sessiz geçirdim, tamam. Pek konsantre olamadığımdan bazı cümleleri tamamlayamadım, bazılarını taşa vurdum, kırdım. Olsun. Akşam işten çıkıp, kalabalık sokaklarda yürüdüm. Birkaç sokak boyunca keyfim yerindeydi. Balık pazarının önündeki kedileri okşadım, tezgahlardaki barbunları saydım. Vitrinlerdeki yazlık elbiselere, rengarenk mayolara, piknik kıyafetine benzettiğim uzun eteklere baktım. Sonra ne oldu hatırlamıyorum. Birden aklıma yapmayı unuttuğum bir şey gelmiş gibi, yüreğim hopladı. Yolun karşısına geçerken neredeyse koşuyordum. Kapı önündeki masalarında üniversite öğrencilerinin dev bardaklarda buz gibi biralar içtiği bir yere telaşla girdim. Henüz kimselerin olmadığı bara oturdum. Barmen yüzüme şöyle bir baktı. Beni tanımış gibiydi. Daha önce gelmiş miydim buraya diye etrafa baktım. Kiraz ağacından bu daracık ahşap merdiveni daha önce görsem hatırlardım, dedim. Adı ne buranın, dedim barmene. Bir an yüzüme bakıp kaşlarını kaldırdı. Bas sesiyle, Atlas, dedi. Kuruladığı bardağı tezgaha bırakıp, elini uzattı, merhaba, Bahadır, ben de. Suratındaki müstehzi gülümseme konuşurken hiçbir yere kıpırdamıyordu. Yüzünün ölçüsüne göre kesilip, dudaklarına dikilmiş gibiydi. Bardakları kuruladığı bezi omzuna attı. Eğildi. Barın altında bir süre görünmez oldu. Doğrulduğunda elindeki kutunun içinden gözdamlası gibi bir şey çıkardı. Aç ağzını, dedi. Hiç karşı koymadım. Ne olduğunu bile sormadım. Ömrüm boyunca yabancılara güvenmemekle, onların verdiği şeyleri yememekle ilgili öğretilmiş ne varsa sildim attım. Yerde yatmış ölmeyi bekleyen kovboydum yine. Ağzıma iki damla mor sıvı damlattı. O kadar.
Sonra neler olduğuyla ilgili çok düşündüm. Bazı geceler uykumun çok derin bir yerinde o ana geri dönüp, mantıklı açıklamalar bulur gibi oldum. Uyandığımda, her şey çok gerçeküstü geldiğinden, öyle olmamıştır, dedim. İnanamadım. Ama içten içe emindim. Gördüğüm her şey, gerçekten olmuştu.