2 Nisan 2014 Çarşamba

Güve

Onu defalarca aradım.

Tüm yüzsüzlüğümle, gurursuzluğumla, unutkanlığımla aradım. İçimden gelerek aradım. Hiçkimsenin hiçkimseyi bir şey yapmaya zorlamadığı pazar öğleden sonraları aradım. Evde yalnız başıma oturduğum akşamlar, kalabalık sokaklarda dolaşırken, rengarenk bir vitrinin önünden geçerken, izlediğim bir filmi birden durdurup, otobüsten gitmediğim duraklarda inip aradım. Manzaralı yerler buldum kendime aramak için. Bazen kuytu yerler. Gürültülü yerlerde kapı önlerine çıktım aramak için. Durmadan aradım. Çok acil ulaşmam gerekiyormuş gibi bazılarında. Bazılarında son kez sesini duyup ölecekmişim gibi. Gözlerim açık ölmüşüm gibi bazı sinyal seslerinde. 

Açmadı.

Bazen duymadı telefonumu. Seslerimiz hanidir birbirinden çok uzaklaşmıştı, duymamış olabilir, dedim. Telefona baktığında ismimin harfleri birbirine karışıp ona oyunlar oynamış, hafızasını ne kadar zorlasa bir yerlerden hatırlar gibi olmuş ama çıkaramamıştır, dedim. Bıraktığım mesajlar birkaç saniye içinde kendi kendini yok etmiş, ne olduğunu anlamadan silinmiş ya da tam arkasını döndüğü an bilinmeyen bir dilin sözcüklerine dönüşmüştür, dedim. Aklıma hiç kötü şeyler getirmedim. Geri aramayı unuttuğuna, numaramın bir gece telefon rehberinden firar edip geri dönmediğine, telefon tellerinin birbirine dolandığına, uzayda bir uydunun tam ben onu ararken dünyaya sırt çevirdiğine bile inandım. İnsan inanmaya karar verince bir kez, ne kadar çok mazeretle kendini kandırabiliyor, telefonu açsa ona da anlatacaktım. Açmadı. Hem de hiç. Hayatının tüm isyanını benim için saklamıştı, direndi. Sesime karşı koydu. Fiziksel varlığımı inkar etti. Onun hayatında yoktum ve olmadığıma ne yapsam inanamıyordum.

Bu durumu kısa sürede bir takıntı haline getirmiştim. Ayaklarım her sokağa çıkışımda beni evinin olduğu semtlere doğru çekiştiriyordu. Bıraktığım mesajların sayısı zavallı hanelere ulaşmıştı. Neredeyse onunla telefonda konuşmayı, duyduğum uzun mekanik cevap vermeyen telefon sesiyle aynı şey sanmaya başlamıştım. Hatırasının silüeti silikleşip, sesinin tonu tanımadığım birilerininkine benzemeye başlamıştı. Kendimi mantıklı açıklamalarla tüm gün teskin ediyor ancak ne yapsam geceleri neden diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Ne uzun geceler ve ne gurursuz geceler... Onursuz olmasın aşk, diye bana seslenen şarkılar buldum o gecelerde. Aynanın karşısına geçip yüzüme baktım uzun uzun. Evin bilmediğim köşelerini keşfettim. Sokağın da. Şehrin bile hatta. Uzun caddelerde yürürken insanlığın unuttuğu eski binaların kokusunu kendime benzettim. Geçen her yüzü ona benzettim. Her hüzünlü hikayeyi benimkine benzettim. Ne yapsam, ne kadar yaşlının poşetini taşısam, yoldan karşıya geçirsem, dilencilere kağıt paralardan sadakalar versem, sokakta açlar doyursam, yok, yaptığım iyilikler bana dönmedi.

Aramadı.

Nihayetinde bir gün, son günlerde kilo aldığımdan içine sığamadığım bir pantalonun fermuarını çekmeye çalışırken, anladım. Hayatın, günlerce aradığı çözümleri insana birden hiç olmadık yerlerde sunmak gibi bir huyu var. Kopuk sahneleri bir bir birbirine bağlarken gözümdeki perde kalktı. Her şey anlam kazandı. 

Onun benim için hayatında açtığı küçük bir delik vardı. Bir tişörtü kış boyu yiyen bir güvenin açabildiği kadardı. Ben parmağımın ucuyla oynamaktan kendimi alamadığım için delik günden güne büyümüştü. Sonra yetinmeyip tüm varlığımı deliğin içine sokmaya karar vermiştim. Şaka değil. Bir güve deliğine girmeye çalışan yetişkin bir insan düşünün. Bu olsa olsa fantastik bir hikaye olabilirdi. İnsan inanmaya karar verince bir kez, nelere kalkışıyor, telefonu o an açsa ona bile anlatacaktım. Sonra kendimi bir tuvalet penceresinden çıkmaya, kardeşimin küçük pijamasını giymeye, kafamı kaldırdığım an çarpacağım dar bir havalandırma kanalından geçmeye çalışırken hayal ettim. Yetmedi. Bir kurtun elmadan çıkarken açtığı deliğe, cevizin kabuğunda bıraktığı boşluğa, kirazlardaki küçük yuvarlaklara sığmaya çalışırken hayal ettim kendimi. Kahkahaların da böyle tuhaf anlarda gelmek gibi bir huyu var. Evin camlarını titrete titrete devam ettiler. Birisinin senin için hayatında açtığı yeri büyütemeyeceğini, biri seni yaşamına ne kadar dahil ediyorsa onun için o kadar var olabileceğini o an anladım. Kahkahalarımın arasında zar zor duyduğum telefon sesiyle bir anlığına irkildiğimde bile kimin aradığını merak etmiyor, yerimden kalkıp koşarak, onun olduğunu umarak telefonu elime almıyordum. İyileşmiştim. Israrla çalan telefonların melodisinin yinelendikçe çaresizliğe dönüştüğünü daha önce nasıl fark etmediğime hayret ediyordum. Onunla değiştiğimiz rollerin bana ait kısmının oradan bakınca ne acıklı göründüğüne üzülmüyor, duygulardan kurtulmuş; yalnızca küçük kurtçukları, güveleri ve istediğimiz insanlar hayatımıza sığsınlar diye kendimizde açtığımız devasa delikleri düşünüyordum.