23 Mayıs 2014 Cuma

İsim

Haberlerdeki insanların yüzlerine hiç bakmadığımı o gün fark ettim. Apartman zillerindeki isimlerin kimlerin yüzleri olduğunu hiç düşünmediğimi. Bir gün olsun önünden geçerken kendi sokağımdaki ilkokulun tabelasına bakmadığımı, adını merak etmediğimi. Otobüs durağında beklerken, kendi bineceğim otobüsün haricindekilerin nereye gittiğine kafamı kaldırıp bakmadığımı. Apartman bahçesinde kendiliğinden biten sapsarı çiçeğin adını hiç öğrenmek istemediğimi. Her gün sipariş getiren bakkalın çırağının adının ne olduğunu bilmediğimi. Bilmiyordum işte. Bilmemek bir yere kadar normal belki ama hiç merak etmemek bir çeşit hastalık olmalı diye düşünüp, en yakın hastanenin aciline koştum.

Soydular beni. Bembeyaz bir sedyeye yatırdılar önce; ardından kafa üstü diktiler. Dur böyle, dediler, beynine birazcık kan gitsin. Olur, dedim. Pelerinini yerlerde sürüye sürüye bir hemşire geldi. Pelerini tuhaf bulmama şaşırarak, bizim üniformamız, dedi, hem çocuklar da seviyorlar. Gülümsedim. Bir yandan kafam zonkluyor, gülümsedikçe tüm kan kafama doluyor, yanaklarım omuzlarıma doğru yavaş yavaş sarkıyordu. Hemşire tek hareketiyle itti beni. Sırtüstü düştüm. Nasıl olduysa hiçbir yerim acımadı. Şimdi, dedi. Tanıdığınız herkesin isimlerini sayın, yazacağım. Elinde uzayıp giden ince, uzun bir mektup kağıdı vardı, şu üzerinde simler, dudak izleri, pembe kalpler olanlardan. Neden o kağıda, dedim. Çok tuhaf bir soru sormuşum gibi baktı yine yüzüme. Gerçek olamayacak kadar sakindi suratı. Her santimi sabit dururken yalnızca gözleri hareket ediyor sanki tüm vücudunu oradan idare ediyordu. Benim vücudumu da tabi. Sustum. Başladım. 
İlk otuz isim kolaydı. Sonra uzak akrabalardan birkaçını daha saydım. Çocukken sevdiğim dondurmacının adı vardı mesela ama soyadını hiçbir zaman öğrenmediğimden sayılmadı. Sonuna teyze, amca, abla ekleyerek yıllarca seslendiğim insanların tam isimlerini söyleyemedim. Suratları tam karşımda duran insanların kim olduklarını bilmiyordum. Sene başında kitaplarını kapladıktan sonra yapıştırdıkları etiketlere hangi ismi yazdılar bilemedim. Sınıfta sözlüye kalkarken öğretmenleri onlara nasıl seslendi. Doğduklarında nüfusa kaydeden adam ne yazdı, bilmiyordum. Dedelerinin isimlerini mi aldıklarını, adlarının yeni moda dizilerdeki güzel kızın isminden mi konduğunu, lisede aşık olduğu kızın adını çocuğuna koyan bir babaları mı olduğunu, yok, bilmiyordum. Ayıp ediyordum. Tamam, dedi hemşire uzun bir sessizliğin sonunda tüm isimleri tükettiğim anlaşılınca. Şimdi geriye doğru gidelim. Dedenizin babasının doğum yerini söyleyin, dedi. Yine sessizlik. Sanki öyle biri hiç var olmamıştı. Babannenizin burcu nedir, dedi. Hızlı hızlı devam ediyordu sorulara. Halanızın ilk gençlik aşkının adı, en küçük kuzeninizin en yakın arkadaşının adı, diş doktorunuzun adı, ilkokuldayken ölen muhabbet kuşunuzun adı... Liste upuzun ve yanına tek bir işaret konamadan duruyordu karşımda. Bilmiyorum demek o kadar anlamsızdı ki başımı eğdim sonunda. Durun artık, dedim. Utançtan başka bir histi bu. Tüm hayatımı gözlerim, kulaklarım bağlı, neresi olduğunu bilmediğim bir yere koşarak geçip gitmiştim sanki. Bir koca ömür boşuna yaşanmıştı. Pişmanlık hissi boğazıma bir yumru gibi oturdu. Ağlama hissi tüm organlarımı ele geçirdi. Karaciğerimden ayak parmağıma kadar, biri, kör bir bıçakla çizgiler çekiyormuş gibi ürperdim. İlk aşkınızın adı, peki dedi. Gözleri alnımda duruyor, içerideki dişlilere sıkışmış bir parçayı bakışlarıyla çıkarıp atmaya çalışıyordu. Yardımcı olmak istiyorum size, kendinizi birazcık zorlayın, dedi. Ağlamaya başladım.

İlk aşk, güzel bir filmin sonunda çıkan son yazısı gibi havada asılı kaldı. Güzel yüzünü avuçlarımın içine aldığım tüm mayhoş okul çıkışları konfeti gibi patlayıp  paramparça oldu; kafamdan aşağıya saçıldı. Beraber yediğimiz karamelli dondurmaların yanık şeker kokusu odayı doldurdu. Hemşire de aynı kokuyu alınca dönüp giriş kapısına baktı. Benden geliyor koku, dedim. Karamel yetmedi. Çilekli pastalar, sıcak poğaçalar, karpuzlar, peynirli patlıcan kızartmalar, tüysüz şeftaliler ortalığa döküldü. Gençliğimiz, masumiyet ve hiç yıpranmamış hayallerimiz  başımızın üzerinde döne döne uçan kırlangıçlara dönüştüler. Sonrasında seslerin yavaş yavaş azaldığını, havanın yapış yapış bir zamk gibi ciğerlerime dolduğunu, ağzımı açtıkça içimdeki tüm havanın kapkara bir zifte dönüşüp dışarı aktığını, beyaz sedyenin bacaklarından yerdeki sararmış hastane karolarına damladığını hatırlıyorum. 

Uyandığımda odanın parlak ışıkları gözlerimi acıttı. Başımda kimse beklemiyordu. Sessizdi. Birkaç dakika sonra pelerinli hemşire içeriye girdi. Uyanmışsınız, dedi. Gözleri öyle çok parlıyordu ki konuşurken kafamı biraz yana eğdim. Öğleden sonra çıkaracağız sizi, dedi, ameliyatınız başarılı geçti. 

İçimde bir ferahlık vardı. Bir hafifleme. Bir serin meltem. Bir damla buz gibi akşam birası. Bir damla sakinlik. Sessiz bir yer açılmıştı içimde. Naneli bir şeker vardı sanki akciğerlerimin altında. Hemşire çekmeceden bir kutu çıkarıp, kucağıma koydu. Çok kötü tıkanmışsınız, bir daha bu kadar biriktirmeyin, gelin arada, temizleyelim, dedi. Geçmiş olsun, deyip giderken gayri ihtiyari yakasındaki karttaki adı okudum. Teşekkürler, Perihan hanım, dedim. Gülümsedi yine, gözleri çoktan koridoru dönmüştü.

Kutuda yumruk kadar bir taş vardı. Dokununca oyun hamuru gibi bir şey. Üzerinde saç tellerinden bükülmüş milyonlarca isim darmadağın yapışmış duruyordu. Işıl ışıl parlayan birini tutup çektim, karamel kokusu burnuma dolmaya başladı. Onu zaten unutmamıştım.