22 Nisan 2015 Çarşamba

Kule

Kendi içine doğru yıkılıyordu.

Her sabah uayndığında bugün ne tarafa devrileceğine karar veriyordu. Babil kulesi bile böyle yıkılmak görmemişti. Her taşın yerinden oynama sesi, kulaklarının içinde demirden ayaklı bir karınca kafilesi gibi metal çeperlere sürtüne sürtüne yürüyordu. Gıcırtılarla uyanıyor, perde perde yükselen ses bir süre sonra kafasının içinde bir şeye, yoğun ve yapış yapış bir şeye, bataklık çamuru gibi bir şeye dönüşüyordu. Sonra devrilen metal kapların sesleri. Birbirine çarpan, bir türlü yere de kapaklanmayıp, bir süre her çeperini ayrı ayrı yer karolarına vuran, azıcık ağzı çizilen ama hiç yarasız ve sessizleşerek kendi düştüğü yere kendi mezarını kazan kaplar. Metal kokusu sarıyordu etrafı. Genzine dolup sağır ediyordu. Üzerine düşen bir şey, sesini boynuna sarıp kendini kurtarmaya çalışıyordu. İp gibi, yılan gibi, annesinin kucağına sığınan bir çocuk gibi, ağaçlara sarılan bir koala gibi, akıldan çıkmayan bir isim gibi, karın boşluğunun hemen altında bir heves gibi, susuzluk anında harekete geçen hormonlar gibi. Gidecekleri yeri kestiremeyen gece yolcuları gibi; bir an durup gözlerini kısıyor ve uzaklarda göremedikleri ama olduğunu haritalarından bildikleri bir yeri arıyorlardı. Sesler kulak deliğine çarpıp düşüyor, paramparça olup ayak başparmağına batıyorlardı. Ve kıymık her gün daha derine yürüyüp, bir gün kalbine batıyordu. Bu olurdu. Zaten bunun olmasından hep korkulurdu. Ve bir şeyden hep korkmak, hep onun olacağını beklemek olduğundan, işte gerçekleşiyordu.

Kendi içine doğru yıkılıyordu.

Kendini göremiyor, koklayamıyor; kendine dokunamıyor, tutunamıyordu. Beş duyunun dördü, hep başkalarına çalıştığından, yalnızca sesler kendine kalıyordu. O da başka şeylere benzeye benzeye, olduğu şeyden başkalaşıyordu. Tanrım, hayat ne kadar zorlaşıyordu. Oysa yalnızca az güneşli bir sabah vardı pencerenin hemen önünde. İstese kahve kokuları, kuş cıvıltıları, galata kulesi önlerinde taze poğaçalar ve taptaze bir deniz ayaklarına uzanabilirdi. Yapmıyordu. Orada öylece durmuş, yatarken bile, bir kule gibi devrildiğini ve her parçasıyla paramparça olurken gözlerini açsa mı kapasa mı, kendisiyle bunun pazarlığını yapıyordu. Umutsuz vakalar ne yapsalar umudunu yitirmiyorlardı. Geçmiş zamanda anlatılan hikayeler insanın başından çoktan geçmiş ama sesi kulaklarına sinmiş oluyordu.

Zor oluyordu.
Ama ne kadar zor olursa olsun bu yaşanan da son olmuyordu.