5 Ocak 2016 Salı

Senin aradığın şey artık bende değil



Senin aradığın şey artık bende değil, dedi. Aynı rüya bulutunun üzerinde bağdaş kurmuş oturuyorduk. Burada daha önce hiç buluşmamıştık. Yaşım iyice küçülmüştü. Ellerimin boyutlarından anlayabildiğim kadarıyla ilkokula yeni başlamış olmalıydım. Sağ elimin orta parmağındaki nasır henüz kendini var etmemişti. Ayaklarımdakiler annemin ne yapsa beni atmaya ikna edemediği rengarenk rugan ayakkabılardı. Yavrum, ayağını sıkıyorlar artık dediğinde ve haklı olduğunu bildiğimde bile onlardan vazgeçmemiştim. Çocuk aklım ayakkabılar da benimle büyür diye umut etmeye devam etmişti. Her sabah yataktan kalkıp ısrarla belki o gün ayağıma olurlar diye denemiştim; bir gün bile olmamışlardı. Bir süre sonra kutuya koyup kendi ellerimle dolaba kaldırmış yine de atılmalarına müsaade etmemiştim. Şimdi onları yeniden ayağımda görüyor olmaktan o kadar mutluydum ki konuşurken gözüm sarı bağcıklara takıldıkça sırıtıyordum. Neşe bir yavru kuş gibi omzuma konmuştu. Neden neşeliydim, bilmiyordum. Oturduğum yerden parmaklarımla bir parça bulut koparıyor, ufaladıkça tarlaların üzerine doğru uçuşmalarını izliyordum. Yerde otlayan sürüdeki koyunlar bir süre gökten gelen bu tuhaf cisimlere bakıyor, hemen sonra ilgilerini kaybediyorlardı. Bunu yaparken  kendimi kaptırıp çok derin bir parça koparmaktan korkuyordum. Boyutlarımdan emin değildim. Küçük bedenim açtığım delikten aşağıya uçup gitsin istemezdim. 
Çok gülmüştüm buluşmanın başından beri. Anlattığı her şeyde çabasız bir nüktedanlık vardı. Ya da ben tüm tebessüm saatlerimi ona ayarlamış ve konuşmasını beklemeye başlamıştım. Beni ne anlatıp bu kadar eğlendirmiş olabilirdi. Hatırlamıyorum. Oysa kıkırdarken içimin bir sürahi su gibi berrak olduğunu hatırlıyorum. Net bir boşluk. Hiç dalgasız. Telaşsız. O kadar günlük hayatın içinde olamayacak huzurda anlardı ki bir rüyada olduğuma şüphe kalmıyordu. Bu gülüşlerden sonra bir yerlerde ağlamaya başlayacağımdan içten içe emindim, sadece zamanımı bekliyordum. Rüyada ya da değil, hiçbir hesapsız gülüş cezasız kalamazdı.

Ne demek sende değil, nerede bıraktın ki, dedim. Yüzüme baktı uzun uzun. Kocaman avuç içiyle uzanıp yanağımı okşadı. Elleri hep aynı kokuyordu. Anladığımdan emin olmak ister gibi tane tane konuşuyordu. Söylediklerini iyice anlayabilmek için dudaklarına bakıyordum. Söyledikleri tanıdık kelimelerdi ama birleştirdiğimde yetişkin halimin anlayacağı cümlelerden, o an bir anlam çıkaramıyordum. E ama bir yere bırakmışsındır, gidip arayalım, dedim. Yok yavrucuğum, dedi, bende olsa sana verirdim, ama yok oldu artık o, dedi. 
Yok olmak. 
İşte ağlamaya başlayacağım yer orasıydı. Yok olmak kaç yaşında olunursa olunsun aynı korkunçluktaydı. Yok olmasın, dedim.  Yok olmasın diye avazım çıktığı kadar bağırırken hala ağzından çıkacak tek bir lafta teselli bulabilirdim. Geri dönülmez yerlerde değildim. Başını önüne eğdi. Bağıra bağıra ama o benimdi, diye ağlamaya başladım. Düşme korkumu unutmuş, yumruklarımı buluta vura vura, bulalım onu, diye hıçkırıyordum. Vurdukça ikimiz de olduğumuz yerde sallanıyorduk. Sarıldı. Vücudu bana göre o kadar büyüktü ki kucağında kayboldum. Sesimi alçalttım. Bulabilirdik, dedim.Yanaklarımdan yaşlar akmaya devam ederken tüm vücudum sarsılıyordu. Hala, tamam, gidip bulalım, demiyordu. Hiç mi bulamayız, dedim. Bu kadar çaresi bulunamayacak bir şeyi aklım almıyordu. Sonsuza kadar mı gitti, dedim vereceği cevaptan ödüm koparak. İyice yaklaştırdı beni kendine. Söyleyeceği şeyi ömrüm boyunca hiç unutmayacağımı biliyordu. Az acıtsın istiyordu ama bazı şeylerin az acıtan halleri diye bir şey yoktu. Gözlerimin içine baktı. Bir süre hiçbir şey söylemedi. Fısıldayarak, ölüm gibi bir şey oldu, dedi ama kimse ölmedi.

Gözümü açtığımda bir tahta sırada oturuyordum. Karşımdaki tahtada içimi sıkan birtakım ders notları yan yana sıralanmıştı. Saçlarını geriye doğru taramış bu gömlekli yetişkinin dersin öğretmeni olduğunu tahmin ediyordum. Gömleğinin tüm düğmelerini sıkı sıkı iliklemişti. Gereksiz bir ciddiyet vardı yüzünde. Ve bu ciddiyetin gömleğindeki komik yıldız desenleriyle oluşturduğu tezat her şeyi gerçek dışı bir hale getiriyordu. Ezcümle, dedi, hiçbir şey yoktan var olmaz, var olanlar da yok olmaz. İstemsizce güldüm. Bu vücudun başka hiçbir tepki vermesinin mümkün olmadığı anlarda verebildiği tek refleks olan türden bir gülüştü. Adam kafasını bana çevirdi. Yerimde doğruldum. Ayağımda hiç sevmeyerek aldığım siyah bağcıklı ayakkabılar vardı. Sağ ayağımın küçük parmağının sızladığını otururken bile hissedebiliyordum. Bir yorumun var mı bu konuda, dedi. Tüm sınıf aynı anda bir eğlence çıktığını ve dersin bundan sonrasının kaynadığını anlayarak bana doğru döndü. Yok, dedim. Sence var olan şeyler nasıl yok oluyor peki, dedi. Ölen canlılar mesela zamanla nasıl başkalaşıyor?
Beni gerçekten zorluyordu. Bildiğim her şeyi anlatmalı mıydım? Sessiz kalışımın onu içten içe sinirlendirmeye başladığını seziyordum. Kusura bakmayın ama yalnızca ortaokuldaydım ve otorite henüz beni korkutan bir şeydi. Gelip sıramın tam önünde durdu. Sesinin tonu değişiyordu. Gece uyumamış birinin sesinde olabilecek türden bir hırıltı vardı boğazında. Gözlerinin altında torbalar oluşmuştu. Yakından bakınca alnındaki sivilceleri, saçlarındaki beyazları ve gözlerindeki delici bakışı daha net görebiliyordum. Çok yorgun gibiydi. Bu hali beni daha da tedirgin ediyordu. Bence zaman diye bir şey, dedim ve duraksadım. Söyleyemeyecek gibiydim. Tek solukta bıraktım gitti. Zaman diye bir şey yok, dedim. İlginç, dedi. İçimizde yaşayan şeyler bir sabah kalktığımızda orada olmayabilirler ve başka bir şeye de dönüşmüş olmazlar. Yok olmuş olurlar. O yüzden size katılamıyorum. 
O saniyeden sonra neden bana o kadar çok bağırdığını anlayamadım. Hiç. Size inanamayacağız, demek ki bundan sonra, demek ki benim sizi tüm yoklama listelerinden çıkarmam, dersten kaydınızı silmem ve hatta müdür yardımcısıyla hemen konuşup sizi bu okuldan attırmam gerekir, dediğini hayal meyal duyabildim. Bayılacak gibi hissediyordum. Sonraları her şeye en yakından şahit olan sıra arkadaşım bile bunları benim uydurduğumu, adamın bana yalnızca ilginç bir bakış açısı, deyip tahtaya döndüğünü söylemekte ısrar edip durdu. Oysa ben adamın gözlerini görmüştüm. Uydurmuyordum. 

Yorganın bembeyaz bulutlar gibi karmakarışık durduğu yatakta çırılçıplak yatıyorum. Odanın içindeki hava önceden bildiğim bir yeri anımsatıyordu bana. Tanıdık bir koku gibiydi ama çıkaramıyordum. Odanın anahtarını nereye koydun, dedi kapıdan başını uzatıp. Bende değil, dedim. Ama sevgilim sana vermiştim az önce, dedi. Hatırlamıyorum, dedim. Bende değil işte, değil, değil. Bende olmayan bir şeyi de kimseye veremem. Gelip yanıma oturdu. Birkaç gündür tatildeydik. Uzun ve derin uykular gözlerinin altındaki torbalara iyi gelmişti. Elleri sıcacıktı. Hiçbir şey söylemedi. Gelip sarıldı. Boynunun kokusu o an benden daha çıplaktı. Gözümü kapatınca kokusuna kimlerin kokusunun karıştığını, girdiği fırındaki ekmekleri biraz yaktıklarını, yolda durup kendine yeni çekilmiş koyu bir kahve aldığını, tanımadığım bir kadının gereksizce yakın mesafeden boynuna parfüm kokusundan hareler bıraktığını hissedebiliyordum. Beni bırakma, dedim. Ne bırakması, dedi. Ağladığımı vücudum onunkini de sarsmaya başlayınca fark ettim. Bundan çok günler sonra bir gün, bana sende olduğunu ve gözün gibi baktığını sandığım bir şeyin, artık yok olduğunu söyleyeceksin. O gün gelmesin, dedim. Ne diyeceğini bilemedi. Saçlarımdan öptü. Söz ver, dedim. Sırtımı okşarken uykularda dolaştım, rüyalarda gezindim, kabusların  kapı önlerinden geçtim.
Gömleğinde yıldızlar olan adam uzakta bir yerden, gününü bekleyen bir pişmanlık gibi gözlerini dikmiş bakıyordu.