20 Haziran 2015 Cumartesi

Gidilmemiş yerler atlası-4

Size o gece, o barda gerçekten neler olduğunu anlatmayı çok istiyorum. Günlerdir beklediğiniz mektubu getiren postacıyı gördüğünüz an hissedilen neşe vardır ya. Hani o gün vücudunuz bir kanser hücresi yarattıysa bir yerinizde, o sevinç gitmiş onu öldürmüştür. Öyle bir hisle doluydum.

Ama önce size anlatılan o sabahta aslında neler olduğunu da anlatmak istiyorum.

Sabaha karşı dörtte, artık muhitimin tüm seslerini dinlemeye alışmış olan ben, hala uyanıktım. Her gece bu saatlerde kalkıp tuvalete giden üst komşumu hiç görmemiştim ama onu yetmişlerinde, saçlarını yandan ayıran, beyaz bıyıklarını küçük tarağıyla evden çıkmadan önce her gün tarayan, ütülü pantolonlu ve prostatlı biri olarak hayal ediyordum. Bundan sonra markette karşılaşsak eminim tanır, içtenlikle günaydın derken, o da beni bir yerlerden tanıdığını ama o an çıkaramadığını düşünürdü. Tam saatinde gıcırdayan yatağından kalktı, yavaş adımlarla banyoya yürüdü, sifonu çekti, bence ellerini yıkamadan gitti, yattı. O da yatınca, biraz uykum gelir gibi oldu. Gözlerim yanıyordu. Yan dönüp başucumdaki saatin bir an durmayan saniyesini izlemeye başladım. Saniyenin vahşi bir at gibi tozlu bir bozkırda koştuğunu kafamda canlandırırken, sanırım uykuya dalmışım. Yedi buçuğa kurulu alarmım çalmadan yarım saat önce biri gelip dürtmüş gibi uyandım. Bu yine o histi. Tanıyordum. Uykunun insana unutturduğu tüm acıların, iyi ve kötü anıların uyandığı an insanın midesine yüklenmesine sebep olan his. Yatak artık benim için huzur bulunan bir yer değildi. Kalktım. Tuvalette yarım saat oturup, banyoda üç gün önce bıraktığım gazetenin magazin haberlerini okudum. Çoktan güneydeki tatillerine başlamış olan bazı çok güzel kızların bazı çok yakışıklı adamlarla ne çok eğlendiğine ve ne mutlu hayatlar yaşadıklarına iyice baktım. Bazı insanların bizim hayat boyu başarılı olmak için uğraştığımız işlere, kazanmaya çalıştığımız paralara ve ne yaparsak yapalım biraz acemice kenarında durmaktan kurtulamadığımız, evdeki aynalarda ne kadar çalışsak bir türlü onlar kadar güzel çıkmadığımız bu fotoğraflara nasıl olup da bu kadar kolay sığıverdiklerine  akıl sır erdiremedim. Erdiremedim ama fikir yürütmeye de içimden devam ettim. Nedense hiç acelem yoktu. Oysa işe geç kalmanın tam kıyısındaydım. Eğer on dakika daha anlamsızca evin içinde dolaşırsam, ne giyeceğime de karar veremeyeceğimden, yetişmem gereken metroya yetişemeyecek, onun yakaladığı otobüse binemeyecek ve küçük kararsızlıklarım dev bir geç kalış olarak haneme yazılacaktı. O sabah ne kadar umurumda değildi bu durum, anlatamam.

Cinnet anı dedikleri şeye benzer bir şey yaşadığımı elimdeki telefonun saatine bir kez daha baktıktan hemen sonra rehbere girip, tüm isimleri sildiğimde fark ettim. Hayır, kız gruplarında mesajlaşmak, Aylin'in indirimden aldığı limon sarısı eteği görmek, üç ay sonraki bayram tatiline zavallıca iki gün daha ekleyebilmek için plan yapmak, gülümsemek, hayatıma kaldığım yerden devam ediyormuşum gibi yapmak, işe gitmek, para kazanmak, hiç ama gerçekten hiçbir şey yapmak istemiyordum. İçinde olduğum hayat, dört bir taraftan beni kuşatmış, nefes alacak alan bırakmamıştı. Bu şehre, her gün bir benzerini yaşadığım günlere zincirlenmiş gibiydim. Deliler gibi uğraşıyor ama bir türlü istediğimi sandığım hayatın içine girecek bir delik açamıyordum. Mutlu hayatlar kendilerini surlarla kapatmış, bırakın sığabileceğim bir deliği, en ufak bir sızıntıya bile izin vermiyorlardı. Kendimi şövalye zırhlarını kemiren bir güve gibi görüyordum. Sanırım son dişimi de bu sabah kırmış ve artık pes etmiştim. 

Buzdolabında çürük kokusunun içinde sağ kalabilmiş birkaç cam kabın kapağını açtım kapadım. Hiç de iştah açıcı olmayan bir kahvaltı tabağı hazırlayıp, bir bardak da çay aldım. Balkondaki tozlu masaya oturdum. Dünyanın her yerinde uyanan insanların, o an kahvaltı masalarında kim bilir kimlerle oturduklarını düşündüm. Lapalarını çubuklarıyla didikleyen Çin ahalisi çoktan kahvaltıyı bitirmiş, çaylarını içmişti. Bir kısım Avrupalı şekerli çöreklerini iki yudumluk kahvelerine banarak gazetelerini okuyordu. İş arkadaşlarımın çoğu önünden geçtikleri bir fırına girip bol margarinli bir poğaça almışlar, birazdan sigara içilebilen terasta bir bardak çayla yiyeceklerdi. Bizim oralarda bir evde, bir babaanne torunlarına kahvaltı için sütlü çorba pişirmiş, uyanmalarını bekliyordu. Bir takım Amerikalı kalkacak ve pancake pişirmek için tavayı ateşe koyacaktı, derin kaselere sütler boca edecekti. Hepsinin mutlu, kalabalıklar içinde ve uykusunu almış vaziyette uyanmış olmalarına imkan var mıydı? Kötü bir rüya gören, kabusunda örümceklerle savaşan, yastığı boynunu ağrıtan, sırtı tutulmuş uyanan da mı yoktu? Bir tek bana mı yaşanacak bir hayat kalmamıştı? Yoksa içimi oyan bu üzüntü hayatımda yokken, başka birileri bir balkonda sabahın ilk saatlerinde mosmor göz halkalarıyla oturuyor ve benim hayatıma mesela, kıskançlık ve haksızlığa uğramışlıkla dolu gözlerle bakıyor muydu? Benim bir versiyonum da bir gün şu balkonda oturduğum güne uzaktan özleyerek ve imrenerek bakacak mıydı? Belki. O an bunları sadece aklımdan geçirebiliyor ama aklımın gösterdiği gerçekliklere inanacak gücü kendimde bulamıyordum. İflah olmaz iyimser tarafım benim kalktığım yatakta, derin bir uykudaydı. 

Balkon demirine konan güvercin, masanın üzerindeki ekmek kırıntılarını çoktandır gözüne kestirmişti. Tek kanat hareketiyle tabağıma konduğunda irkildim. Şehrin tozuna, egzozuna bulanmış kanatlarında birden gözlerimin önüne dünya haritası serildi. Henüz kimsenin basmadığı bir kumsal gibi kullanılmamış. Hayatım gibi yaşanmamış. Kafamı kaldırdım. Kimseye verdiğim bir söz, kaçtığım bir yer, beni bekleyen biri, bağlayan tek bir kemer yoktu buralara. İstersem hemen şimdi buradan yürümeye başlar, Yunanistan sınırından geçer, kayıplara karışır, bir daha da geri dönmezdim. İşi hemen bugün bırakır, bir daha kimsenin yüzünü bile görmez, tek bir açıklama bile yapmama gerek kalmazdı. Bankadaki bir miktar para beni bir süre idare eder, etmezse arabayı satardım. Gittiğim yerlerde sadece yemeğe içmeye para harcar, küçücük hayatımı idare edecek kadar kazanır, kendime beni hiç yormayacak işler bulurdum. Yok olabilirdim. İstediğim coğrafyada istediğim şekilde var olabilirdim. Tabağı da kırıkları da balkonda bırakıp, giyinmeye gittim. Evden tam çıkarken geri dönüp bir bardak su doldurdum. Götürdüm, sardunyalara döktüm. Bir zincir kırılmıştı. Bir tekerlek yerinden fırlamıştı. Bir taş duvardaki sırasından kurtulmuştu. Küçük bir kızın elinden kaçırdığı uçan bir balondum artık, uçup gitmiştim.

O sabahı hala hayatımın gidişatının değiştiği zaman olarak düşünmek hoşuma gidiyor.