30 Ekim 2017 Pazartesi

Uyku

''Bizler ki düşlerin mayasından yaratılmışız,
şuncacık bir adadır hayatımız, ağır uykularla çevrili. ''-W.shakespeare

 Uykuya daldığımız an yok oluyoruz. Kepenkleri indirilmiş bir mağaza vitrini gibi duruyor yüzümüz olduğu yerde. Yarı ölüm dedikleri bu. Oysa öldükten sonra başka bir dünyada ruhun yaşamaya devam edeceğine inanan herkes insanın uyuyunca da başka bir aleme geçtiğini kabul etmeli.

Buz tutmuş ayaklarını ısıtmanın bir yolu yoktu. Açtı yorganı. Demir birer külçe gibi sakız beyazı çarşafın üzerinde duruyorlardı. Her kıvrımlarına uzun uzun baktı. Topukları ne kadar sert, tabanları tenine göre ne kadar da koyu renkti. Bir an insanın en ilkel kalmış yanı ayakları, diye düşündü. Sanki yalın ayak çorak topraklarda koştuğum bambaşka bir önceki hayattan kalmışlar gibi vücudumda, dedi. Taraklılar diye çocukluğundan beri sevmediği ayakları, baktıkça daha da çirkinleşti. Gittikçe büyüdü. Tam o anda T. kapıyı açtı. Dosdoğru pencereye gitti. Önce perdeleri sonra pencereleri açtı. İçeriye sapsarı bir gün doğdu. Her damla ışık  havada binlerce kez patlayarak çoğaldı. Yerdeki tozların, yorgandaki her kıvrımın, aynadaki görüntülerin, çerçevelerdeki fotoğraflarda gülümseyen yüzlerin, her yana saçılmış kitapların arasındaki ayraçların, tarakta kalmış bir kaç tel saçın, komodinin üzerindeki  cam su bardağının her zerresine ayrı ayrı düştü. Kızın yüzündeki kıvrımlar, perdelerin arasındaki gölgeler çoğaldı. 

- Ne bu saçının hali, dedi T. kıza. Bir yandan yere atılmış tişörtleri, etekleri alıp tek ayağı kırık sandalyenin arkasına asıyordu. Sandalye yükünü taşıyamayıp tökezleyince alıp duvara yasladı sandalyeyi de. Elindeki çorabın bir tekini aramak için eğilip  yatağının altına bakarken, kız , neyi varmış ki, yeni uyandım işte, dedi. Bir yandan da eliyle saçlarını yoklayıp anlamaya çalıştı. Elini yatağın altına sokup iki tane birbirinden farklı çorap teki çıkardı. Onlarla beraber küçük bir kağıt parçası da çıktı. Ucundan toz topakları sarkan kağıdın üzerinden büyük harflerle, yarın, aynı yerde, yazıyordu. T.  bir kağıda bir de kızın yüzüne baktı. Kız o sırada pencereden dışarıya bakıyordu. T. çorapları toplayıp götürürken, notu da cebine attı. Kahvaltı hazır, dedi. Kızın o günden tüm hatırladığı bu kadardı.


Birdenbire gözlerini açtı. Nefes nefeseydi. Ağzı kupkuruydu. Bütün iç organları çorak topraklar gibi boydan boya çatlamıştı sanki. Korkunç bir rüyaydı belli ki ama tek bir şey hatırlamıyordu. Başucundaki lambayı yaktı. Sürahiden bir bardak su doldurdu. Birkaç damla geceliğinin yakasına döküldü. İçti. Bir bardak daha doldurdu. Elinde bardakla, yatağın içinden dünyanın karanlığına baktı. Duvarlardaki çatlaklara, tavandaki gölgelere, tam karşısında asılı duran resimdeki dağların yamaçlarına baktı. Odanın şekline baktı. Tam bir kare, dedi. Bir rubik küp kadar kare. Bunu çizen mimar acaba bir kez olsun bu odanın ne kadar kare olduğunu düşünmüş müdür diye düşündü. Bu kare odada yerini bir türlü bulamayan eşyaların her gün oradan oraya volta atacaklarını biliyor muydu. Tavanı yükselen evlerin duvarlarının aynı oranda yükseldiğini fark etmiş miydi? Bu sessizliği ya da? Bu evleri kim bu kadar sessiz yapmıştı? Hiçbir odadan diğerine tek bir nefes alışın, ufacık bir gülümsemenin, iç çekişin geçmediği duvarları kim iyi bir şey sanmıştı? Şu an biri çıkıp ,o uyurken tüm dünyanın birden sona erdiğini ve bu odanın uzayda bir boşlukta asılı kaldığını söylese, inanırdı. 


Aynı anda T.  plastik terliklerini çıkardı. Ayaklarını mutfağın soğuk seramiklerine dayadı. Ayak parmaklarından sırtına kadar uzanan upuzun bir ipin ciğerlerine dolandığını hissediyordu. Her nefes alıp verişinde içindeki kocaman iplik topağı biraz daha genişliyordu. Gündüzleri sokakta attığı her adımın izini, geceleri aklından geçirdiği on düşünceden beşini, uykuların en derin yerini bitmek bilmeyen upuzun bir kaşkol gibi örüyordu bu his. Yaz gecelerini yün süveterlere, kaşkollara, çoraplara dolanmış geçiriyordu. Balkondan gecenin serinini eve sokmaya çalışıyor ama ne yapsa serinleyemiyordu. Sigara dumanının balkonda yanan ısığa doğru uzayıp gidişini izledi. Karşı apartmanda açık unutulmuş bir televizyonun rengi sürekli değişen ışığına baktı uzun uzun. O sırada  her biri gecenin elini sıkı sıkıya tutmuş bir kaç genç gülüştü sokak lambasının altında. Koyu bir rakı kokusunun da havaya karıştığını dikkatlice baksa görürdü T. Onlardaki yaşam sevincinin tazeliğini, taze yüzlerindeki pembeliği alıp saklamak geldi içinden. Bir parçası havada asılı kalmış gülüşlerini alıp, cebine, dün kızın odasında bulduğu notun yanına koydu. Terliklerini eline alıp, parmak uçlarında geçti koridoru. Saçlarının hışırtısı da olmasa insan onun var olduğuna bile inanamazdı bu sessizlikte.


O gece ikisi de uykuya tutunamadı. 


Sabah her zaman geldiği saatte gelip aydınlığını yüzlerine vurdu.

T. yatağın kenarına oturmuş, kızın yüzüne bakıyordu. Dün gece sokaktaki gençlerden çaldığı bir parça sevinci madalyon gibi takmak istiyordu kızın göğsüne. Dudaklarına eliyle bir gülümseme çizip bırakmak istiyordu. Oysa parmak uçlarının yalnızca gölgesi değiyordu kızın yanaklarına. Uyandırmak için gelmişti kızın yanına ama şimdi, yanında durup uyurken birine bakarken insan çok mahrem bir şeye bakıyormuş gibiydi. Uyuyan birine bakmak sanki bir anahtar deliğinden bir odaya bakmak gibiydi. İçeride ne olduğunu göremese de görmeye çalışmaktı. Göz kapaklarını eliyle tutup kaldırsa sanki orada bin kanallı bir televizyon ekranı vardı. Her kanalı ayrı bir dünyanın alanı. Gözlerinin hareketine bakınca kızın şu an burada yattığına inanmak ne zordu. Kepenkleri indirilmiş bir mağaza vitrini gibiydi yüzü.  Karadan ulaşılamayan bir güzel cennet koyu. Haritalarda dahi işaretli olmayan ıssız bir ada. 

Ağır uykularla çevrili.






3 Ekim 2017 Salı

Antikacı

Bugün seni aradım. Açmadın.

Sesinde neler vardı, göremedim.  Bu artık benimle ilgili her şeyi silip attın demek olabilir.  Senin ucunda olmadığın bir uzun telefon çınlamasının benim içimde ilmek atması yıllar süren kaç düğümü açıverdiğini bilirsin. Ben de senin yüzyılın en büyük acılar antikacısı olduğunu bilirim. Söylediğim kötü sözler, ettiğim hakaretler etine olta ucu gibi saplanıp kalmıştır. Gözünün içine bakarak ettiğim ahlar omuz kemiklerini vurup geçen kurşunlar gibidirler. İlk anda olayın sıcaklığıyla anlamamışsındır da gece yatağına yatıp uyumaya çalıştığında canın çok acımıştır. Omzun kırılıp kucağına düşmüştür. Gece yarısı acil servislerde doktor aramışsındır. Ne yapsalar yerine düzgün kaynamamıştır. O günden sonra kimseye dilediğin gibi içten sarılamamışsındır. Kafanın üzerinde beraber dolaştığın kapkara bir bulut gibi, bu da senin lanetin olmuştur. Açmamışsındır.

En son kapıyı öyle bir vurup çıkmıştım ki duvardaki boyalar halının açık renk olan yerine dökülmüştü. Kapı, ben ne yaptım, der gibi menteşelerinden sallanmıştı. Sen öylece bakmıştın. Öylece bakan gözlerinde, birkaç martı çatıdan atlayıp intihar etmişti. Camdan yapılmış gibi hassas midende bir yer kasılmaya başlamış, bir dalga gibi büyümüş ve ben daha apartmanın alt kapısından çıkarken seni klozetin önünde iki büklüm kusar hale getirmişti. Diline cam kırıkları batmıştı. Onlar bana hiç söyleyemediklerindi. Hepsi boğazın pis sularına karışıp gitmişti. Bir uskumru tesadüfen yemiş ve kırk yıl sonra tüm sürüleri boğaza geri dönmeye ikna edebilmişti. Oysa sen ağzını açıp tek kelime etmemiştin. Onun yerine ağzından tuhaf kokulu, buhar gibi bir -poh- sesi çıkmıştı. Yolda kaldıktan sonra takviyeyle çalıştırılmış eski bir arabanın egzozundan ilk çalıştığı an çıkan bir ses gibi. Poh. Bir tıkanıklık aniden açılmış gibi. Belki miden kasılmaya içinden çıkan o sesten sonra başlamıştır. O ses bulutu havadaki toz zerrecikleriyle kol kola girmiş, irileşmiş, pencereden çıkıp gitmiştir. Kesin aceleyle, önüne bakmadan gidiyordur, kendi halinde gökte asılı duran bir yağmur bulutuna çarpmıştır. Hiç beklenmeyen bir zamanda zavallı fanilerin üzerine yağmur yağmıştır. Telefon çalarken gök gürlüyordur, duymamışsındır.

Hiç affetmediğini bilirim. Ne kadar affetmediğini düşününce aklıma çöp evler geliyor. İnsanların pis, gereksiz, sıradan, hastalık yuvası dediği ne kadar anı varsa kolundan tutup getiriyorsun. Muhabbetleri kötü. Nefesleri iğrenç kokuyor. Üstlerinde paçavraya dönmüş kıyafetler. Hangi köşede görsen, çirkin suratlarını hemen tanıyor, aklında bir koltuğa oturtuyorsun. Ben seni şuradan hatırlıyorum, diye başlıyorsun lafa. Hafızanla şaşırtıyorsun. Kahve molası bile vermeden saatlerce konuşuyorsun. Her seferinde içinde bir karanlık oda daha inşa ediliyor yenilerini misafir etmek için. Aklının iplerinden biri daha kalitesiz halatlar gibi ufalanıp gidiyor. Sırtına bir ürperme geliyor. Boğazın ağrımaya başlıyor. Ne gerek var, diyorum. Neden, kendine işkence ediyorsun? Oysa sen kendini affedemediklerini unutmayarak besliyorsun. 

İnsan en çok sevdiklerini en zor affediyor. Sen beni affetmenin kenarındaki dahi geçmiyorsun. İçinde beraber var olabileceğimiz hiçbir fotoğrafı çekmiyorsun. Sarhoşluğunda beni hatırlayacağın içkiler içmiyorsun. Nereye oturmak istersiniz diye soruyorlar, cam kenarını seçmiyorsun. Sokağımdan geçmiyorsun. Aklıma gelmekten vazgeçmiyorsun. Saksılara yeni sardunyalar dikmiyorsun. Deniz kıyılarında gitmiyorsun. Güvercinlere yem vermiyorsun. Karpuzdan irice bir dilim kesip kollarından sularını akıtarak yemiyorsun. Gülümsemiyorsun. Bomboş tarlalardan geçip bir domates tohumu dahi ekmiyorsun. Bekliyorsun. Loş bir odanın sessizliğinde. Telefon çalıyor çalıyor çalıyor. 

Açmıyorsun.





18 Eylül 2017 Pazartesi

Yokum, güzel kardeşim.

Gelin, önce yemyeşil çimenleri çekip alın ayağımın altında. Sonra göğün en parlak sarı yerlerine siyah keleminizin kirli ucuyla çirkin kargalar kondurun. Parmağınızın ucuyla sabah sisleri doldurun en berrak yerlerine. Denizimin dibine pis izmaritlerinizle dolu kül tabaklarınızı boşaltın. Balıklarımın midesini bulandırın gecenin en mahrem saatlerinde her yeri aydınlattığınız lambalarınızla. Dalgasını küstürün boğazın çirkin teknelerinizde çalan şarkılarınızla. Üç tanesi beş kuruşa aldığınız korkunç parfümlerinizle martılarımı boğun. Olmadı yüzlerine sakızlarınızı şişirip şişirip patlatın. Yetinmezseniz; ki siz ne zaman neyle yetindiniz? Yetinmezsiniz. Dudaklarınıza öptüğünüz her ismin üzerini boyamak ister gibi sürdüğünüz rujlarınızın izlerini camilerimin kubbelerinde bırakın. Sürüdüğünüz eteklerinizde açlığınızın kırıntılarını dökün yollara. Sümüklü böceklerin izlerini, sidikli bezleriyle bebek dizlerini, faili meçhul cinayetlerin gizlerini aynı cümlede kullanın. Tuhaf mutsuzluklarınızı çıkmaz sokakların bağrına inci gibi dizin. Dünyanın tüm hikayelerini aynı bozuk gözlerinizle izleyip, en sıradan günlere hayret edin. Tenleriniz hep bronz, eteklerinizin pilileri hep ütülü. Her güzel kapının önünde bıkmadan aynı pozu verin. Her sabah aynanın karşısına geçip bugün hangi güzellikler başıma gelecek diye düşünürken çekinmeyin, bağrınızı açıp tüm deniz kazazedelerini, sellerde, fırtınalarda, savaşlarda evsiz ve halsiz kalmışları emziriverin. Bulaşıkları bana bırakın, siz duvardaki tablonun sağa doğru eğrilen çerçevesini düzeltin. Sabahın köründe kalkıp şeker fabrikalarına, tekstil atölyelerine, fındık bahçelerine, dolunun vurduğu biber tarlalarına kamyon kasalarında giden çocuk işçileri uykunun sabahla sınırından ben atlatırım, siz bir zahmet sabah avokadonuzu iyice limonlayıp yiyin. Hepimizin bindiği trenin ilk durağında siz inin. Tüm yabancı şehirlerin en güzel yerlerini siz bilin. İki kuruş hesaplar ödediğiniz lokantaların en güzel masasına mekan sahibi gibi kurulun, en tatlı bağların şaraplarını siz için. Ben turist kazıklayan kalabalıkların içinde her seferinde ellerinde kalmayan yemekleri sipariş ederim. Uçaklarım rötar yapar, tatili böyle böyle hiç ederim. Hiç bozulmayan tırnaklarınız, neredeyse hiç var olmamış tüyleriniz, kıllarınız, bir teli bile yerinden oynamayan saçlarınızla uyanın uykulardan. Bu ay kirayı, kredi kartı borcunu, çocuğun servis parasını, evin aidatını nasıl ödeyeceğimi ben kendime dert ederim. Elinizde küstahlığın bayrağıyla vardığınız zirvelere buyurun taht kurup oturun. Ben kaya tırmanışlarında dizlerimi paramparça ederim. Bir araya getiremediğiniz üç kelime, siz ve ben aynı yuvarlak masanın etrafında oturalım. Hemen ardından da masayı kaldırıp atalım. Ayakta ellerimizde maşalarımızla dikilip manzaraya bakalım. Siz boğaza her seferinde tekrar aşık olun, ben uskumru kırk yıl sonra döndü diye sevineyim. Gelin, soyunup birbirimizi didikleyelim. Sevinecek şeylerde çoğalıp, eleştirdikçe saçlarımızı yolalım. Hayat çok pahalı şekerim diyelim ağızlarımızı büzüp. Akşam trafiğine aynı anda küfredelim. Dümdüz yollarda ikimiz de takılıp düşelim. 
Kaçıncı baskısı şimdi okuduğumuz bu dünyanın? Aynı sarayın bin yılllık avlusunda aynı güvercinler uçup uçup Aya İrini' nin çatısına konuyor. Birileri birilerini sürekli bir yerlerden kovuyor. Aynı yaşlılar senelerdir yağmur yağmadan önce dizlerini ovuyor. Bir tuhaf kıskançlık hissi ne tarafa doğru başımı çevirsem, beni derin yerlerimden oyuyor. Bir kadın pencereden sokakta saklambaç oynayan oğlunu izlerken hiç bozmadan tüm elmanın kabuğunu soyuyor. Biri köşe başında elindeki fotoğrafı bakkala gösterip beni soruyor. Yokum güzel kardeşim. 

Gidin kolaysa bir başkasının ayağına basın bu kadar tenha bir otobüste. Azıcık cesaretiniz varsa yalnız yaşayan başka bir kadının ziline basın yanlışlıkla gecenin bir yarısı. Bir başkasının arabasının yan aynasına çarpın dar yollardan hızla geçmeye çalışırken. Kapınızın önüne park etti diye başkasının sileceklerini kaldırın. Başkasının gözüne kaçın tozlar. Onların bacaklarını da ısırıyor mu yaz boyu kahrolasıca sinekler? Başkalarının da bisikletinin tekerleğinin havası durup dururken mi iner? Devlet daireleri tam içeriye adım attığım an nasıl birden öğle arasına girer? En gereken zamanda o gömleğin düğmesi nasıl kopar? Evde tam kek yapacakken kabartma tozları kendiliğinden biter? Biraz da onların sipariş ettiği etleri yakın. Hangi sayfasında kaldığımı hatırlayamadığım kitapların arasından düşen ayraçlar. Kendi kendine devrilen süt dolu bakraçlar. Rüyalarımda sırtımda şaklayan kırbaçlar. Saklanıp bir türlü bulunamadığım saklambaçlar. Aramayın boşuna. Yokum güzel kardeşim.

Durun ya da ne olur biraz daha yavaş gidin. Hiçbir bebeğin altını temizlememiş, eviyenin deliğine tıkanan maydanozları avucunuza toplamamış, zeytinyağlı barbunya pişirirken baştan ayağa kavrulmuş soğan kokmamış, kusan birinin kusmuğunu temizlememiş, ön camın tam ortasındaki kuş pisliğini kazıyıp atmamış, sarhoş olup pis bir kaldırıma oturmamış, dibi gelmiş saçlarınızla işe gitmemiş, kırık tırnakla öpüşmemiş, yanlış otobüse binip yanlış mahallelere gitmemiş, cebinizdeki parayı düşürüp kaybetmemiş, telefon dolandırıcılarına neredeyse inanmamış, kaşıyıp bir yarayı kanatmamış, otoparkta arabayı nereye park ettiğinizi unutmamış, şehrin orta yerinde kaybolmamış, eski sevgilinizi gizli numaradan aramamış, ahlaksız rüyalardan uyanmamış, küçükken salıncaktan düşüp ön dişinizi kırmamış, sineklerin kanatlarını koparıp yakmamış, sakızlardan çıkan fallara inanmamış gibi davranmayın. Küçük kibirlerinizle beni boğmayın. Hiç yaşanmamış anılarınızla yalanlarınızdan yaptığınız buketi kucağınıza alıp yollarda koşmayın. Ya da, bana ne. Koşun da beni gerilerde bırakın. Fihristlerinizden silin, fotoğraflardan kesin. Kendi elimi tutup kendi rüyamda uyuyayım. Sabahın erken saatlerinde de aramayın. Ben bunlara doydum güzel kardeşim.

28 Ağustos 2017 Pazartesi

Balık pazarı

Kapıyı vurup, çıktı.

Su yüzüne çıkmamış dev bir dalganın, içindeki kıyıları dövüp durduğunu birkaç saniyelik zamanda görür gibi oldum. Geçmişten bir anının birdenbire görünüp kaybolması gibi. Bu görüntü hızlı çekimde yaşayan bir çiçek gibi tomurcuklandı, açtı ve soldu. Gitmişti. 

Şimdi ne olacak diye düşündüğümü hatırlıyorum o günün sabahından. Sebepsizce. Başıma bir şey gelip de ne yapacağımı bilemediğimden değil. Öylesine. Cemrenin havaya düştüğü gün olduğunu da. Ondan önceki gün boyunca yağan yağmurun ardından o sabah yalancı bir güneşin çıktığını. Benim ona kanıp incecik bir gömlekle sokağa çıktığımı, apartman merdivenlerini inerken sırtımın ürperdiğini ama geç kalma hissi beni esir aldığından dönüp üzerime kalın bir şey alamadığımı. Tüm gün sokaklarda ellerim ceplerimde yürüdüğümü, kapalı yerlere sığamadığımı. İnsanların bulunduğu mekanlarda sanki tüm oksijeni onlar içine çekiyormuş da bana kalmıyormuş gibi nefesimin daraldığını. Parklardaki banklarda oturduğumu. Sahilde yürüdüğümü. Acıkmadığımı. O gün su içmek hiç aklıma gelmediğinden akşam üzeri başımın ağrıdığını da. Bunlara rağmen üşüdüğümü hatırlamıyorum. Daha çok bir sıkıntının içimde dolaştığını, zerrelerimi dürtüp kendine girecek bir boşluk aradığını anımsıyorum. Beton sıcağına benzer bir bunaltı. Alnımı soğuk mağaza vitrinlerine, buz gibi soda şişelerine, dondurucudaki poşetlerde yenecekleri günü bekleyen ayıklanmış bezelyelere,  beni avutabilecek birilerinin avuç içlerine dayamak istediğim türden bir sıkıntı. Olmuş bir şeyin sonucu değil de olacak bir şeyin habercisi olduğunu o an birden kavradığım bir şey. Biri beni izliyormuş gibi, bir büyük üzüntü üzerime doğru geliyor hissi.

Öğleden sonra kendimi balık pazarında buldum. Balık pazarlarının kıymeti bilinmiyor. Binbir çeşit deniz canlısının ağzına burnuna uzun uzun baktım. Pullarının parıltısına kapıldım. Kuyruklarının kıvrımlarında parmaklarımı gezdirmek istedim. Bir tezgahta uzun uzun durup, bir kırlangıç balığının suratına dalınca, başında bekleyen adam, ne lazım abla, dedi. Verecek cevap bulamayıp sustum. Bu sene palamut ne kadar bol, dedim. Adam bana bakıp, elinin tersiyle tezgahın tahtasına vurdu. Tık tık. Tok bir yankı. Palamutun bu kadar bol olduğu senelerden sonra yedi yıl denizden az palamut çıktığını anlattı. Lüferin gittikçe nadirleştiğini. En güzeli lüferdir, dedi. Yüzü de güzeldir. Tezgahtan irice bir tanesini alıp, yanağından öptü. Çirkin yüzlü balıklardan yalnızca çorba yapılması geldi aklıma. Adam yanımızdan geçen çaycı çocuğun bardaklarla dolu tepsisinden iki çay istedi. Çanakkaleliyim ben, dedim. Doğduğu toprağı anlamsızca sevenlerden olduğumdan, biz çok seviyoruz o tarafı deyince gururlandım. Bak, dedi bu karidesler sizin o taraftan geliyor. Karidesin gözüne bakınca bir anlığına boğazın ışıkları yanıp söndü. Dilimin ucunu o an yaktım.  Çayın dumanı tütüyordu. Sardalyalardan konuştuk. Konu sardalyalardan nasıl olduysa hanımın hastalığına geldi. Hastalığının ne olduğunu anlatmak istemiyorum. Adamın yüzündeki ifadenin anlatırken nasıl bir anda darmadağın olduğunu da. Çayın nasıl birden acılaştığını da. Kederli kelimelerin ağızdan çıktıkları an bir balon gibi büyüyüp insanın kalbinde patladığını da. Ve bunun basbayağı bir patlama olup içerideki camı çerçeveyi indirdiğini de. Gözümün kıyısında bekleyen bir damla yaşın çayın içine doğru kayıverdiğini de. Bir levreğin, yemin ederim, akan yaşa kafasını çevirip baktığını da. Birbirine yabancı insanların anlatacaklarının tükendiği bir sınır çizilidir sözcüklerde. Ötesine geçemezsiniz. Sustuk. Çay bardağını tezgahın üzerine bıraktım. Teşekkür ederim dedim. İçimden, seni de bu üzüntüden allah kurtarsın dedim. Yine içimden elini tuttum, okşadım. İnsan insan olduğundan beri aynı dert aynı keder yükü omuzlarında, her şey olacağına varır, sıkma canını dedim. Dışımdan yalnızca gözlerimi kırpıştırdım.  Onun kirpikleri bana cevap verdi. Kalpler kalplere bağlandı. Birinin atışındaki sekmeyi diğeri sezdi. Yürüdüm. Adamın sarı botları batan akşam güneşine döndü. Turpların, marulların, taze soğanların olduğu tezgahlardan geçtim. Ne uzun bir gün, dedim içimden. Dediğim an içime üzerime yorgunluk çöktü.

Gidecek en iyi yer evdi. Gel gör ki senelerdir yaşadığım evin kapısına dönemiyordum. Anahtarı uzattığım an, içten içe biliyordum, bir makinanın düğmesine basar gibi, bir dönemi bitirip birini başlatacaktım.  Kapının topuzundaki tanıdık parmak izleri avucuma değecekti. Kader çizgim uzayıp onunkine bağlanmak isteyecekti. İçimde delilikler tekerrür edecekti. Bir tufan apartmanı yerle bir edecekti. Sahanlık kendi suretinden çıkıp bir zavallı balıkçı sandalına dönüşecekti. Karayı göremeden günlerce dalga üzerine dalga beni tarumar edecekti. Saçlarımı tuzlar, içimi buzlar istila edecekti. Beni o ıssız geceler mahvedecekti. 

İnsan en çok korktuğu felaketi içten içe, durmadan çağırmaya doyamıyor. Kendi dizginine sahip çıkamıyor. Kabuk tutmuş yaraları böyle anlarda tırnağının ucuyla lime lime ediyor. Birden yürüdüğüm yoldan dönüp ana caddeye çıktım. Çıktığım an önümde bir taksi durdu. Bindim. Saatime baktım. On iki dakika sonra kapının önünde indim. Topuzu tuttum kendime çektim. Kapının dili benden sivri. Bedeni benden ağır. İzin verdi, girdim. 
İçeride yeni söndürülmüş izmarit kokusu balkondan gelen yasemin kokusuna karışıyordu. Hoşgeldin, dedi sesi. Balkonda oturuyorum, hava çok güzel, gelsene. Demek cinayetler böyle soğukkanlılıkla işleniyor, dedim içimden. Balkonun kapısına yürüdüm. Yüzünde en sevdiğim oğlan çocuğu gülümsemesiyle baktı bana. Konuşmamız lazım, dedim. O sırada yoldan bir hafriyat kamyonu tozu dumana katarak geçti. Duymadı. Elimi tutup akşama palamut aldım, dedi. Gözlerimiz tezgahın üzerindeki poşete döndü. Elimi çekip sakince bir kez daha konuşmamız lazım, dedim. Sonrasında neler olduğunu anlatmak istemiyorum. Adamın yüzündeki ifadenin nasıl bir anda darmadağın olduğunu da. Havanın nasıl birden soğuduğunu da. Kederli kelimelerin ağızdan çıktıkları an bir balon gibi büyüyüp insanın kalbinde patladığını da. Ve bunun basbayağı bir patlama olup içerideki camı çerçeveyi indirdiğini de. Gözümün kıyısında bekleyen bir damla yaşın kayıverdiğini de. Tezgahtaki palamutlardan birinin, yemin ederim, akan yaşa kafasını çevirip baktığını da. Birbirini çok iyi tanıyan insanların anlatacaklarının tükendiği bir sınır çizilidir sözcüklerde. Ötesine geçemezsiniz. Sustuk.

Kapıyı vurup, çıktı.



16 Ağustos 2017 Çarşamba

SALİH BEY- 1

Mavi gömleğini giydiği günler kaldırımda yürürken çizgilere basmazdı. Ceket cebine de muhakkak, ucuna baş harfinin kırmızı iplikle işlendiği beyaz mendilini takardı.

Sabah evden çıkmadan önce üç yumurtanın beyazını kar gibi köpürene dek çırpar, boy boy tavaların olduğu orta çekmeceden en küçük boyu çıkarıp, ocağa koyardı. Yumurtaları iyice pişene dek birkaç kez çevirir, bu sırada da ocağın başında dikilirdi. Beklerken tezgahın arkasındaki pencereden görünen ağaçlara her seferinde ilk kez görüyormuş gibi dikkatlice bakardı. Mevsimin bu günlerinde tüm ağaçlar akıl almaz biçimde sürgün veriyor, dallar giderek daha da yeşil hale geliyor olurdu. Bazı sabahlar yeşil kuyruklu cennet papağanını görürdü uzak dallardan birinde. Hemen koşup salondaki ceviz ağacından televizyon dolabının çekmecelerini karıştırır, dürbünü bulup boynuna takardı. Dürbün ne kadar gösteriyordu bilinmez. Koşar adım koridoru geçip mutfağa döndüğünde dürbünü gözlerine dayayıp bakmaya başlardı. Göremezdi. Papağan uçup gitmiş ve omletin bir yüzü hafif yanmış olurdu. Tabağa yanık tarafı aşağıya gelecek şekilde yerleştirdiği omletin üzerine çörek otları dökerdi. Biraz da karabiber. Ve susam. Gökten yağan taneler usulca yuvarlanıp kendilerine duracak yerler bulurlardı. Uzunca zamandır ekmek yemiyordu. Yemediği için de çoğu zaman doymuyordu. Yine de kararlıydı. Göbeğindeki yağlardan yaz gelmeden kurtulacaktı. Böyle deyince yazla ilgili akıl almaz planları var sandınız, biliyorum. Yok. Tek bir planı bile yok. Bırakın plan yapmayı, dün akşam yediği yemeği bile hatırlamıyor. Hafızasını uzun zaman önce bir uzun yolculukta çaldırdı.

Hikaye şöyle. Dört kişilik bir tren vagonunda tam yirmi iki saat , on altı dakika seyahat etti. Vagona adımını attığı an onunla beraber seyahat edecek kişileri avucunu yukarı kaldırarak, usulca selamladı. Ve başına bir şey geleceğini anladı. Nasıl diye sormayın, bilmiyoruz. Küçük bavulunu baş üzeri dolaba sessizce yerleştirdi. Diğer yolculardan biri, başındaki kareli kasketinden hatırladığı, güçlü kolları kısa kollu gömleğinden taşmış gibi duran bir çiftçiydi. Yanındaki kadının adamın karısı olduğunu anlaması biraz zaman aldı. Adamla kadın birbirleriyle hiç konuşmuyorlardı. Aslında başkalarıyla da konuşmuyorlardı. Adam yolculuğun ilk zamanlarını elindeki gazetenin tüm satırlarını tek tek okuyarak geçirdi. Kadın adamdan yaşça çok gençti. Oysa yüzünde tuhaf bir yorgunluk ve yaşlılık ifadesi vardı. Sapsarı saçları kafasının üzerinde yabani bir bitki gibi duruyordu. Bir ormanın derinliklerinde yürürken kafasında bir tohum yeşermiş, hızla büyümüş ve öylece kalmış gibi. Dipleri düz olan saçlar uçlara doğru gittikçe kıvrılmaya ve birbirinin içinden geçmeye başlıyordu. Kadın sağa sola fışkırmış gibi duran saçlarının tek bir telini bile  kımıldatmadan oturuyor ve camdan dışarıya bakıyordu. Baktığı yerlerde bir şey görüp görmediğini anlamak zordu. Bizim adamın oturduğu koltuğun yanındaki koltuk ise trene bindikleri durakta boştu. Adam elindeki küçük yolculuk çantasını oraya yerleştirmekte sakınca görmemişti. Çanta yıpranmış dana derisinden bel çantasının az irisi bir modeldi. Çantanın içinde su matarası, ton balıklı sandviç, iki elma, yara bantları ve ağrı kesici, sabun, ev anahtarları, hazırladığı yolculuk dosyası ve geçenlerde bir ikinci elciden yok pahasına aldığı fotoğraf makinası vardı. Ton balıklı sandviç kokusu şimdiden burnuna geliyordu. Üç durakta yalnızca yolcuların inmesine ve binmesine yetecek kadar durarak iki saat hızla yol aldılar. Bu sürenin sonunda kasketli adam gazetesini bitirmiş ve uyuklamaya başlamıştı. Kompartıman ısındıkça havaya uyuyan insan, ton balığı  ve azıcık aralık pencereden içeriye sızan kır çiçeklerinin kokusu karışmıştı. Bizim adamın karnı acıkmıştı. Çantasını koltuğun boş tarafından kucağına alıp içindeki sandviçi çıkardı, yavaş hareketlerle sarılı olduğu paketi açtı, kağıt peçeteyi önlük gibi yakasına sıkıştırdı ve iştahla yemeye koyuldu. O sırada çiftçinin karısı nihayet birbirinin aynı kır manzaralarına bakmaktan sıkılmıştı. Kaçamak bakışlarla adamı süzmeye başladı. Adam göz göze geldikleri bir an, siz de biraz ister misiniz, dedi fısıldayarak. Bunu söylerken gayri ihtiyari sandviçi kadına doğru uzatmıştı bile. Kadın uyuyan kocasına dönüp baktı. O da bunu gayri ihtiyari yaptı. İzin almaya alışkın kişilerde görülen bir davranış, dedi adam içinden. O sırada koca derin bir uykunun kollarındaydı. Uykusunda terlemişti. Arada bir çıkardığı tuhaf homurtulardan başka bir cevap vereceği de yok. Kadın da bunun farkına varınca önüne dönüp, birazcık alırım, dedi. Adam sandviçi tam ortasından bölüp ucunu bir peçeteyle tuttu ve kadına uzattı. Kadının suratında  hiç beklenmedik anlarda bastıran yağmurlar gibi bir gülümseme peyda oldu. Gülümsemeyle beraber güzelleşti. Yüzündeki yorgunluk silindi. Üst dudağının yanında fındık şeklinde bir gamze ortaya çıktı. Teşekkür ederim, dedi. Yine pencereden dışarıya bakmaya başladı ama artık yüzü kız çocuğu yüzüydü. Aralarındaki mesafe bir anda yok olmuştu. Bakışları da kaçamaktan utangaç ama dosdoğru bakışlara dönüşmüştü.  Tam o anda makinist ayağını frene olanca gücüyle bastırdı. Tren raylarda gıcırdayarak ağırlaşmaya başladı. Raflardaki bavulların metal parçaları birbirlerine çarptıkça insanın dişlerini kamaştıran sesler çıkarıyorlardı.  Koridorda kalın sesli bağırışlar ve sinkaflı küfürler duyuldu. Az sonra sesler yakınlarında bir yere doğru koşmaya başladılar. Adım sesleri oturdukları kompartımana yaklaştı ve kapı hızla açıldı. İçeriye uzun boylu, zayıf, saçları kafasının tepesinden dökülmeye başlamış bir adam girdi. Yaşını kestirmek zordu. Belli kırklarının sonunda ya da ellilerinin ortasındaydı. Hemen arkasından kapıyı kapattı. Soluk soluğa o an boş olan yere oturdu. Cebinden oldukça kirli gözüken beyaz bir mendil çıkarıp, alnındaki teri sildi. Kadın şaşkınlıkla bakarken bir yandan sandviçini küçük ısırıklarla yemeye devam ediyordu. Adam derin bir nefes verdi. Soluğu henüz düzelmemişti. Vagonda uyuyan kasketli adam memnuniyetsizlikle gözlerini araladı. Olanlara anlam veremeyince kafasını çevirip karısına baktı. Ne oluyor der gibi ağzını büzdü. Kadın omuzlarını silkti. Adam tekrar gözlerini yumdu. Kafası koltuğun arkasına düştü ve hafif hafif horlamaya başladı. Kompartımana yeni giren adam mendilini katlayıp ceketinin cebine geri koydu. Merhaba, dedi. Kusura bakmayın sizi rahatsız ettim. Bizim adam, yo, önemli değil derken sandviçin son lokmasını yuttu. Peçetesini poşetin içine koyup, poşeti de çantasına yerleştirdi. Elini bir kolonyalı mendille sildikten sonra tokalaşmak için yeni gelen adama uzattı, Salih ben, dedi. Salih Mete. Adını her zaman soy adıyla beraber söylerdi. Diğer adam, memnun oldum, dedi. O sırada ayak sesleri ve haykırışlar yine koridoru doldurdu. Tren neredeyse durmuştu. Ne olduğunu anlayamadan vagonun kapısı şiddetle açıldı. O ana dek hayatlarında gördükleri en şişman kadınlardan biri içeriye daldı. Yeni gelen adam eli havada yakalandı duruma. Ne olduğunu bile anlayamadan şişman kadın uzanıp, adamı yerinden kaldırdı. Bu kadar şişman bir kadının bu kadar seri hareket edebilmesi sık görülebilecek bir şey değildi. Sen, dedi, sen. Hırsından ağzından kelimeler çıkmıyordu bir türlü. Yüzü öfkeden kıpkırmızı kesilmiş, konuşmaya çalıştıkça paramparça ettiği harfler bir çeşit tıslamaya dönüşüyordu. Adamın gözlerine bakarken birden yanağının ortasına kallavi bir tokat yapıştırdı. Büzülen adamı tükürür gibi koridora fırlattı. Vagonun kapısını gürültüyle kapattı. Sarı saçlı kadın yavaş yavaş çiğnediği son lokmasını da nihayet bitirdi. Salih Bey' e dönerek, işaret parmağıyla dışarıyı işaret etti. Gitmemiz gerek, dedi fısıltıyla. Terden bluzunun koltuk altları koyulaşmıştı.  Kocası uyumaya devam ediyordu. İçerideki ton balığı kokusu dağılmış, yerini ter ve heyecan kokusu almıştı.

21 Haziran 2017 Çarşamba

An

Her mutlu anın eşi, daha az mutlu bir an var. Bu an, içinizden gelerek attığınız büyük bir kahkahanın hemen peşinden gelip, siz başka bir köşeyi dönemeden omuzunuza elini koyabilir. Aniden dönüp baktığınızda görmeyi hiç ummadığınız sevimsiz yüzünü görebilirsiniz. Gülüşünüz solar. Güneşinizin üzerine perde perde korkular iner. Ertesi gün uyanıp en sarı kazağınızı giyersiniz. Fayda etmez.

Yine lakerdanın basbayağı ev sahibi olup bizi ağırladığı bir sofrada oturuyoruz. Akşam öyle genç ki, bu saatte yemek yiyecek kadar aç mıyız diye düşünmüştük masaya oturduğumuzda. Ama aynı zamanda da gençtik. Çok yer, çabuk acıkırdık. Her şeyi sorunsuzca sindiren sistemlerle dolu vücutlarımızı henüz yeterince eskitememiştik. Meze yapıp yiyeceklerimiz ceplerimizde hazır duruyordu. Boğazdan tankerler geçiyordu. Rotası bu kadar belli her şeyi için için kıskanıyordum. Kıskançlığım esnasında da boş durmuyor, mısır ekmeğinden kopardığım iri bir parçayı yutmaya uğraşıyordum. Boğazdan kayıklar, iş dönüşü feribotları, balıkçılar, köpeğini gezdiren ve bu havada nasıl oluyorsa hiç üşümeyen insanlar geçiyordu. Çiğneyip durduğum fava boğazımdan geçmiyordu. O an mutlu muydum mutsuz muydum bilmiyorum. İnsanın mutsuz olmak için somut bir gerekçesi olmadığı halde kendini mutlu da edemediği anlardı sanırım. Üzerimde geçmek bilmeyen bir yorgunluk, bolca kaygı yüklü omuzlarımda tutulmuş yerler ve şakaklarımda gün aşırı nükseden hafif bir ağrı vardı. Efendim?, dedi birden bana. Anlaşılan o ki, yine farkında olmadan konuşuyordum. Oysa hem konuşup hem elimdeki çatal ve bıçağa hükmedemiyordum. Tabağın yanına yan yana  uzandılar. Geleceğe bakınca sonsuz bir endişe denizi görüyorum, dedim. Hatta deniz gibi değil. Çöl gibi. Ne kadar yürüsem bitmeyecek bir çölde gibi hissediyorum. Şu geçen tankerlerden birine yüzüp, yetişmek, içine saklanıp makine dairesinde yaşamak istiyorum, dedim. Ben ne olacağım, dedi. Onun çatal bıçağı durmadan hareket ediyordu. Lakerdanın kırmızı soğanına sıktığı limon zerreleri yüzüne sıçradı. Biri nasıl olduysa gözüne kaçtı. Gözlerini kırpıştırırken yüzünün ne kadar güzel olduğunu düşündüm. Çocukken oynadığım bebeklerin yüzlerindeki gibi düzgün çizilmiş dudakları kıpırdanıyordu. Çocukken bebeklerle oynayıp, büyüyünce ve büyüdükçe gerçek bir bebek fikrinden nasıl bu kadar uzaklaştım acaba diye düşündüm. Mesela dedim, bebekler yeni doğduklarında iki saatte bir uyanıyorlarmış, düşünebiliyor musun, bir bebeğim olsa nasıl uyuyabilirim ki geceleri? Ertesi gün kalkıp nasıl işe gidebilirim? Hamileyken aldığım kiloları nasıl verebilirim? Oturduğumuz eve sığamayız, nereye taşınırız? Taşınmak istemiyorum ki.
Bir sorunla karşı karşıya olduğunu saniyesinde anlayan her yetişkin gibi cevap vermeden önce lokmasını uzun uzun çiğnedi ve çatal bıçağını sakince tabağının yanına koydu. Düşünsene ne kadar büyük bir mutluluk kaynağı olacağını, dedi. Üstelik bebek fikri de nereden çıktı?
 Ne yani, bizim bebeğimiz olmayacak mı dedim, hırsla. Neden hırsla olduğunu bilmeden. Ellerimi sanki gerçekten hamileymişim gibi karnımın üzerinde birleştirdim. İçimden, bu kötü adam seni üzemeyecek yavrum, diye fısıldadım. Sonra da kendi kendime gülümsedim. Delilik böyle başlayan bir histi belki de.
O gülümseme gecenin anahtarı oldu. Gülümsediğimi görünce rahatladı. Olacak tabi, dedi. Ben de o andan sonra sanki bana uzatılan bir merdiveni fark edip tırmandım ve başka bir zamana geçtim. Bu yeni zamanda çok güzel bir akşam yaşanıyordu. Garson getirdiği iyice kızarmış barbunları tabağıma koydu. Ve o da gülümsedi. Kadehimi tazeledi. Bana hiç erimemiş buzlar getirdi. Buzlardan birini bardağıma birini ağzıma attım. Serinlik diş etlerimden içime yayıldı. Yine gülümsedim. Hatta gülümsemek durduramadığım bir şeye dönüştü. Kucağımda bebekle koltukta sallandığım o anın fotoğrafı gözüme takılı kaldı. Geleceğe, dedim kadehimi kaldırırken. 

Mutsuz anların eşi mutlu anlar da var. O an oydu, gözünden tanıdım.

21 Şubat 2017 Salı

Beni bırak

Beni çağırma içinden.
Önünde sıcacık bir bir bardak çay soğurken uzun uzun sokağa bakıp beni aklından geçirme. Eski fotoğraflarıma bakıp gözlerinle soyma parça parça. Anıları delik deşik edip kokumu bulma tenha köşelerde. Sabahında ne olacağı bilinmez gecelerin ikiye bölündüğü saatlerde beni arayıp susma telefonun öbür ucunda. Ilık nefesinin ciğerlerinden çıkıp benim soluğuma karışmasına izin verme.  İskambil kağıtlarında kalan parmak izlerin avuçlarımda delikler açmasın. Ne yaptığını bilmiyorsun. Şuursuzca öldürüyorsun beni. İçimden geçen göz bebeklerin bir tür soykırım yaratıyor. Dişlerinde ezilmiş susam taneleri gibi adım. Saçlarımı parmak aralarından geçirdiği hayal ediyorsun. Ve nasıl oluyorsa o hayali bana doğru üflüyorsun. Ve nasıl oluyorsa saçlarım havalanıyor. Birkaçı ne olduğunu bile anlamadan bembeyaz kesiliyor. Saç diplerim naneli bir şampuanla yıkanmış gibi hafifliyor, içim titriyor ve üşümeye başlıyorum. Yapma ne olur. Bu günlerin akşamlarında ayaklarımda en kalın yün çoraplarım, elimde bittikçe yenisini doldurduğum ıhlamur çayları, cam kenarında oturup bomboş gözlerle olmadığın yerleri gözlüyorum. Ne yapsam ısınamıyorum. Bu kıyafetle insanlar dağlarda karlarda yuvarlanıyor. Aklım karıncalanıyor üşüdükçe.  Yokluğun göğsümün üzerine gelip oturuyor. İçinde olduğum geceden öncesi, uzak bir hayale dönüşüyor. Yaşadım mı onca yılı yoksa bir hayal mi gördüm, ayırdına varamıyorum. Efsunlu bir ayrılık acısı gelip içime doluyor. Hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Hırkamın kolları böylesi bir ayrılık için kısa kalıyor.
Beni çağırma içinden.
Koltuğun kollarına kafamı koydukça odanın içinde küçük bir fırtına çıkıyor. Topaklanan tozlar döndükçe sana ait düşmüş kirpikler, kopmuş saç telleri, soyulmuş deriler bulup getiriyorlar. Belki bakmasam görmem. Bakmadan duramıyorum. İçimde bazı damarlar tıkanıyor, bazı kapanmışlar açılıyor. Nefesime korkunç yüzlü canavarlar dadanıyor. Kalbim çarptıkça, cereyanda kalmış kapılar gürültüyle çarpıp çarpıp kapanıyor. Çağlar kapanıyor, yenileri açılıyor. Bu evde bu kadar kapı olduğunu bile bilmem. Bu dünyada bu kadar sert rüzgarlar esebileceğini de. Vücudumun ortasında böyle zamanlarda açılan bir delik olduğunu da. İnanmazsın, ellerimle mideme dokunabiliyorum. İçtiğim ıhlamur çayları içimden süzülüp, halılarda sarı sarı izler bırakıyor. Kendimden bıktıkça çoğalıyorum. Bir bakıyorum karşımda kendimden bir tane daha. Yün çoraplarını çıkarmış, elinde fırçayla arap sabunu, halıdaki lekeyi çitiliyor. Bir başka ben, kapının anahtar deliğinden soyunurken seni gözetliyor. Bir diğeri komodinin çekmecesinde bulduğu ucu küflenmiş dikiş iğnesiyle kendini yamamaya uğraşıyor. Bir başkası bir fotoğraf makinasının içine sokmaya uğraşıyor kendinden kalanları. Tam bir curcunaya dönüyor ortalık. Sen başka bir odada, o bildik kadife koltuğunda oturmuş sigara dumanını perdelere doğru üflüyorsun. Odanın karanlığında aldığın her nefesin ucu küle dönüşüp yere dökülüyor. Umursamıyorsun. Perdeler gün be gün sararıyor, üstün başın leş gibi kokuyor. Yastıklara, perdelere, üstüne başına siniyor kokusu.  Ne yapsan bu mereti de bırakamıyorsun.

Beni bırak.
Kollarım kendime dolansın ıssız gecelerde. Yağmurlu bir kış günü arabayla ölümsüz bir kaza yaptığımda seni aramak gelmesin içimden. Kurufasülyenin tadına baktığımda sen yemiyorsun diye içimde bir yer buruk kalmasın. Çalan telefonlara sen misin diye koşmayayım. Radyoda çalan bazı şarkıları dinlemeye tahammül edemeyip kanalı değiştirmeye çalışmamayım olmadık virajlarda. Ne olur direnmesin yüzün buğulu camları kazağımın ucuyla silmeye uğraşmaya çalıştığımda. Bir kuş sürüsü havalanmasın üzerimde semtinin sınırlarından girdiğimde. Kare masaların uçları yuvarlanmasın üzerinde başkalarıyla rakı içtiğim gecelerde. Sandalyeler rahatsız tahta iskemlelere dönüşmesin. Okul çıkışı oğlanlar kız meselesi yüzünden dövüşmesin. Kimse kimseyle öpüşmesin. 

O gün gelsin. Sen beni bırak.

4 Ocak 2017 Çarşamba

Sıfırlamak

Okuduğum kitaptaki adam, ne olduğunu bize anlatmadığı, büyük bir kaza geçiriyor. Kazadan sonra beynindeki, vücudunun sağ tarafındaki hareketlerini kontrol eden kısım çalışamaz duruma geliyor. Sağ eliyle bir bardağı masadan alıp, ağzına götüremiyor. Doktorlar da adamın beynine, vücudunun sağ tarafında gerçekleşecek hareketleri yönetebileceği yeni bir patika çizmeyi öğretmeye başlıyorlar. Beyninin ezbere bildiği yoldan değil de, yeni öğrendiği bu patikadan giderek hareketlerini yönetmeye çalışıyor. Bu şu demek; bir bardak suya uzanmak için vücudun yaptığı her hareketi düşünüp hayal etmesi gerek. Omzunun öne doğru uzadığını, dirseğinin açıldığını, parmaklarının kavramak için aralandığını, avuç içinin gerildiğini, bardağın soğuk yüzeyine dokunduğunu, dudaklarını araladığını, hepsini. Adım atmak için yetmiş iki komut gerekiyormuş vücutta.
Düşünmesi bile zor. Gerçekten çok zor.

Yapmayı bildiğimiz şeyler değil de aslında yapma yolunu ezberlediğimiz şeyler var hayatta. Sabahları duşta önce saçını şampuanlayan biriyle önce vücudunu sabunlayan biri arasındaki fark nedir? Sabah giyinirken önce çoraplarını giyen biriyle önce üstüne giyeceği kazağı seçen benim, aramızdaki yordam değişikliği nereden? Yemeğin sonunda sıcak bir tas çorba içen çinlilerle yemeğin sonunu tatlıya bağlayan biz, aynı dünyada nefes alıyoruz. Sabah masasının başına geçen herkesin farklı şekillerde düzenlediği ritüeller nereden geliyor? Yaşadıkları ilişkilerde çok mutsuz olduğu halde çekip gidemeyen kadınlar aslında biriyle beraber olmanın -bu- olduğunu sandıkları için mi tahammül ediyorlar? Gerçek bir aşkı yaşamamış kişiler,  akılları onlara öpüşmenin yolunun o olduğunu öğrettiği için mi yalandan öpücüklerle yaşayıp ölüyorlar? Mutlu pazartesi diye bir şeyin olabileceğini hiç hayal etmemiş bir akıl için ömrünü nefret ederek yaptığı işlerde geçirmek de normalleşmeye mi başlıyor?

Diyelim biz de yılbaşı günü korkunç bir kaza yaşadık ve ertesi gün hafızamız sıfırlanarak hastanede uyandık. Her şeyi; adımızı, yaşadığımız yeri, sevgilimizi, içeceğimiz suyun markasından en sevdiğimiz yemeğe, dolaplar dolusu kıyafetten her yaz tatil yaptığımız yöreye, saç modelimizden ayakkabı bağcıklarımızı bağlama şeklimize, her şeyi, karar vererek seçmek zorunda kalsaydık, şu an olduğumuz insan mı olurduk? Öğlene kadar uyumak yerine erkenden kalkıp ormanda yürürdük belki haftasonları. Bir köpek edinip her gün başını okşamanın ne keyifli olduğunu düşünürdük. Semt pazarlarına gidip taze turpları yuvarlak keser, bol limon sıkıp yerdik lüferin yanında. Büyük dertler küçülür hatta yok olur, kendimizi yıprattığımız hırslar, istediğimiz yemeği gönül rahatlığıyla yiyebilmeye ve geceleri huzurla uyuyabilmenin en büyük zenginlik olduğu fikrine dönüşüverirdi.

Aslında her yeni gün işte hafızamızı sıfırladığımız o yeni gün. Sevmiyorsanız terk edin. İstemiyorsanız hayır deyin. Doyduysanız yemeyin. Uykunuz varsa uyanık kalmaya çabalamayın. Bilmiyorsanız bilmiyorum deyin, kıvırmaya uğraşmayın. Mutsuzsanız gülmeyin. Aklınızdan biri geçiyorsa arayın. Çekinmeyin. Korkmayın. Hayatın her birimizi sıfırlayacağı günün hızla yaklaşmakta olduğundan şüpheniz olmasın.

Yeni bir yılın ilk günleri en cesur olduğumuz günler oluyor. Hevesi kırılmamış ümitlerimizle ilk aldığımız karar; başından sonuna her noktası bize ait bir hayat yaşamak olsun.
Tercihiniz olmayan bir hayat yaşanmış sayılmaz.