tag:blogger.com,1999:blog-42048898005050886192024-03-07T13:33:42.123+03:00Çiğdem DemirhanÇiğdem Demirhanhttp://www.blogger.com/profile/09566676105861734462noreply@blogger.comBlogger131125tag:blogger.com,1999:blog-4204889800505088619.post-86939679461797384022023-09-24T21:18:00.004+03:002023-09-24T21:18:57.111+03:00Alelade bir salı günü<p><span style="font-family: helvetica;"> <span style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-size: 16px;">Alelade bir salı günüydü. Bana denilenleri, her gün yaptığım sırayla yapıyordum. Liste kafama kazınmıştı. Bu listeyle doğmuşum gibi hissediyordum. Dünyanın başka bir yerinde başka türlü hayatlar yaşandığı aklımın ucundan bile geçmiyordu. Uyan, çayın suyunu koy, yumurtaları haşla, domateslerin kabuklarını soy ve doğra, zeytinyağı gezdir, kekik serp, ekmekleri kızart,</span><span style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-size: 16px;"> </span><span style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-size: 16px;">patates haşla, kahvaltı edilirken arka odada sessizce yeni yıkanmış çarşafları ve gömlekleri ütüle, çorapları katla, arada gidip bir bardak daha çay ister misiniz, diye sor, sofrayı topla, ekmeğin içine iki dilim peynir sıkıştırıp aceleyle çiğne, kahve pişir, toz al, tekrar kahve pişir, fasulye ayıkla, soğan doğra, önlüğünü çıkarıp ayakkabılarını giy, sokağa çık, manava git, taze bakla mı çıkmış, evde dereotu mu bitmiş, kasaba git, kıymayı iki kere çektir, postaneye git, mektupları ver, dik yokuşu elindeki poşetlerle tırman, pirinç ısla, çarşafları değiştir, kapıya bak, beş çayı demlenmedi mi hala, demle, fırından böreği çıkar, kabakları oy, kıymayı kavur, sofrayı kur, afiyet olsun biraz daha alır mısınız diye sor, buz bitmiş mi dolapta, boş bardakları topla, tavaları ovala, tencereleri güzelce yıkayıp kurula, kahve pişir, elma soy, mutfağın ışını kapat, iyi geceler de, benden başka bir arzunuz var mı, Allah rahatlık versin size de, geceliğini giy, saçlarını ör, kafanı yastığa koyduğun gibi uyu.</span><span style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-size: 16px;"> </span></span></p>
<p style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-size: 16px; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px;"><span style="font-kerning: none;"><span style="font-family: helvetica;">Hanımımın o gün başı tutmuştu. Bazı günler tutardı. O günler sabahlığını çıkarmadan akşama kadar yatardı. Odasının kapısı sıkıca kapalı, balkonunun bahçeye bakan kapısı hafif aralık ve tüm kalın perdelerini tek bir ışığı bile içeriye almamacasına sıkı sıkı çekmiş olurdu. Çocuklar okuldan dönene kadar evde çıt çıkmazdı. Parmak uçlarımın üzerinde ezbere bildiğim her şeyi yapar, ocakta koku yayabilecek tek bir şey pişirmezdim. Evin bütün camlarını arkalarına kadar açıp evi baştan sona havalandırırdım. O gün vakit öğleni geçmişti. Evde hanımımın annesiyle benden başka kimse kalmamıştı. Bir şey ister misiniz, demiştim kapısının aralığından içeriye. Yok, yok, demişti incecik bir sesle. Kapat şu odanın da kapısını, biraz uyumak istiyorum. Yatak odasının kapısını çekerken, ben çarşıya gidiyorum o zaman, alışverişi halledeyim, demiştim. Karanlık ve sessiz odanın içinde yalnızca hafifçe nefes alıp verişi duyuluyordu. Sessizlik, evet, demek oluyordu. Salonda haftalık magazin dergilerinden birini okuyan Büyük Hanım, aktardan melisa çayı alıver, geçen defa biraz hafifletmişti ağrısını, çubuk tarçını da unutma ayva tatlısına koyacağım, diye tembihledi. </span></span></p><p style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-size: 16px; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px;"><span style="font-kerning: none;"><span style="font-family: helvetica;"><br /></span></span></p>
<p style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-size: 16px; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px;"><span style="font-kerning: none;"><span style="font-family: helvetica;">Yokuşu hızlıca inerken havanın o gün pırıl pırıl olduğunu, sokağın denize bağlandığı kıyıda bebek arabalı kadınları, bisiklete binen çocukları, banklarda oturan ince hırkalarının önünü aralamış ihtiyarları gördüğümü ve sırtımın hafifçe terlediğini, bu yüzden de kabanımın düğmelerini açtığımı hatırlıyorum. Erken gelen bahar sokaklara dolmuştu. Renkler daha parlaktı. Deniz kokusuna ağaçlarda açan çiçeklerin kokusu karışmıştı. Bazen insan yaşamanın ılık sevincine dalıverir ya. Öyle olmuştu. Bu anlık ve anlamsız neşe aklımı karıştırdığından alacaklarıma göz atmak için evden çıkmadan önce hazırladığım listeyi cebimden çıkarıp bakmaya ihtiyaç duymuştum. </span></span></p><p style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-size: 16px; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px;"><span style="font-kerning: none;"><span style="font-family: helvetica;"><br /></span></span></p><p style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-size: 16px; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px;"><span style="font-kerning: none;"><span style="font-family: helvetica;">Kasabın kapısından girerken nasıl olduysa hanidir silinmemiş ve içeride yanan tüplü katalitiğin sıcağından buğulanmış cam kapıya küt diye alnımı çarptım. Öyle böyle çarpmak da değil. Tüm camlar olduğu yerde dalgalanınca kapıya takılı zil tuhaf bir ritimle şıngırdadı. Şıng, şıgır, şııınt. Kasap, tezgahın arkasında doğradığı eti bırakıp, yanıma geldi. Elleri kanlı, üzerinde beyaz önlük, ayağında yeni alınmış boyalı rugan ayakkabılar. Rugan ayakkabılarının parlaklığı gözümü aldı. Ne oldu öyle yahu, dedi, iyi misin. Dalgınlık, dedim, fark edemedim kapıyı. Bunun ne kadar imkansız olduğunu kanıtlamak ister gibi dönüp kapıya baktı. Kapı yani. İki metre boyunda, üzerinde kocaman harflerle açık yazan tabela asılı. Neyse, dedi, geç şöyle, otur da soluklan. Derisi yıpranmış metal ayaklı sandalyeye oturdum. Su ister misin, dedi. Ellerimi üzerinde dolaştırırken alnımın ortasında zonklayan yerde bir yumrunun filizlendiğini hissedebiliyordum. Olur, dedim. Tezgahın üzerinden bana küçük paket sulardan birini uzattı. Yalnızca devamlı ve sevdiği müşterilerine böyle ikramlarda bulunan cimri herifin tekiydi. Açmadan önce soğuk paketi alnıma dayadım. O sırada işte, kapıya takılı zil tekrar şıngırdadı. Biri içeriye girdi. Hiç öyle insanın hayalini kuracağı, dergilerdeki davetlerde poz veren beylere ya da o vakitler eve her giriş çıkışını gizlice izlediğim yan komşunun oğluna benzeyen bir yakışıklılığı yoktu. O oğlanın da bana bir kez olsun dönüp baktığı yoktu. Dönüp baktıysa da benim görme ihtimalim yoktu. Gençlikte bir oğlan bakar, ben de o bana bakarken ona bakarsam ve de biri de bunu görürse, laf olurdu. Neyse, içeriye giren uzun boylu, hafif göbekli, saçları dökülmeye başlamış bir adamdı. Sokakta yanımdan geçse kafamı bile kaldırıp bakmazdım. Bana yarım kilo kıyma çeker misin, dedi, biraz da ilikli kemik lazım, çorbalık. O sırada sıcaklayıp boynundaki hardal rengi kaşkolu çıkarıp kolunun altına sıkıştırdı. Hanım senden önce geldi, dedi kasap, elindeki bıçağın sivri ucuyla beni işaret ederek, biraz bekle ya da başka işin varsa halledip öyle gel. Kasap öyle deyince, adam bıçağın işaret ettiği yere dönüp, gözünün ucuyla bana baktı. Orada olduğumu da o zaman idrak etti. Ha, dedi, pardon ben sizi fark edemedim, ben yarım saat sonra gelirim o zaman. Atkısını tekrar omzuna attı. Çıkıp gitti. </span></span></p><p style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-size: 16px; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px;"><span style="font-kerning: none;"><span style="font-family: helvetica;"><br /></span></span></p><p style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-size: 16px; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px;"><span style="font-kerning: none;"><span style="font-family: helvetica;">Bazı insanların kendilerinden geride bıraktıkları boşlukta tuhaf bir çekicilik olduğunu hayatımda ilk kez o gün fark ettim. O boşluk, insanda o boşluğu tekrar tekrar doldurup boşaltma isteği yaratıyordu. Havada asılı kalan traş losyonu kokusu, atkının savrulmasıyla uçuşan küçük tozlar, kapanan kapıdan içeriye gelen taze havanın serinliği, içeride başlayan sessizlik, giderek uzaklaşan adımlarının kaldırımda bıraktığı tok ses. Evet, ne istiyorsun, dedi Necmi Abi bana dönüp. Ciğer istiyorum, bir kilo, iyice temizle ama, geçen defa sinirleri kalmıştı, sert oldu. Çırak bırakmıştır, dedi, adı batasıca, kovdum gitti zaten geçen hafta. İçinden söylenmeye devam ediyor olacak ki kafasını sallayıp tezgahın arkasından jelatine sarılmış bir parça aldı ve ince uçlu bıçağın etin üzerindeki gidip gelme hareketi dışında dükkanda hiçbir hareket kalmadı. Adam geri gelmedi. Ellerimde poşetlerle eve yürürken, kafamda buz dolu bezi alnıma yaslamış mutfakta otururken, melisa çayını demlerken, akşam yemeği saati hanımın başı kokusundan daha kötü olmasın diye mutfağın her tarafını kapatıp ciğerleri pişirirken, yemekten sonra ertesi günki gündüz oturması için yaprak sarması sararken, gece herkesin uyuduğu evde yatağımda uyanık yatarken, adamın arkasından kapanan kapının çıkardığı mekanik ses ve kapı koluna takılı zilin çıkardığı şıngırtı aklımdan çıkmıyordu.</span></span></p>
<p style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-size: 16px; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px; min-height: 19px;"><span style="font-family: helvetica;"><span style="font-kerning: none;"></span><br /></span></p>
<p style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; background-color: #cccccc; font-family: Times; font-size: 16px; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px;"><span style="font-kerning: none;"><br /></span></p>Çiğdem Demirhanhttp://www.blogger.com/profile/09566676105861734462noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4204889800505088619.post-85758021685927814762022-12-05T17:57:00.001+03:002022-12-05T17:57:42.615+03:00Kumsal<p><span style="font-family: verdana;"> <b style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial;">Gün 1: </b><span style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial;">P.' nin bembeyaz sırtına iki avuç güneş kremi sürdüm. Teni pürüzsüz ve yumuşacık. Ellerimde ve sırtında beyaz dalgalar kaldı. Etrafta koşturan yaşıtı ve daha büyük çocuklar kapkara olmuşlar. Hepsinin vücudunda mayo izleri var. Yalın ayaklar. Kimin, hangi çocuğun annesi olduğunu anlayamıyorum. Herkesin birbirini tanıdığı, eski bir mahalleyi alıp kumların üzerine oturtmuşlar. Şezlong yok. Şemsiye yok. Havluların üzerinde küçük boy soğutucular, sırt çantaları, el çantaları, eşantiyon verilmiş boy boy çantalar var. Çantaların fermuarları durmaksızın açılıp kapanıyor. Kimin çantasından ne çıkacağını tahmin etmek imkansız. Yanımızda oturan yaşlı çift, havluların üzerine kahvaltılık küçük kapları çıkardılar. Yaşlı adam haşlanmış yumurtasının yarısını bir ısırıkta yedi. Sonra da cam çay bardağını kumların arasına sokup, arkasına yaslandı. Bomboş bakışlarını denize dikti. Uzaktan birbiriyle yarışıyor gibi gözüken bir tanker ve bir yolcu gemisi geçiyor. Hava sıcak ve rüzgarlı. Arada bir kumsaldaki bütün kumlar yerinden kalkıp başka bir yere oturuyor. İnsanlar da sürekli yerlerinden kalkıp denizin içine doğru yürüyorlar. Çok azı gerçekten yüzüyor. Çoğu beline kadar ıslanıp serinliyor. Kimisi yalnızca ayaklarını sokup geri çıkıyor. P. şapkasına alışamadı. Arada bir çıkarıp kumların üzerine fırlatıyor. Ben de hemen yerden alıp, kumlarını silkeliyor ve gerisin geriye kafasına takıyorum. Su, diyor yanıma gelip. İçinde su da olan büyük çantayı kucağıma alıp, içini karıştırmaya başlıyorum. Su, ıslak mendil, saklama kabı içinde soyulmuş şeftaliler, yıkanmış kayısılar, çiğ badem, hurma ve karabuğday unundan yapılmış krakerler var. Kraker ister misin, diyorum. Kafasını iki yanına sallıyor. Ağzına çekirdeğini çıkardığım hurmanın yarısını sokuşturuyorum. Çiğneyerek, kazmaya çalıştığı havuzun yanına geri dönüyor. Sanki ben yokum, yetişkinler, açlık, zaman yok. Elindeki sarı su kovasını yüzlerce kez denize daldırıp dolduruyor. Denizin içinde dizlerine kadar ilerleyip, geri dönüyor. Dalgaları sevmiyor. Havuzun içine döktüğü sular birikiyor. Ayak bileklerine kadar yükseldiğinde, halinden memnun. Havuzun içine oturuyor. Denize doğru bakıp, muzaffer bir komutan edasıyla gülümsüyor. Kafasını çevirince ona diktiğim bakışları fark ediyor. Anne, diyor. Çok güzel olmuş, diyorum. Yanımızdan simitçi geçiyor. P. simitçiye bakıyor. Akşam yemeğine az kaldı, almayalım, diyorum. Bir şey demiyor.</span><span style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial;"> </span></span></p>
<p style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px; min-height: 14px;"><span style="font-family: verdana;"><span style="font-kerning: none;"></span><br /></span></p>
<p style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px;"><span style="font-kerning: none;"><span style="font-family: verdana;"><b>Gün 2: </b>Yüzüne krem sürerken bir türlü yerinde duramıyor. Gözünün önünde üç yaşında bir çocuk ve altı yaşındaki ablası ellerindeki kürekleri kuma her sapladığında, içinde büyüyen gitme telaşı durdurulamaz hale geliyor. Sırtına krem süremeden koşup yanlarına gidiyor. Üç çocuk yüzlerindeki tuhaf ciddiyeti bir saniye bile bozmadan, durmadan, sıkılmadan kazıyorlar. </span></span></p>
<p style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px;"><span style="font-kerning: none;"><span style="font-family: verdana;">Bugün nem fazla. Havadaki nemi kollarımda, sırtımda, bacaklarımda ve ense kökümde hissediyorum. Kendimi bir bez parçası gibi burgu yapıp sıkabilsem, litrelerce su akacak. Belki de bu yüzden bunaldım. Aldığım nefesler vücudumda ulaşmaları gereken yerlere varamıyor gibiler. Dalga sesleri, çocuk bağırışları, yüksek sesli gülüşmeler, yakındaki kafede çalan şarkılar birden sessizleşti. Etrafta benden başka hiçbir şey kalmamış gibi bir boşluk duygusuna kapıldım. Kuma gömdüğüm ayaklarıma diktiğim bakışlarımı etrafta dolaştırsam, tahta iskelenin ucuna tünemiş martıları, iğde ağaçlarının gölgesinde oturup denizdeki torunlarını izleyen anneanneleri ve tüm dünya işlerinden azade görünen yazlıkçıların sıcak kumsala uzandığını görebilirdim. Gördüğüm an da kıskanmaya başlardım. Onların ceplerini doldurup taşan, üstlerine başlarına bulaşan, yolları, denizleri ve şehirleri aşan ama bende zerresi olmayan bu boş vakit canımı sıkıyordu. Bazısı elindeki kitabı okuyor, aklı üzerinden geçen bir buluta, uçağa ya da uzaktan geçen bir yük gemisine takıldığından gözlerinin zihninden ileriye gittiğini, okuduğu satırlardan aklında hiçbir şey kalmadığını fark edip sayfaları sürekli başa sarıyordu. Bazısı altına serdiği havlunun üzerinde yüz üstü yatmış, havlunun desenlerine bakarken, el parmakları kumların arasında denk geldiği taşları bilinçsizce topluyor ya da atıp, etrafa saçıyordu. Kimisi birlikte geldiği çocukları ortaya salıvermiş, çocuklar kan ter içinde bir topun, kozalağın ya da karton kahve bardağının peşinde koşarken daha çok koşsunlar ve de eve gittiklerinde yorgunluktan sızıp kolayca uyuyuversinler diye ya sesini çıkarmadan çocuğu ve aslında günün kolayca geçip gidişini izliyor ya da onları daha çok koşmaya teşvik edecek cümleler kuruyordu. Kendi kendine ıssız bir köşede oturan da vardı. Kalabalık kadın grubunun içinde içtiği çaylar midesini bulandırmaya başladığında, orada ne aradığını düşünmeye başlayanlar da. Güneş başına geçip, beti benzi atmış halde her yerine bronzlaştırıcı süren de. Geniş kenarlıklı şapkasının altında gözlerini kapatmış uyuklayan da. Bir an, ne kadar zamandır P.'ye bakmadığımı düşünüp panikle onu en son gördüğüm yere dönüyorum. Yok. Az ilerideki bir havlunun üzerine oturmuş. Beraber oynadığı çocukların annesi olduğunu tahmin ettiğim kadının eline tutuşturduğu simit parçasını iştahla kemiriyor. Kumlar ağzının kenarlarına yapışıyor. Şapkası kayıp.</span></span></p>
<p style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px; min-height: 14px;"><span style="font-family: verdana;"><span style="font-kerning: none;"></span><br /></span></p>
<p style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px;"><span style="font-kerning: none;"><span style="font-family: verdana;"><b>Gün 3: </b>Yan havluyla aramda bir metre mesafe var. Koca sahilde neden tanımadığım insanlarla bu kadar dip dibe oturduğumuzu bilmiyorum. Bugün en rahat mayomu giydim ve etrafımdaki yaşlı hanımların rahatlığına ayak uydurup, göbeğimi içime çekmekten vazgeçtim. P. geldiği gibi dünkü arkadaşlarını gördü. Koşarak yanlarına gitti. Güneş kremini çantamın içinde bulamadım. Yanımda ince bir kitap getirdim. Aylardır çantamda benimle dolaşan ama ne hakkında olduğunu bile hatırlamadığım bir roman. Bir kadın uzun bir yolculuğa mı çıkıyordu yoksa gittiğini hayal mi ediyordu, neydi. Gözlerim birkaç saniye aralıklarla P.'yi kontrol ediyor. Bakmadığım zamanlarda bile bakıyorum. P. yanındaki kızla el ele tutuşmuş. Deniz bel hizalarında, dikiliyorlar. İkisi de iki yaşlarında, ikisi de henüz konuşmuyor. Konuşmaya da gerek duymuyorlar. Yanımdaki havluda oturan yaşlı hanım, bembeyaz bacaklarını iyice kremledikten sonra çantasından çıkardığı karton kahve fincanına termosundan kahve doldurup bana uzatıyor. Al, canım al, diyor. Buzdolabı poşetine doldurduğu küçük kurabiyelerden de bir avuç elime tutuşturuyor. Öyle teklifsizce içime derin bir nefes üflüyor. Hiç geçmeyecekmiş gibi geliyor ama dönüp bakınca nasıl geçtiğine hayret ediyorsun, diyor. Laf lafı açıyor. Kitabı kapatıp çantama geri koyuyorum. Kurabiyenin içindeki çikolata dilimin üzerine yayılıyor. </span></span></p>
<p style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px; min-height: 14px;"><span style="font-family: verdana;"><span style="font-kerning: none;"></span><br /></span></p>
<p style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px;"><span style="font-kerning: none;"><span style="font-family: verdana;"><b>Gün 9: </b>P. geldiği gibi kumsalın her yerinde dün kaybolan kırmızı küreğini aradı. Bulamadı. Arkadaşları bugün gelmediler. Tatilleri bitmiş. P. üzülecek sandım ama hemen başka bir oğlanla arkadaş oldu. Birlikte denizden topladıkları deniz kabuklarını kovaya doldurdular. Birinin içinden yengeç gibi ayakları olan bir böcek çıktı. Önce korktular, sonra çok eğlendiler. P. geceleri deliksiz ve hiç uyumadığı kadar uzun uyuyor. Eskiden sabahın altısında kalkarken birkaç sabahtır sekize doğru ancak uyanıyor. Akşam P. uyuduktan sonra balkonda oturup şeftali ya da karpuz yiyorum. Saçlarımın önlerinin rengi açıldı. Derimdeki incecik gerginlik, derinden gelen bir gevşemeye eşlik ediyor. Kitap masanın üzerinde öylece duruyor. Kafamı kaldırıp gökyüzüne bakıyorum. Yıldızlar sanki bu gece doğuyor. Erkenden yatıp uyuyorum.</span></span></p>
<p style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px; min-height: 14px;"><span style="font-family: verdana;"><span style="font-kerning: none;"></span><br /></span></p>
<p style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px;"><span style="font-kerning: none;"><span style="font-family: verdana;"><b>Gün 13:</b> P. daha koşarak yanıma gelmeden simitçinin parasını hazırladım. Arkadan mısırcı geldi. Bir körpe mısırı ikiye bölüp paylaştık. P. nin bacakları kapkara. Elmacık kemikleri hafifçe pembe. Kucağımda oturmuş dişlerine sıkışan mısırları çıkarmaya çalışırken, uzanıp yanağımdan öpüyor. Kum, diyor. Evet, kum, diyorum. Havlunun üzerinde, kucak kucağa oturuyoruz. </span></span></p>
<p style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px; min-height: 14px;"><span style="font-family: verdana;"><span style="font-kerning: none;"></span><br /></span></p>
<p style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px;"><span style="-webkit-font-kerning: none;"><span style="font-family: verdana;"><b>Gün 15:</b> Yine geliriz, diyorum. Elimi tutuyor. Gölgesi gölgemin yanında uzuyor, uzuyor, uzuyor. Boyumu geçiyor.</span></span></p>Çiğdem Demirhanhttp://www.blogger.com/profile/09566676105861734462noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4204889800505088619.post-66688330067855535522022-08-07T15:06:00.000+03:002022-08-07T15:06:41.714+03:00Yani<p style="margin-left: 0cm; margin-right: 0cm;"><span face="-webkit-standard, serif" style="font-family: arial;">Karanlıkta duvara yaslanıyorum. Buz gibi. Ürperiyorum. <o:p></o:p></span></p><p style="margin-left: 0cm; margin-right: 0cm;"><span face="-webkit-standard, serif" style="font-family: arial;">Bu duvar, tam 18 ay 5 gün önce boyandı. Boyanın ismi, çöl pembesi. 2020 yılı renk kartelasının üstten ikinci sırasında, en solda. Seçtiğim rengi gösterdiğimde, yani, demişti boya ustası, a harflerini mümkün olduğunca uzatarak. Ne yani, demiştim. Biraz bulanık bir renk demişti, insanın içini bayıyor. Pek çok şeyden vazgeçtiğimiz anların işte tam da karşımızdakinin yanilediği, sessiz kaldığı ama sessizliğin içinde bunun saçma bir fikir olduğunu bağırdığı anlar olduğunu öğrenmiştim. Beğenmedin mi, demiştim. Dışımdan. İçimden, sana ne ya, sana ne, beğenmiyorsan kendi evini boyama bu renge, derken ellerimi başımın üzerinde dolaşan kara sinekleri kovalar gibi sallayıp durmuştum. O sırada ustanın telefonu çalmıştı, konu değişmişti. Boyadıktan sonra, valla ben güzel olacağını düşünmemiştim baştan ama beğendim, deyince tuhaf bir galibiyet hissiyle ellerimi göbeğimin üzerinde kavuşturmuştum. Yedi buçuk aylık hamileydim. Göbeğim, ellerim, gözlerim ve boya kokusunu duymamak için sıktığım burnum tam oradaydılar. Yani burada. Bu koridorda.<o:p></o:p></span></p><p style="margin-left: 0cm; margin-right: 0cm;"><span face="-webkit-standard, serif" style="font-family: arial;">Hamilelik insanı sürekli gelecek planları yapan birine dönüştürüyor. Şimdi, geleceğin bir provasına eviriliyor. Bir de oturduğunuz evde çocuk odası olabilecek bir oda daha yoksa emlakçılarla ve kiralık ev ilanlarıyla uzun bir mesai sizi bekliyor. Emlakçı bize bu evi gösterdiğinde çok sıcak bir mayıs günüydü. Kadın o kadar sevimsizdi ki, sırf onu bir daha görmemek için evi tutmayabilirdik. Gel gör ki o gece rüyamda sapsarı bir güneşin yıkadığı çocuk odasında kendimi görmüştüm. Hayalet gibi, ayaklarım yere değmeden havada süzülüyordum. Hemen hayra yordum. Rüyamda bu kocaman odalara ne koyacağımı düşünmemiştim. Ya da yerden ısıtmanın çalışıp çalışmadığını. Aidatın kış aylarında ne kadar olduğunu da sormamıştım. Banyodaki rutubet kokusunun nereden geldiğini de. Böyle detayları görmezden gelir, sinek kovalar ya da terden sırılsıklam olmuş bacaklarımı gazeteyle yeller gibi başımdan savarım, gider. Koltuklar kapıdan geçer mi, yatak başı apartman sahanlığından döner mi, aklım bunları teferruat olarak görür. Başıma gelen nahoş olayların bir kısmını bu bakış açısına borçluyum. Bu genleri olduğu gibi bir küçük insana aktarmanın eşiğinde, belki babasına benzer yahu, deme iç ferahlığına da sahibim. Eski evimiz buna kıyasla o kadar küçüktü ki getirdiğimiz eşyalar salonun ortasında başka bir dünyadan gelmiş gibi kifayetsiz kaldılar. Eşyalar eve yerleştiklerinde ay sonuna yetmeyen maaşlar gibi nereye gittiklerini bile anlayamadık. Nakliyecilerin başındaki adam sırtındaki tekli koltuğu salona bırakıp, abla bir çocuk için evi bu kadar büyüttüyseniz ikinci çocukta şatoya taşınırsınız, demişti. Sende kaç çocuk var, demiştim. Beş, tane, deyince, e çok değil mi ne para yeter ne sabır onlara bakmaya, demiştim. Yani, demişti. A harfinin ne kadar uzun olduğunu tahmin edersiniz. Oda gerçekten ferah, aydınlık ve sabah saatlerinde güneşten sapsarıydı. Rüyalar, gece uykuları, yatak başı, üzerine yatamadığım karnım, daralan nefesim ve de geleceğe dair tüm ballı lokma hayaller oradaydılar. Yani burada. Bu koridorun hemen arkasındaki odada.<o:p></o:p></span></p><p style="margin-left: 0cm; margin-right: 0cm;"><span face="-webkit-standard, serif" style="font-family: arial;">Uzun uzun dekorasyon dergilerini inceledikten sonra, ki artık karnım bir çeşit sehpa işlevi görecek büyüklüğe ulaşmıştı, salona bir cam masa sipariş etmeye karar verdim. Demirden, döküm ayakları olacaktı. Üzerinde de şahane bir camdan oval. Masada otururken hem metal ayakların parlamasını hem de kendi bacaklarımızı görebilecektik. Yemek yerken tabaklar, çatallar bıçaklar ve bizim hareket eden ellerimiz havada uçuyor gibi olacaktı. Ustayla salondaki kanepede oturmuş, masanın duracağı boşluğa bakarken, bu cam nasıl duracak peki bu ayakların üzerinde kendi kendine demişti, bağlantısı olmayacak mı? Nasıl bir bağlantı olacak, demiştim. Önündeki kâğıda ilkokul çocuğu ürkekliğiyle birkaç çizgi çizmişti. Arkeolojik kazıdan çıkmış bir tableti inceler gibi bir süre baktıktan sonra anlar gibi olmuştum. E böyle olursa cam olamaz ki üzerindeki demiştim. Ahşap yapalım abla, Allah korusun çocuk da geliyor, asıldı mı cama iner kafasına yavrucağın, demişti. Bakın iç ferahlığı ve olmazlara dik durmak bende ağırlık kaldırarak çalıştırılmış pazular gibi gelişmiştir. Orası Allah'ın takdiri artık, biz karışamayız, demiştim. Yani, demişti. Bu yani, basbayağı, deli kadın, yakacak çocuğun başını demekti. Sipariş verdikten bir süre sonra bazı uğursuz olaylar yaşandı. Önce demircinin babası vefat etti. Ardından kendisi zatürre oldu. Ardından demir döküm makinası arızalandı. Sonra elindeki işler çok biriktiği için uzunca bekledik. Uzunca beklemek demek, akşam yemeklerini salondaki sehpada iki büklüm yemek demekti. Umursamadık. Yeni eve davet etmediklerimize, vallahi evde yemek yiyecek masa yok tatlım, derken içimiz rahattı. Yalan söylemiyorduk. Sonunda bir gün, cam masanın tablasını üç kişinin güç bela altıncı kattaki evimizin kapısından içeriye soktuklarını gördüğümde işte, demiştim, artık doğurabilirim. O gün cam tablayı bu duvara dayadıklarında çöl pembesinin üzerinde çizikler oluştu. Ayaklarını taşırken vurduklarında derin olmayan çatlaklar. Parmaklarım, cam tabladaki parmak izlerini her gün silmeye yetecek takatim, yaşama sevincim ve de iflah olmaz heveslerim oradaydılar. Salonun tam ortasında.<o:p></o:p></span></p><p style="margin-left: 0cm; margin-right: 0cm;"><span face="-webkit-standard, serif" style="font-family: arial;">Saat üç kırk altı. Evde mutlak sessizlik hâkim. Gidecek çok fazla yer varmış da hangisine gideceğime karar veremiyormuşum gibi kafam karıştı. Birden yoruldum. Yere çöktüm. Yalnızca hassas kulakların ve derin bir yalnızlık içindeki insanların duyabileceği tiz bir ses yükseldi. Parmaklarım hayali tuşlarda dolaştı. İnce do ve de mi bemol. Diyezler hapis tutuldukları kapıları yumrukluyor. Uzaklardan duyulan bir gemi düdüğü. Zamanın içindeki kaydıraktan düşüyorum. Düştüğüm zemin belki Beyoğlu’nda bir sokağın Arnavut taşı ya da pırıl pırıl parlayan bir meze dolabının camıdır. Gece, ağzımda iyi yapılmış bir lakerda gibi dağılıyordur. Dostlar hala vardır ve de etraftadır. Belki yumuşacık bir yastığın kafa kıvrımıdır. Uykunun bölünmek gibi huyları yoktur ve de kış günü içilen sıcak bir kâse sütlü çorba tadındadır. Hiç belli olmaz belki cam gibi bir göldür, dibinde bin yıllık bir bazilika gömülüdür. Zeytin zamanıdır da yere düşen bir tane içindeki yağı toprağa salarken ben de tam o iğne ucu kadar yere denk gelmişimdir. Cebimden çıkardığım çıtır bir dilim ekmeğin ucunu banıyorumdur. Söyledim mi hatırlamıyorum, mevsim sonbahar. Ve geceler çok uzun. Yalnızca uyumayanların bildiği bir zaman dilimi başlıyor gecenin bir yerinde. Faydalı bir şey yapmanın mümkün olmadığı bir zaman. Hiçbir iyi düşüncenin uğramadığı izbe bir karanlık. Duvarlara, tavanlara, parkelerdeki aralıklara boş boş baktıkça uzayan sakızdan bir fenalık. Parmak uçlarımda P.’nin odasına yürüyorum. Kafam içine doğru göçmüş gibi hissediyorum. Volkanik bir dağ patlamış ve tüm medeniyet lavlarla kaplı bir deliğe düşmüş. Uzun süreli uykusuzluğun yarattığı tahribat bu, diyorum. Eğilip, yüzüne bakıyorum. Hangi iklimin meyvesi gözlerin? Çok sevmenin bir tür efsun gibi bizi sardığını ama panzehrinin de geceleri içilen sütlerde, ansızın uyanılan sabaha karşı saatlerde, pişik kremlerinde ve iki karış uzunluğundaki zıbınlarda olduğunu kabul ediyorum. Kim olduğumu hatırlayamayarak uyandığım sabahlarda kimsenin anlayamayacağı haritalar çizip geceleri kaybolmamak için beşiğin baş ucuna diktiğimi bir tek ben biliyorum. Kollarım artık benim kollarım değil. Memelerim bir başka vücuttan alınıp benimkine bağlanmış gibi hissederken, dolaptaki askılarda sallanan kıyafetler gibi içinde olduğum ana da sığamıyorum. Fermuarı kapanmayan, düğmeleri patlayan ya da bacaklarımdan yukarıya geçmeyen bir kocaman sıfatın içine sığmaya çalışıyorum. Dudaklarım, dilim, sıktığım dişlerim. Hepsi burada. Ayağıma bir oyuncak batıyor. Doğru delikten attığında kutuya sokabileceği sarı bir üçgen. Ah diyorum. Çatıdaki martılar bana gülüyor. Hormonlarım ip atlamaya devam ediyor. Beşiğin yanındaki koltuğa oturuyorum. Sırtım, boynum, belim, hepsi buradalar. Annelik de zormuş yahu, diyorum. Yani, diyor içimdeki ses. <o:p></o:p></span></p><p style="margin-left: 0cm; margin-right: 0cm;"><span face="-webkit-standard, serif" style="font-family: arial;">Yani.<o:p></o:p></span></p><p style="margin-left: 0cm; margin-right: 0cm;"><span face="-webkit-standard, serif" style="font-family: arial;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="margin: 0cm;"><o:p><span style="font-family: arial;"> </span></o:p></p>Çiğdem Demirhanhttp://www.blogger.com/profile/09566676105861734462noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4204889800505088619.post-34065186367072884502022-07-01T13:01:00.006+03:002022-07-01T13:01:52.430+03:00Hanife<p><span style="font-family: arial;"> <span style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial;">Çocuğum. Bayram yaza denk gelmiş. Babaannemin evinde toplanmışız. Birbirini bayramdan bayrama gören akrabaların bir kısmı salon camlarını sonuna kadar açmış, gazeteden yelpazelerini sallaya sallaya dedikodu yapıyor. Bir kısmı balkonda sigara tüttürüyor. Yaşı çocukluktan çıkmış olan ergenler bakkaldaki bayram çekilişinde bayram paralarını bitiriyor. Serin bir odaya</span><span style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial;"> </span><span style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial;">yer yatağı yapmışlar, perdeleri de çekmişler, bebek uyuyor. Acıkan çocukların</span><span style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial;"> </span><span style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial;">ellerine üzerine domates salçası ve zeytinyağı sürülmüş birer dilim ekmek tutuşturuluyor. Hava çok sıcak. Bayram günlerinde hevesle beklediğim birkaç şey var. Büyük eniştenin yeşil elli liralık banknotu verdiği an, bayram sofrasında içtiğim düğün çorbası ve yemekten sonra herkes çay içerken yapılan sohbetteki neşeli hava. Oraya tam olarak ait olma hissi hoşuma gidiyor. Hepimiz, gözleri, kaşları, boyları, saç renkleri birbirine benzeyenler olarak bir araya gelmişiz. Kardeşi olmayan ve anne babası çalışan bir çocuk olarak ben, o kalabalığı katlayıp cebime koyuyorum. Nihayet büyük eniştem kapıdan gülerek içeriye</span><span style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial;"> </span><span style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial;">giriyor. On iki yıl sonra akciğer kanserinden ölmeyecekmiş gibi. Elinden hiç düşürmediği sigarasını toprak küllüğe söndürüyor. Üstü başı sigara kokuyor. Cebinden çıkardığı elli lira tomarından hepimize birer tane veriyor. Bir de poşet var elinde. Haydi, alın, yiyin diye poşeti çocuklardan birinin eline tutuşturuyor. İçi dondurma dolu. Elinde poşetle yan odaya koşan, annesini sevmediğim mızmız çocuğun teki. Annesi serçe parmağını önlerini fönle kabartıp spreyli saçlarının içinden geçirip, herkese ver dondurmalardan, paylaşın oğlum, diyor. Pantolonun üzerinden göbeği taşıyor.</span><span style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial;"> </span><span style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial;">O mızmız çocuk, benden uzun ama çelimsiz. İçimden, dondurmaları vermezse döverim, diye geçiriyorum. Çikolatalı fıstıklı olanı kendisine alıp, ucuz dondurmalardan almış, alın bunlar sizin olsun, diyor. Geriye kalanlar bize ancak yetiyor. Babaannem o sırada gelip, dondurmaları yiyen çocuklara bakıyor. Enişteniz ne güzel dondurmalar almış, diyor. Gözüne o zaman üç yaşında olan Eren'i kestiriyor. Güzel mi dondurman, diyor. Eren'in ağzının etrafı, elleri, bayramlık gömleğinin yakaları çikolataya bulanmış. Annesinden okkalı bir azar işiteceği kesin. Annesi misafirlere kahve pişiriyor, birazdan gelir. Kafasını aşağı yukarı sallıyor. Ver istersen dondurmanı bana da, git, ellerini yıka, diyor. Sessizce bakıyor Eren. Ne dondurmayı veriyor ne de yemeye devam ediyor. Kapkara olmuş ellerine bakıyor. Annen görürse kızar , dondurmanı ver bana, tutayım, diyor. Eren dondurmayı verip, o sırada koridordan elinde tepsiyle geçen annesine doğru anne diyerek koşuyor. Biraz bağırış, çağırış, banyoya doğru yürüyen topuklu ayakkabı sesine eşlik eden küçük adım sesleri. Çok küçük değilim. Aklım her şeye değil ama bazı şeylere eriyor. Çoğu şeyin içindeki gerçek manayı gözlerim muhtemelen şimdikinden daha hızlı kavrıyor. Babaannemin elinde dondurmanın kalanıyla evin kapısından sessizce bahçeye çıktığını, bahçedeki çardağın altındaki sandalyede otururken sırtını güneşe verdiğini, parmağına bulaşan dondurmayı yaladığını, yüzündeki gülüşün yaşlı bir kadına değil de Eren'le yaşıt bir kız çocuğuna ait olduğunu görüyorum. Elinde tuttuğu çubuğu parmaklarının arasında döndürürken aklından neler geçtiğini de görebiliyor olmayı diliyorum. Eren'in az sonra evin kapısından büyük babaanne diye koşarak çıkışını gördüğümde ben gülümsüyorum, babaannem de elindeki çubuğu elbisesinin cebine koyup, gel sana üzümleri göstereyim, deyip usta bir manevrayla çocuğun aklını karıştırmayı başarıyor. Eren yine de biraz ağlıyor.</span><span style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial;"> </span></span></p>
<p style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px;"><span style="font-kerning: none;"><span style="font-family: arial;">Akşam, sofra kalabalık. Kuzu kol saatlerce pişmiş, şehriyeli pilavlar yapılmış, bahçedeki asmadan toplanmış yapraklarla sarmalar sarılmış , içine bulgur konularak uzun mantılar kapatılmış. Düğün çorbasını çok sevdiğimi bilen biri kaseme bir kepçe boca etmiş. Koyun yoğurdu bak bu, gel martına koyalım, diyor, annesi Eren'e. Eren durgun, bahçede koşturmaktan yorulmuş. İki büyük tepsi cevizli baklava mutfakta beklemede. Haydi afiyet olsunlarla başlayan yemekte babam, sen neden yemiyorsun anne, diyor babaanneme. Babaannem, sizi izliyorum, bana sevincim yeter, diyor gözleri biraz buğulanarak. Bu konuşmayı duyan herkes içinden gülüyor. Siz bunu duyunca sandınız ki babaannem mutluluktan yemek yemeği unutacak. Gözünüzde de belki ortalama kiloda, kendi halinde, senelerdir yalnız yaşadığı bu evdeki kalabalıktan mutlu, yaşı gereği pek çok dünyevi hırstandan azade biri canlanmıştır. Kaç yaşında kadın zaten ne yiyecek diye düşündünüz belki. Yok, öyle değil. Babaannem biraz sofrayı izliyor. Kimin ne yediğini aklına kaydediyor. Yemeğin sonlarına doğru yahniden bir koca parçayı tabağına koyuyor, bir okkalı kepçe de pilav. Salata alır mısın anne, diyor halam. Yok, almaz. Zerzevatla karın doyurmaz. Eren mantısını didiklerken arada bir kafasını kaldırıp babaannemin ağzına götürdüğü sapına kadar pilav dolu kaşıklara bakıyor. Sıra baklavaya geldiğinde bir kesek baklavayı, maşallah, bir kerede ağzına atıveriyor. Çaylar içilirken salondaki herkes çayın da hararetiyle biraz daralıyor. Açabilenler çaktırmadan pantolonlarının ilk düğmelerini açıyor. Ay yine çok yedik şekerim, Ramazan'da vücut alışmış tabi açlığa, bak görüyor musun şiştim, hiç yok normalde göbeğim, konuşmalarına sıra geliyor. Babaannem gülerek, senin normalde de var karnın kızım, diyor. Birazdan elinde sodayla oturan halama, bütün salatayı yedin, miden gaz yapacak, diyor. Yanında oturan o mızmız çocuğun kollarını sıkıp, sen yemiyor musun hiç, kollarının içi resmen boş, diyor. Babaannem hiç şişmanlamıyor ve tabii olarak kilo da vermiyor. Memeleri ve göbeği gayet doğal olarak orada duruyorlar. İştah onda bir uzuv gibi doğduğundan beri yer etmiş. Bir de ağlaklık. Babam ne zaman kapıdan çıksa bir daha görmeyecekmiş gibi gözlerinden yaşlar aka aka ağlamasının izahı yok. Saçları hep kınalı, değişik bir turuncu. Sarı da değil kızıl da. Hep örgülü. Sanki biri ilkokula giderken saçlarını bir kez örmüş ve öyle kalmışlar. On altı yaşında evlenmiş, tam elli yıl evli kalmış, dedem bu diyarı terk edeli olmuş on üç sene. O kadar yıldır dul. Ah, dede bizi bıraktı gitti, diye muhakkak bir kez ağlamıştır yemekte ama onun yerine de yer gibi hemen arkasından bir kaşık daha yoğurt atmıştır ağzına. Rahata ermiş gibi huzurlu. Çocuk gürültüsüne o bayram günü bile zor tahammül edebilmiştir. Parka gidin haydi, yan komşunun çocukları var sokakta, onlarla oynayın diye postalamıştır evden bizi. Eminim o bayram gününün ertesinde boş evinde, sessizliğin içinde, pencereden dışarıyı izleyip koca bir tabağa doldurduğu baklavaları yerken yüzündeki kırışıklıklara o gün dondurmayı yerken gördüğüm gülümsemeden de oturmuştur.</span></span></p>
<p style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px; min-height: 14px;"><span style="font-family: arial;"><span style="font-kerning: none;"></span><br /></span></p>
<p style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px;"><span style="font-kerning: none;"><span style="font-family: arial;">Beynine atan pıhtı aylardır babaannemi öldürmeye çalışıyor. Savaşılan çoğu cephede babaannem yenik düşüyor. Gün geçtikçe vücudu içinde tutunmaya çalıştığı bir kabuğa dönüşüyor. Gözleri kapalı. Konuşamıyor, hareket edemiyor ve bir şey yiyemiyor. En çok yemekle ilgili konu canımı sıkıyor. Yiyebildiği tek şeyin mama olduğunu gördükçe, zerzevat istemem, köfte pişirin, dediği zamanları düşünüyorum. Tavuk kanat al gelirken, mangal yapın, diye babamı aradığı seferler, balık mevsimi olmadı mı hala diye sorarken yutkunduğu zamanlar, kaselere sallayıp sapına kadar doldurduğu tüm kaşıklar gözümde canlanıyor. Belki müdanasız bir insan olup, nezaketin arkasına sığınmaya gerek duymadan kendi canının istediğini yapabilmek irsidir, bana da geçmiştir. Belki dondurma çubuğunu cebime saklayacağım zamanlar henüz gelmemiştir. Oğluna duyduğu sevginin büyüklüğünü tahayyül edemememişimdir.</span></span></p>
<p style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px;"><span style="font-kerning: none;"><span style="font-family: arial;">Oğlum, bir sabah da altı buçukta kalkmasan, diyorum. Yüzünde dünyanın en güzel gülümsemesiyle odasına koşuyor. Oyuncak mutfağın başına geçiyor. Tenceresinin kapağını açıyor. İki avucunu birbirine vurup çotth diye bir ses çıkarıyor. Yumurtaları kırdın mı, diyorum. Kafasını sallıyor. Bıçak alıyor bir tane eline. Kesilsin diye yapılmış iki parçalı ahşap meyvelerin arasından üzüm salkımını seçiyor. Oyuncak ikiye ayrılıyor. O da tencerenin içine. Bana biraz süt, oyuncak köpeğe pirzola. Oyuncak fırının defalarca açılıp kapanıyor. Sen küçük şef misin, oğlum diyorum. Gözleri parlayarak kafa sallıyor. Telefonun titrediğini duyuyorum. Annem. Uyandırdım mı, diyor. Uyanığım, diyorum, hayrola. Gece babaanneni kaybettik, diyor. Küçük şef o sırada oyuncak karpuzu oyuncak olduğunu unutup çiğnemeye çalışıyor. </span></span></p>
<p style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px;"><span style="font-kerning: none;"><span style="font-family: arial;">Her şey yaşamaya devam ediyor, aslında hiçbir şey ölmüyor.</span></span></p>
<p style="-webkit-text-stroke-color: rgb(0, 0, 0); -webkit-text-stroke-width: initial; font-family: Arial; font-size: 12px; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px; min-height: 14px;"><span style="font-kerning: none;"></span><br /></p>Çiğdem Demirhanhttp://www.blogger.com/profile/09566676105861734462noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4204889800505088619.post-63835282599024264232022-04-18T17:44:00.000+03:002022-04-18T17:44:20.523+03:00Kar <p><span style="font-family: arial;">Şişmanlamışsın. Her fotoğrafında insanı hayrete düşüren, gençliğinin mi, yaşama sevincinin mi yoksa sahte gülümselerdeki ustalığının mı verdiği bilmem, tazelik hissi uçup gitmiş. Gözlerindeki her an atılmaya hazır çıpalar yerini çoktan demirlemiş bir yorgunluğa bırakmış. Hafif bir meltemin içinde sezilen belli belirsiz bir yosun kokusu olurdu ellerinde, yok olmuş.Ve de biliyor musun, oh, iyi olmuş. </span></p><p><span style="font-family: arial;">Seni izlediğimden bihabersin. Bacak bacak üstüne atarken üst bacakların pantolondan dışarıya taşacak gibi oluyorlar. Elindeki pasta tabağını sanki alıp kaçacaklar, bir saniyeliğine bile bırakmıyorsun. Doldurmuşsun içine patatesli böreği, kısırı, havuçlu keki. Çatal ağzına giderken yarı yolda kırmızı kazağının üzerine kırıklar saçılıyor. Kazağınla aynı renk boyalı tırnakların kırıkları toplayıp sehpanın üzerine koyuyor. Çay mı, tazele canım ama açık olsun bu defaki, diyorsun. Bir çay daha içilsin. Bir rejimden daha vazgeçilsin. Kalori hesabı yapılan günler geride kalmış. Bana doğru hiç bakmıyorsun. Tesadüfen karşındaki koltuğa oturma hatasına düşen zavallı üst komşuya anlatıyorsun da anlatıyorsun. Ayol kadına ne acaba senin oğlanın müzikte çok yetenekli olduğundan. Çocuk daha el kadar, neyin yeteneği, beste mi yapıyor mama sandalyesinde otururken. Hıhı, ingilizcesi de çok iyi. Doğduğundan beri Filipinli bakıcı var tabi. İngilizce sayıyor ona kadar vallahi Ayla Abla, diyorsun. Bir test varmış, çocuk üstün zekalı mı diye ölçtükleri, ona götüreceğiz bu cumartesi. Ayla Abla, hadi hayırlısı, diyor. Tövbe yarabbim. Diyemiyor ki, saçma sapan şeylerle çocuğu meşgul etmeyin, diye. Neyse. Gözlerimi dikip sana baktığımı anlamasınlar. Kafamı biraz diğer tarafa çeviriyorum. Salon iyice sıcak oldu. Balkon kapısını Kıymet Abla açıyor, kapı aralığında bir de sigara tüttürüyor hızlıca. Nalan arkadan gidip, anne kapat şu kapıyı ne olur, donduk, deyip kapatıyor. Dışarıda keskin bir soğuk var, hava kar topluyor. Elimdeki kahve fincanının sıcaklığı avucumdan geçip enseme kadar gidiyor. Mayışıyorum. Gözüm dalıyor. E şekerim, sizde yok mu hala bir şeyler, diyen ses bir süre havada asılı kalıyor. Sana diyor, tatlım diye dürtüyor beni Bediha Abla. Ha, bana mı? Yok, diyorum. Provası yapılmış bir gülümseme dudaklarımı yalayıp geçiyor. Gelmişim kaç yaşıma, yine de bu münasebetsiz soruları soran taraf hiç utanıp çekinmezken, huzursuz olma ihalesinin üzerime kalmasına alışamıyorum. Yerimde kıpırdanıyorum. Fark etmeden sandalyede sırtımı dikleştiriyorum. Bediha Abla benden ilgi çekici bir hikaye çıkmayacağını anlıyor. Ellerini kucağımda döndürdüğüm ellerimin üzerine koyup okşuyor. Sırtımı okşar gibi. Bir yandan da halime üzülür gibi. Olsun, der gibi. Tek bir söz çıkmıyor ağzından. Ellerini de alıp diğer tarafa dönüyor. Bu soruları sormalarının sebebi çok da merak etmeleri değil ya da şöyle demeli herhangi bir şeyi merak ettiklerinden daha fazla merak etmeleri değil. Heyecan yaratan bir yanıt gelmeyince hemen başka bir konuya geçiveriyorlar. Zaten cevapların değil o an oluşan cevap ihtimalinin yarattığı hisler tatlı geliyor. Konuşanların sesi gittikçe yükseliyor. Ağızlarındaki frenler anlattıklarının dinlenmesinin verdiği hazla gevşiyor. Kontrolsüz bir araba gibi yokuş aşağı gidiyorlar. Boşananlar ki zaten beliydi öyle olacağı, o gelini en başından beri istememişlerdi. Çocuğu bakıcıya bırakıp hayatını yaşayanlar ki o kız hep öyleydi ancak gezsin tozsun. Ay çocuk iki yaşına gelmesine rağmen hala emzirenler, ne öyle köylü kadınları gibi sürekli meme dışarıda. Çocuk altı aylık olunca koşarak işe dönenler ki o kız zaten hırsından ölecek, iğne ipliğe dönmüş. Doğumdan sonra kendini salan ve eski kilosuna dönemeyenler ki zaten kocasıyla da arası iyi değilmiş, adam her akşam dışarılardaymış. Evine bir kez bile oturmaya çağırmayanlar ki zaten o kadının elinden bir kek çırpmak gelmez, tozlar yuvarlanıyormuş kanepelerin altından. Bir süre sonra kulaklarımın duyduklarını duymakla yutmak arasında bir tercih yapması gerekiyor. Sanki kulaklarımın içindeki dev silindirler kelimeleri ezip dümdüz ediyor. Sonra da kulağımdaki sallanan küpeler pestil gibi olmuş kelimleri iki ısırıkta yutup sindiriyor. Arada bir elimi küpelerdeki incilerin üzerinde gezdiriyorum ki midelerinin ne kadar şiştiğini anlayabileyim. Yüzüne bir şey mi yaptırmışlardan sarkan göz kapaklarını ameliyat ettirenlere geçerken midem bulanmaya başlıyor. Çaylar bir dikişte bir kez daha bitiyor. Demleyin canım bir çay daha, belli ki kimsenin gitmeye niyeti yok. Çaydan midesi kötü olanlara Türk kahvesi. Yanına su koymayı unutmayın küçük bardaklara. Lokum da ister misiniz fıstıklı? Yok canım, sen istemiyorsun, formuna dikkat ediyorsun. Hiç gülesim yoktu. Ya da çok gülesim var da bir başka zamana saklıyorum. Çayı sehpanın üzerine bırakıp tuvalete koşuyorum.</span></p><p><span style="font-family: arial;">Mutfaktaki camı sonuna kadar açtım. Belime kadar aşağıya sarktım. Derin nefesler alırken gelene geçene bakıyorum. Elimdeki sigaranın külleri sokağa dağılıyor. Ee, diyen sesini duyunca bir an olduğum yerde sıçrıyorum. Az daha pencereden aşağıya düşüvereceğim. Elimi kalbimin üzerine koyup sesimin tonuna hakim olarak, efendim, diyorum. Sonunda bir soru işareti var. Manyak mısın kızım sen, neden peşimdesin, diyemiyorum nezaket icabı. Nasılsın, diyorsun elindeki Türk kahvesi fincanın dibindeki telveyi serçe parmağınla sıyırıp ağzına atarken. Yüzün ekşiyor. Yüzün bembeyaz oldu az önce salonda, bir şeyin mi var? Demek oturduğun yerden hem çoluk çocuğunu anlatıyorsun hem de beni izliyorsun çaktırmadan. Yok ya, diyorum. Çok çay içtim, midemi kötü yaptı herhalde. İş güç nasıl, diyorsun. Sesinde beni sinirlendiren şeyin ne olduğunu anlamak için bir anlığına gözlerimi kapatıyorum. Gözümü açtığımda bir yandan kırmızı boğazlı kazağının yakasından içeriye üflerken gözlerini benden ayırmadan cevap bekleyen suratınla karşılaşıyorum. Yılbaşı yoğunluğu var mı, derken mutfak masasının üzerinden aldığın pişirme kağıdı kutusunu sallamaya başlıyorsun yüzüne doğru. Ay çok sıcak basıyor bana, diyorsun. Hormonlarım düzelmedi herhalde hala. Bir sıcak bir soğuk geliyor, su gibi oldu sırtım valla. İşler karışık biraz, diyorum, biliyorsun işte dolar kuru, faizler, hesaplar allak bullak oldu. Hay allah, diyorsun. Yorma kendini çok. </span></p><p><span style="font-family: arial;">Tabi, canım. Yani ben herhalde bir çeşit ruh hastasıyım ki sabahın kör karanlığında evden koşarak çıkıp gece yarılarına kadar masa başında çalışıyorum. Her gün tonla insanın kaprisiyle uğraşıyorum. Eve gel, yemek yap, temizliği düşün, ertesi gün ne giyeceğini düşün, spor salonuna git, geceden buzdolabına yulaf ezmesi koy, evde deterjan kaldı mı, kahve bitti mi onu da düşün, kocan hafta sonu eve yine mi misafir davet etti, menü hazırla, evdeki klozetin sifonu su kaçırıyor, tesisatçı var mıydı tanıdık, ara da ayarla. Tırnakların yine kırık, saçlarına bir fön çektir, kendine bak, aman salma. Kitaplığın tozunu al, son çıkan filmleri izle, raporu bitir, aramalara dön. Koşmasan da koş. Kanatların olmasa da uç. Sonra bir an yalnızca bir an tamamen tek başına, hiçbir şey yapmadan oturmuş boş bir duvara bakarken aklına ne gelse beğenirsin? Uzun zaman önce postaya verilmiş bir mektup gibi adresime teslim o düşünce gelip aklıma düşüyor. Bir bebeğin uyurken yüzünü izlediğimi, pürüzsüz toparlak yanaklarında parmaklarımı dolaştırdığımı, kıvırcık saçlarından geçirdiğim avuçlarıma ayçiçeği yapraklarının dolduğunu hayal ediyorum. İçimde bir tel titreşiyor. Palazlanmaya çalışan bir alev gibi titreşiyor. Odanın içinde duvarlara gölgesi vuran incecik bir mum ışığı gibi titreşiyor. Basılmış bir mi diyez gibi titreşiyor. Üzerimdeki kazağın yakasını iyice açıyorum. Aynı kırmızı kazaktan giymişiz. Tırnaklarımdaki kırmızı ojelerin uçları soyulmuş.</span></p><p><span style="font-family: arial;">Yormam, diyorum. Sesim yumuşuyor. Uzun bir koşudan sonra yere çökmüşüm de nefesleniyormuşum gibi ciğerlerim yorgun. Sarılıyoruz. Senenin ilk karı yağmur damlasından buza dönüşüp havada salınmaya başlıyor. Kendi soğuğundan ürken bir buz kristali.</span></p>Çiğdem Demirhanhttp://www.blogger.com/profile/09566676105861734462noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4204889800505088619.post-40328441647870074712020-01-23T17:10:00.001+03:002020-01-23T17:10:23.553+03:00Ayak izleri<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Yarın geçerken uğrar mısın bana, diyorum. Hiçbir şey demiyor. Gördüğüm şey, en başta kafasının tam ortası. Eğilmiş, ayakkabılarının bağcıklarını bağlıyor. Doğrulup, montunun ceplerini yokluyor. Anahtarlarım içeride mi kalmış, diyor. Uzanıp koridordan içeriye bakıyorum. Yarısı içilmiş kahve fincanları, yere düşmüş yastıklar, hafifçe kapatılmış perdeler. Havada yarı neşeli bir koku var. Buldum buldum, diyor. Cebinden çıkarıp gözümün önünde anahtarları şöyle bir sallıyor. Metallerin birbirine çarpma sesi havaya dağılıyor. Çıngır çıngır. Cevap vermedin, diyorum. Yerdeki bakışlarını kaldırıp, yüzümde dolaştırıyor. Gördüğüm şey, cevap vermemek için kendini zor tuttuğundan sıktığı çene kasları. Öyle sıkıyor ki, yüzünün şekli, yanlara doğru uzayıp kısalan bir ovale dönüşüyor. Bilmem, diyor. Dönüşte buradan geçmeyebilirim. İçimde yükselen türlü bağırışlar, anlamsız seslere dönüşüp sessizleşiyor. Peki, diyorum. Ben evdeyim. Yalnız mı olursun, diyor. Kim olacak ki, diyorum.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Sorumun anlamsızlığının ikimiz de farkındayız tabi. Ev burası, yol geçen hanı değil. Gelip giden belli. Hele bir de evli bir kadının evine kim girip çıkabilir ki? Kuru yaprakların yığıldığı mermer merdivenlerde toplasam on kişinin ayak izi vardır. Ki çoğunun izini diğer evlerin girişinde de buluruz. Bakkal çırağı, sucu, kargocu, haftada bir temizliğe gelen kadın, ben, bebek arabasının tekerlek izleri. Adnan. Ayakkabılarının uçlarına bakıp, kusura bakma çamurluymuş ayakkabılarımın altı, burayı da pislettim, diyor. Önemli değil, diyorum. Böylece senin de ayak izlerin oldu. Neden bahsettiğimi anlamıyor. Uzanıp öpecek gibi oluyor. Vazgeçiyor. Birden gülümsüyorum. Peki, diyorum. Geçersen uğrarsın.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Gördüğüm şey sırtı. Kalın montunun içinde sırtının çizgilerini tahmin etmeye çalışıyorum. Kürek kemiklerinin birleştiği yeri, kafasını kaldırdığında boynunun altındaki derinin kırıştığını, kaslarının gerildiğini görür gibi oluyorum. Yürüyüp gidiyor.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<br />
<br />Çiğdem Demirhanhttp://www.blogger.com/profile/09566676105861734462noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4204889800505088619.post-59177742787697643312019-02-25T17:36:00.001+03:002019-02-25T17:36:10.040+03:00Merhaba,<br />
<br />
<br />
Sizinle benim için çok kıymetli olan bir gelişmeyi paylaşmak istiyorum.<br />
<br />
Bu blog benim kendime ve dünyaya yazdığım hikayelerdi. Siz de okumaya başladığınızda bir başkasıyla bunları paylaşmanın ne kadar büyülü olduğunu fark ettim. Bugünlerde ise en büyük hayalim gerçek oluyor. Bir kısmı bloktaki yazıların tekrar düzenlenmiş versiyonu bir kısmı tamamen kitap için yazılmış, dört bölümden oluşan kitabım Loş İklimlerin Hayvanları ön satışa çıktı. Bu hafta içinde hepimizin eline geçmiş olacak.<br />
<br />
Sipariş vermek isterseniz https://www.birkutukitap.com/edebiyat/mart-2019-los.html adresinden ya da https://www.kitapyurdu.com/kitap/los-iklimlerin-hayvanlari/494689.html&manufacturer_id=214162 adresinden alabilirsiniz.<br />
<br />
İlk günden bu yana cesaret verdiğiniz ve yanımda olduğunuz teşekkür ederim.<br />
<br />
<br />
<br />
Çiğdem.Çiğdem Demirhanhttp://www.blogger.com/profile/09566676105861734462noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4204889800505088619.post-29426759528734368672018-12-27T14:51:00.003+03:002018-12-27T14:51:42.835+03:00Anlattıklarım<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Belki sana anlattıklarım anlatamadıklarımın gölgeleridir. İçimden bir yumurtadan çıkar gibi kabuğunu kırıp çıkan bu sözcükler, anlamlarını kaybetmiş birer berduştur sokaklarda. Yitirmekten korktukları tüm servetlerini bu kez kesin tutacak deyip yine yanlış atlara basmışlardır. Toprak, tarla, bahçe, büyükbaş, kordonda yalı dairesi, garajdaki araba, hisse senedi tahvili, hanımın altın bilezikleri, çocuğun kreş parası. Ne varsa bir günde toza çevirip havaya üflemişlerdir. İş bilen tarafı yitmiştir vücudun. Geriye bir sözcükler, bir de her işin acemisi ellerim kalmıştır. Sarılsam sarılamam, kemiklerim ufalanır. Bağırsam bağıramam, sesim karıncalanır. Kaçsam, olmaz. Düşsem, dizlerim yaralanır. Arsızca dokunsam saçlarına, parmaklarım dağlanır. Yığılıp kalırım avuçlarındaki çizgilere.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Bir geminin limana yanaştığı andır söylediklerim. Gözlerim seni arar. Kalabalıkta ter kokusu sabahın tazeliğini ortasından ikiye yarar. Biri unun içine bir parça tereyağını katar, avucunun dışıyla yoğurur. Bu bekleyişte denizdeki dalgalar her saniye benden bir tane daha doğurur. Düşünsene, tüm kara sularımızda kafasını kaldırmış, senin yüzünü bulmaya çalışan bir tane daha ben. Yanağının sağ tarafında güneşte hafifçe parlayan o küçük kara ben. Bekleyiş kavuşmanın en hassas tenlisinden. Tırnağının ucuyla dokunsan kırılır bin bir yerinden. Ağzın sulanarak bakarsın fırından yeni çıkan simitlere.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Söylediklerim, sabahlara kadar soğuk yatakta döndüklerimdir. Çarşafın kırıştığı yerler paramparça yerlere saçılır yatakta her döndüğümde. Gece uykusu nadir bir kuş cinsi buralarda, bilmezsin. Kelaynaklar, sakalar, floryalar, ak kuruklu kartallar. Kim ki sapanıyla belirir, tutup ensesinden savurmalı pencereden aşağıya. Gagasıyla gelip dürter bazı günler gülen baykuşlar. Usul usul kafasını okşarım gözlerimi gözlerine dikip. İçimi tatlı bir sessizlik kaplar. Derken bir siren sesi. Ellerindeki megafonlardan konuşan kalın sesli birilerinin ayak sesleri. Bir okun kulağımın tam dibinden geçerken çaldığı ıslık yapışır kalır yanağıma. Gün doğar, teslim olurum uykunun sınırında nöbet tutan askerlere.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Anlat diyorsun. Ben binbir yerimden kırıldım, diyorum. Konuşsam su alıp batacak gibiyim. Konuşsam bu dünya beni taşıyamayıp yıkılacak. Anlatsam kulakların alev alıp yanacak. Bir sapanla bir kuşa nişan almışım, sesimi çıkardığım an kaçıp kurtulacak. Ağzımda, biri yılları havanda dövüp damağıma yapıştırmış gibi acımtırak bir tat. Söylediklerim sanki kendi çeperlerini yırtıp, dağılacak. Anlat diyorsun. Bazı yara izleri var, suskunlukla kutlanacak. Bazı uzaklıklar var, saplarından tutup ocağa koysan konuştukça altındaki ateş daha harlı yanacak. Konuşsam biri daha söylediğim sözlere kanacak. Bırakalım da düşen düşsün mü uçurumlardan vadilere? Bırakalım da karışan karışsın ırmak sularından denizlere.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<br />Çiğdem Demirhanhttp://www.blogger.com/profile/09566676105861734462noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-4204889800505088619.post-6476333688114470442018-06-18T13:40:00.003+03:002018-06-18T13:40:31.456+03:00Balon<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">İnsan şişirilip gökyüzüne salınabilecek bir balon değildir.</span><br />
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;"><br /></span><span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Nerede patlayacağı belli olmaz. Bazıları üflediğiniz ilk nefeste büyük bir gürültüyle paramparça olabilir. Sağır oldum sanırsınız. Biraz arı vızıltısıyla pansuman ederseniz, geçer. B</span><span style="font-family: "\22 georgia\22 " , "\22 times new roman\22 " , serif;">azısını ise gökyüzüne uçurmaya </span><span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">nefesiniz yetmeyebilir. Başınız dönmeye başlar. Ilık suya meltemler karıştırıp için, iyileşirsiniz. Çoğunu bir bileğe bağlamak lazım gelir kaçıp gitmesinler diye. Her birinin hangi anda uçmaya başlayıp, nerede patlayacağını öğrenmek gerekir evvela. Başka türlü insanın sınırları çizilmiyor. Nerede telefon tellerine dolanacağını hesap edebilmesi lazım yola çıkarken. Yoksa trajedi büyük oluyor. Öyle ki, insan lunaparklardan bile korkmaya başlıyor.</span><br />
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;"><br /></span><span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Bir keresinde nerelere kadar uçabileceğimi merak ettim. </span><span style="font-family: "\22 georgia\22 " , "\22 times new roman\22 " , serif;">Herkese ucu sivri cümlelerle veda ettim. Balkondaki çiçekleri ölüme terk ettim. Kapıyı kilitlemedim. Bakkalın çırağını tembihlemedim. Çektim gittim. Yarın yoktu benim için. </span><br />
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">İçimde kırılmamış yerler çoğunlukta olduğundan fersah fersah uzaklara gittim. Fütursuz cesaretin çabucak yalnızlığa vardığını da en kestirme yoldan tecrübe ettim. Gündüzlerin herkese dostken gecelerin çok az insanla arkadaş olabildiğini o zamanlar öğrendim. İnsanın içinde sarılmak diye bir ihtiyaç olduğunu fark ettim. İnsan ki; meğer ten sıcaklığıyla çalışan bir makineydi. Dokunamadıkça içindeki dengeler alt üst olur, ucu tırtıklı yalnızlıklar oluşurdu. İnsanın tüm güzel anlarını gelir yontar. Her gece içinde yer değiştire değiştire bir organa yapışır. Bir gece akciğeriniz yetmez gibi nefes alamazmışsınız. Balkona çıkar derin derin nefesler alır yine de iyileşemezmişsiniz. Ertesi gece karaciğerinizle konuşur, yüksek bir taburede dünya çok aşağılarda kalana kadar oturursunuz. Bir gün aklınız yetmez olur, ne yapacağınızı bilemezsiniz. Burnunuz bir gece ansızın tüm kokuları birinin kokusuna benzetmeye başlar. Gözleriniz gördüğü her şeyi başka bir şeye benzetir, yetmez, aniden bastıran bir yaz yağmuru gibi ağlarsınız. Bir gece bacaklarınızda öyle bir huzursuzluk olur ki evden apar topar çıkar, sokak lambalarının altında saatlerce koşarsınız. Elleriniz büyür bazı günler. Kalem bile tutamazsınız. Saçlarınız düğüm düğüm olur aniden. Uçak kanadından taraklarla tarasanız, açamazsınız. Tat alamamaya başlarsınız bir günün ortasında. Ya da yediğiniz her şey simit susamına dönüşür, çıldırırsınız.</span><br />
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Ve patlarsınız. Hiç beklemediğiniz bir anda gürültünün kendinizden geldiğini bile anlamadan, paramparça olursunuz. Hem de tam artık daha iyiyim sandığınız anda olur bu. Uzun uzun ve dünyanın size artık başka bir pencereden göründüğünü bilerek, bir bankta günlerce oturursunuz. Aklınızdaki tüm yüzleri tek tek okşarsınız. İçinizdeki ucu sivri cümleler, kelime kelime uysallaşır. İçinizde koşan yabani atların birden evcilleştiğini hissedersiniz. Yenik düştüğünüzü bilirsiniz. Kendinizi yenerek, kendinize yenik düşersiniz. Köşeler yuvarlanır. Karanlık köşeler aydınlanır. Girmediğiniz odaların kapıları aralanır. İçinizdeki yabancı toprakların üzerindeki sis kalkar. Siz de oturduğunuz yerden kalkarsınız. Gidip ilk telefondan aklınıza kazılı bir numarayı ararsınız. Sonra bir uçak kadar kadar yakın olduğuna inanamazsınız döndüğünüz mesafenin. Kendinizi sıcacık bir bileğe bağlarsınız.</span><br />
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Uzun uzun sarıldıkça gitmenin kolay, kalmanın zor ve dönmenin ne şahane olduğunu anlarsınız.</span>Çiğdem Demirhanhttp://www.blogger.com/profile/09566676105861734462noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-4204889800505088619.post-4097282723997963922018-05-25T18:00:00.001+03:002018-05-25T18:00:17.335+03:00Bulantı<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">O öğleden sonra dünyada olan biten hiçbir şeyden haberdar olmak istemediği, kendisi dahil insanlığın tümünden uzakta, biraz hüzünlü müzik ve bolca alkolle geçirmek istediği bir zaman dilimiydi. </span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">İçinde ne teşhis ne de tedavi edebildiği bir his vardı. Trafik kazasında kopmuş bir bacak gibi içinde bir yerin koptuğunu ama hiçbir yere gitmeden de orada durduğunu hissediyordu. Saatin yelkovanı ilerlemiyordu. Rüzgar esmiyordu. Telefon çalmıyordu. Yoldan kimse geçmiyordu. Hiçbir şey olmuyordu. Hiçlik. Bir şeyler yer değiştirse ya da birden bir şimşek çaksa dünya değişecekti. Olmuyordu. Salondaki tüm eşyalar öylece duruyorlardı. Şişeyi her seferinde bıraktığı yerde bulması gerekiyordu, o bile kendiliğinden kalkıp gelmiyordu. Evin her noktası eskimiş, modası geçmiş, pislenmiş gibiydi. Salonun tam ortasına, parkelerin üzerine oturdu. Bir parkenin üzerinde sanki sadece o parçayı bir ağacın gövdesinden koparıp getirmişler gibi bir oluk vardı. Oysa hepimiz onun da bir fabrikada üretildiğini biliyorduk. Hepimiz bu günlerin bir yere varmadığını, çocuklukta kurulan hayallerin geride kaldığını, hiçbirinin gerçekleşmediğini de biliyorduk. Yetişkin denen şeyin ta kendisi olmuştuk. Sıradanlaşmaya karşı koydukça akşamları yığıldığımız kanepelerde uykuya dalmıştık. Olmayız dediğimiz kim varsa olmuştuk. Hatta anne babalarımızın birebir kopyası. Zamanda geriye gitmek mümkün değildi. İleriye gidişte ise tatmin edici bir vaad yoktu. Öylece yaşıyorduk. Yolun üzerindeki ağaçlar gibi. Denizde yol alan tankerler gibi. Kamyonetlere yüklenip giden yeni cilalanmış ev mobilyaları gibi. </span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"> İç cevizlerin durduğu kavanozu açıp ağzına bir tane daha attı. İç cevizin kilosu yüz otuz lira olmuştu. Yirmi lira verince bir kese kağıdının içine bir avuç ceviz koyuyorlardı. On beş liralık cevizi çoktan yemişti. Aç karnına içki içip sarhoş olmaktan korkuyordu. Bir yandan da sarhoş olmak istiyordu. Hiçbir şeyin olmadığı şu tuhaf günde sarhoş olmak bile bir yaşam belirtisiydi. Kendisi gerçekten var mıydı yoksa hayal ettiği bir insan mıydı, en azından bundan emin olabilirdi. Hiç bilmediği şarkıcıların acıklı şarkılarından oluşan bir müzik listesi açtı. Tanıdık gelen şarkılarda azıcık ağladı. Bazılarını çok saçma bulup dinlemeden atladı. Genç insanlar artık kendi dillerinde şarkı dinlemiyorlardı. Çok saçmaydı. Kendi dilini sevmek istiyordu. Ait olmak istediği topraklara köklerini salıp orada öylece durmaya muhtaçtı. Ya da buraya ait değilse bir başka yere savrulup orada bir telefon direğine kendini bileğinden kelepçelemeye. Bunları düşünürken sehpanın üzerinde duran orkidelere takıldı gözü. Orkideler yine seramik saksılarının içindeydiler. Orkidelerin bakımıyla ilgili çok video izlemişti. Orkideler aslında yağmur ormanlarında ağaçların üzerinde , onların gövdelerine tutunarak büyüyorlardı. Tropikal iklimde. Şimdi bu ülkede, bu iklimde, plastik şeffaf saksılarının içinde durmadan çiçek açıyorlardı. Kafeste kuş beslemekten ne farkı var, diye düşündü. Bunu onlara nasıl yapıyorduk? Kendimizi hayatlarımızın içine hapsettiğimiz yetmiyor, bir de elimize geçen her türlü canlıyı aynı hayata mahkum ediyorduk. Onlar da pencerenin açıldığı zamanlarda tomurcuklarına çarpan yalandan rüzgara, şehir şebekesinden verdiğimiz sulara kanıp yaşıyorlardı. Belki aynı şey bizim için de geçerliydi. Bu betonarme çukurun içinde avuç içlerini dayayacak tek bir ağaç gövdesi bulamayan bizde de durum aynıydı. İçi tükenmişti. Ne kadar şarj etmeye kalksa dolmayan bir pil gibi bitmişti. O halde hem orkideleri hem de kendisini kurtarması için yapması gereken her neyse onu yapacaktı. </span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Hızla ayağa kalmak istedi ama yapamadı. Sarhoş olmuştu. Baş dönmesiyle kalktığı yere geri oturdu. Midesi bulanıyordu.</span><br />
<br />Çiğdem Demirhanhttp://www.blogger.com/profile/09566676105861734462noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4204889800505088619.post-73164123944618679392018-04-04T17:59:00.006+03:002018-04-04T17:59:50.216+03:00Yetmiyor<br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Aklını sürekli kökünün nerede olduğunu bilmediğin o şeyin dallarına doladıkça içindeki karanlık büyüyor. Sanıyorsun ki boş bir bank bulup denizin kıyısında tüm gün otursan mutlu olacaksın. Huzuru aklını boş bıraktığın anlar zannediyorsun. Oysa değil. Zihin sandığın gibi kanepede oturup sürekli değişen ekrana bakmakla rahatlamıyor. Konuşmaya devam ediyor. Yapmasaydın, diyor. Sen gittiğinde oldu bunlar, diyor. Tam orada o lafı söylemeseydin, bu iş buraya gelmezdi, diyor. Duvarları iki ton daha koyu renge boyamalıydın, bu kakülü bu kadar kısa kestirmemeliydin, o son dilim ekmeğe reçel sürüp yememeliydin. Özür dilemeliydin, peşinden gitmeliydin, kapıları kilitlemeliydin. Daha alımlı yürümeliydin, daha tutkulu öpmeli ve yalnızca gülümserken fotoğrafçılara poz vermeliydin. Susup boyun eğiyorsun. İçinde sen olmayan ama sana benzeyen biri konuşmaya devam ediyor. Sen sessiz kaldıkça onun sesi yükseliyor. Ürkek bir ceylan gibi göz göze gelmemek için biten dizi bölümünü hemen yenisiyle değiştiriyorsun. Gün ölüyor. İçine tohumlar atıp sulayacağına, çöpler atıp kirletiyorsun.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Aynaya bakmıyorsun. Kendini kurumuş bir dal, çatlamış bir kadeh, çürümüş bir elma gibi görmekten korkuyorsun. Soyununca içine doğru açılmış bir delik fark edersen diye günlerdir yıkanmıyorsun. Güneşli havalar yüzünü güldürmüyor. Parkelerin üzerinde toz topakları döne döne yuvarlanıyor. Saçlarının uçları kırık. Dişlerin kamaşıyor. Elinde bir türlü bitiremediğin kalın bir kitap. Arada kafanı kaldırıp dışarıya bakıyorsun. Sokakta tek bir hareket yok. Yalnızca kuşlar. Dönüp dönüp bir apartmanın yanındaki ağacın yeşillenen dallarına bir yolun karşısındaki evin bacasına konuyorlar. O kadar. Canları sıkılmıyor. Bir avuç canları var, sıkılmaya yetmiyor.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Bugün günlerden neydi diye düşünüyorsun. Bir günün daha üzerine basmadan diğerine atlıyorsun. Ses yok evde. Çıt çıkmıyor. Mutsuzluğuna bir isim koyamıyorsun. Uykulu gibisin. Oysa yeni doğmuş bebeklerden birazcık daha az uyuyorsun. Yüzünde yastık izleri. Ayağında yün çoraplar. Kapıdan çıkacak gibi sürekli koridora doğru yürüyorsun. Kendine yapacak bir iş icat etmek istiyorsun. Üzerinde eprimiş pijamalar. Dışarıda oturulacak tüm sandalyeler kapılmış. Yüzün incelmiş. Bir gizli düğme var içinde saklanan. Bulsan basıp açacaksın içinin kapağını. Bulamıyorsun. Bir avuç hevesin var, bulmaya yetmiyor.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Yoldan bir oğlanla bir kız geçiyor. Oğlan biraz göbekli ve gözlüklü. Kızın üç adım önünden yürüyor. Kız yokuşu zor çıkmış, hızlı hızlı nefes alıp veriyor. Oğlan dönüp kıza bakmıyor, elinden tutmuyor, arkasından azıcık itmiyor. Oğlan bu kızı sevmiyor. Kız bunu henüz bilmiyor. Cebinden bir lastik toka çıkarıp topluyor saçlarını. İkisinin aklında dünyanın bambaşka ezgileri. Çocuk ıslık çalmaya başlıyor. Islığının arasında bir şey söylüyor. Ne dediğini duyamıyorsun. Kız kahkaha atıyor oğlana cevaben. Devasa bir şey. Öyle büyük ki havada yok olup gideceğine katılaşıp yokuştan aşağıya gürültüyle yuvarlanmaya başlıyor. Ev terliklerinle peşinden koşup, yakalamak istiyorsun. Sonra yakalasam ne yapacağım ki, diye düşünüyorsun. Suratın kaşık kadar. Küçücük gülümsemelere yer var, kahkahalara yetmiyor.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<br />Çiğdem Demirhanhttp://www.blogger.com/profile/09566676105861734462noreply@blogger.com10tag:blogger.com,1999:blog-4204889800505088619.post-58861166600345514112018-03-26T12:44:00.000+03:002018-03-26T12:44:01.815+03:00Ben sana ne yaptım?<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Ama ben sana ne yaptım, diyorum. Önce içimden söylüyorum. Sonra feryat figan dışımdan. Oysa bu defa metanetimi koruyacaktım. Böyle ulu orta bağırıp çağırmaktan, ağlamaktan, kendi kendime konuşmaktan utanıyorum. Aynı zamanda öğrenmiştim ki bir sınır vardı. O sınırı geçince içimde yaşayan birileri haricindeki herkes görünmez oluyordu.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">İlk kez bir sokak ortasında kendimi daha fazla tutamayıp hıçkırmaya başladığımda, insanların her dönüp bakışında, ürkek üzüntülerinde, iç çekişlerinde, başlarını öne eğişlerinde boyu kendimi aşan bir mahcubiyet denizine batıp batıp çıkmıştım. Burnum akmış, gözlerim kıpkırmızı olmuş, yüzümün şekli çarpılmıştı. Dünyadaki var oluşum bu değildi, dönüştüğüm şeyin içinde olmaktan utanıyordum. Yüzümü yerden hiç kaldırmadan evin sokağına dek hızlı hızlı yürümüştüm. Aynaya iki gün bakamamış, günlerce makyajsız sokağa çıkamamıştım.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">İkincisine hiç beklemediğim bir anda yakalanmıştım. Sessiz sakin bir tatil gününü tenha bir balıkçıda bitiriyorduk. Yemekten sonra eve gidip çamaşırları makinaya atacaktım. Duş alıp erkenden yatacaktım. Garson gelip bir kadeh daha içer misiniz, diye sordu. Bana değil, ona. O da şöyle bir dışarıya baktı, içerim, dedi. Sen de içersin, dedi bana. Kendi sözcüklerim pazar tatilindeydi. Sadece kafamı salladım. İkinci yudumumda konu nasıl olduysa, benim hoyratlığıma geldi. İnsanlara karşı çok haşinsin, dedi. Çok kırıcı oluyorsun, fark etmiyorsun. Bana karşı bile böylesin çoğu zaman. Hayretle yüzüne baktım. Şaşırıyorum bu kadar sevimsizleşebilmene, dedi. Sırtımda patlayan bir balon hissettim önce. Sonra fırtınalı havalarda sallanan bayraklar gibi içimin dalgalanmaya başladığını. Sessizce ağlamaya başlamışken sesimin kendi çeperlerini yırtıp havaya karıştığını hayretle duydum. Sesimdeki tınıyı duyunca korktu. Gözleri büyüdü. Yerinden kalkıp yanıma geldi. Ne yapacağını bilemez halde ellerini omuzlarıma koydu. İçimden biri de kalkıp onun kalktığı sandalyeye oturdu, bana bakmaya başladı. Alt dudağımın titreyişine, gözlerimin kenarında oluşan kırışıklıklara, içimde boydan boya kırılan aynalara baktı. Onun bardağında kalan rakıyı bir dikişte bitirdi. Ceketini bile almadan çekti gitti. Ben de yerimden kalktım. Bırak beni, dedim. Dur, dedi. Ben bir şey demedim ki, seni üzmek istemedim, dur, nereye gidiyorsun. Tüm masalardaki çatal bıçak sesleri kesilmişti. İnsanlar şaşkınlıkla karışık bir merakla bizi izliyorlardı. Yeter, dedim. Peşimden gelme. Yine de geldi. Yolun ortasında sarsılarak yürürken gelip sarıldı. Saçlarımı okşadı. Bütün sahili yürüdük. Peşimizden geçen günlerin hayaletleri de yürüdü. </span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Havanın pırıl pırıl olduğu bir cumartesi sabahı. Salonun penceresinden öylece dışarıya bakıyoruz. Ellerimizde diplerinde soğumuş kahvelerin olduğu fincanları tutuyoruz. Bir türlü sehpa almadığımız için her şeyi sürekli elimizde tutuyoruz. İki elimle tuttuğum fincanı sol elime alıp sağ elimle kulağımı tıkıyorum. Napıyorsun, diyor. Söylediklerini duymamış gibi yapıyorum, diyorum. Ciddi bir şey söylüyorum, diyor. İçimden biri, kalkıp oturduğumuz koltuğu ters çeviriyor. Duvarlarda delikler açıyor, kolonlardaki demirleri koparıyor, çatıdaki kiremitleri sokaktan geçenlerin üzerine savuruyor. Ciddi şeyler duymak istemiyorum, diyorum. Çocuklaşma, diyor bana. Bunu bu şeklde yapmamız gerek, yoksa pişman oluruz, diyor. Daha sonra geriye bakıp keşke demek istemiyorum, diyor. Nihayet oturduğum yerden kalkıyorum. Ayaklarımın üzerinde doğrulmam için asırlarca çabalamam gerekmiş gibi yoruluyorum. Sanki iki ayağının üzerinde yürüyen ilk memeli benim. Yürüyüp fincanımı tezgahın üzerine koyuyorum. Sabahki bulaşıkları kuruluyorum. Tabakları dolaba yerleştiriyorum. Ellerimi yıkayıp, saçlarıma lastik bir toka takıyorum. O, koltukta oturduğu yerden bana bakıyor, bir şey demeyecek misin, diyor. Girişte asılı duran kabanımı giyip, yüzüne bakıyorum. Yüzü aynı. İlk gördüğüm gün yüzünde ne varsa aynen duruyor. Dudaklarının kıvrımı, dişlerinin sırası, kirpiklerinin duruşu. Hayret ediyorum. Yüzünün bir parçasını da alıp yanımda götürmek istiyorum. Okşadığım bunca zamandan sonra yanağının sol tarafı benim hakkımmış gibi geliyor. İçimden biri çıkıp kapıyı açıyor. Buyurun, diyor. Elimi tutup merdivenlerden indiriyor. Apartmandan çıkıyorum. Yokuş aşağı adım attıkça ben sana ne yaptım, diyorum. Önce içimden söylüyorum. Sonra feryat figan dışımdan. Balkonda çamaşır asan kadın ve sıra sıra dizili mandallar dönüp bana bakıyor. </span>Çiğdem Demirhanhttp://www.blogger.com/profile/09566676105861734462noreply@blogger.com6tag:blogger.com,1999:blog-4204889800505088619.post-10249956600778139202018-01-08T12:46:00.000+03:002018-01-08T12:46:38.804+03:00Çok <span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Çok istiyorum onu, diyor. Çok.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Suratındaki her kırışıklık başka şeyleri de bir zamanlar çok, haddinden çok istediğini not aldığı kağıtlar gibi buruşturulup atılmışlar. İstemek bir şey ifade etmiyor, diyorum. Daha fazla konuşmanın anlamı kalmadı o zaman, diyor. Montunun ceplerini karıştırmaya başlıyor. İki cebinin fermuarlarını da açıp içlerini yoklayıp kapatıyor. Oysa sigara paketi masanın üzerinde öylece duruyor. Masada, diyorum sessizce. Suçluluk duygusu içimi sigara dumanından önce kaplıyor. Bak, diyorum. Yeni yılın ilk günü makul bir insan olmak için kendime verdiğim sözlere tutunarak sesimin tonunu dostane bir hale getiriyorum. Bak. İşaret parmağımın ucuyla kazağımın sol tarafını işaret ediyorum. Ne var burada, görüyor musun? Kalbin, diyor. Evet, diyorum. Sigarayı yiyecekmiş gibi içine çekiyor. İçinde ne var? Ne biçim bir soru bu, diyor. Böyle dramlar yaratmaya bayılıyorsun. Oysa yeni yılın ilk sabahı dramlar yerine komediler seçmeye kendime yeminler ettim. Kafamı denize doğru çeviriyorum. Her şey hem çok hızlı hem de bir türlü ilerlemeyen bir sanat filmi tadında yaşanıyor. </span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Kalbimin içinde her gün aklımdan geçirdiğim, hatta bazen saat başı adını andığım insanlar var. Kimisini affedemiyorum, kimisi beni affetmiyor. Özlemekten nefesim daralıyor bazı anlar. İçimden kurduğum cümleler uyurlarken kulaklarına üflensin diye dualar ediyorum bazı geceler yatakta. Bazı anlar kalbimin delineceğini, bazı günler paramparça olacağını, bazı geceler elimi içine sokup biraz karıştırsam bunların son bulacağını düşünüyorum. Ama olmuyor. Ertesi gün gözüm bir kitabın kapağına takıldığında, bir şarkıdaki kadının sesini benzettiğimde, sinema koltuklarına sinen benzer parfüm kokularında, çıtır bir lahmacunun ilk lokmasını ağzıma attığımda, evlerine yakın sokaklarda dolaştığımda kalbim hangi hızda çarpıyor biliyor musun? Hayır. Hiçkimse bilmiyor. Herkesin kalbinde öldürdükleri, sonsuza kadar yaşattıkları, unuttukları, odalara hapsettikleri bir arada yaşar. Herkesin. Benim de . Senin de. Milyarlarca insanın her biri sessiz bir anda denize doğru kafasını çevirdiğinde aklına biri geliyor. İşte artık senin de aklına, o, gelecek. Bu kadar, diyorum. </span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">İkimiz aynı anda kafamızı denize doğru çevirip derin birer nefes alıyoruz. Çırılçıplakmışız gibi üşüyoruz. Sigara paketini fermuarlı cebine koyup ayağa kalkıyor. Yavaş yavaş gün batımına doğru yürüyoruz.</span>Çiğdem Demirhanhttp://www.blogger.com/profile/09566676105861734462noreply@blogger.com7tag:blogger.com,1999:blog-4204889800505088619.post-18356569032895352232017-10-30T19:19:00.000+03:002017-10-30T19:19:02.835+03:00Uyku<span style="font-family: Times, Times New Roman, serif;"><i>''Bizler ki düşlerin mayasından yaratılmışız,</i></span><br />
<span style="font-family: Times, Times New Roman, serif;"><i>şuncacık bir adadır hayatımız, ağır uykularla çevrili. ''-W.shakespeare</i></span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"> Uykuya daldığımız an yok oluyoruz. Kepenkleri indirilmiş bir mağaza vitrini gibi duruyor yüzümüz olduğu yerde. Yarı ölüm dedikleri bu. Oysa öldükten sonra başka bir dünyada ruhun yaşamaya devam edeceğine inanan herkes insanın uyuyunca da başka bir aleme geçtiğini kabul etmeli.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Buz tutmuş ayaklarını ısıtmanın bir yolu yoktu. Açtı yorganı. Demir birer külçe gibi sakız beyazı çarşafın üzerinde duruyorlardı. Her kıvrımlarına uzun uzun baktı. Topukları ne kadar sert, tabanları tenine göre ne kadar da koyu renkti. Bir an insanın en ilkel kalmış yanı ayakları, diye düşündü. Sanki yalın ayak çorak topraklarda koştuğum bambaşka bir önceki hayattan kalmışlar gibi vücudumda, dedi. Taraklılar diye çocukluğundan beri sevmediği ayakları, baktıkça daha da çirkinleşti. Gittikçe büyüdü. Tam o anda T. kapıyı açtı. Dosdoğru pencereye gitti. Önce perdeleri sonra pencereleri açtı. İçeriye sapsarı bir gün doğdu. Her damla ışık havada binlerce kez patlayarak çoğaldı. Yerdeki tozların, yorgandaki her kıvrımın, aynadaki görüntülerin, çerçevelerdeki fotoğraflarda gülümseyen yüzlerin, her yana saçılmış kitapların arasındaki ayraçların, tarakta kalmış bir kaç tel saçın, komodinin üzerindeki cam su bardağının her zerresine ayrı ayrı düştü. Kızın yüzündeki kıvrımlar, perdelerin arasındaki gölgeler çoğaldı. </span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">- Ne bu saçının hali, dedi T. kıza. Bir yandan yere atılmış tişörtleri, etekleri alıp tek ayağı kırık sandalyenin arkasına asıyordu. Sandalye yükünü taşıyamayıp tökezleyince alıp duvara yasladı sandalyeyi de. Elindeki çorabın bir tekini aramak için eğilip yatağının altına bakarken, kız , neyi varmış ki, yeni uyandım işte, dedi. Bir yandan da eliyle saçlarını yoklayıp anlamaya çalıştı. Elini yatağın altına sokup iki tane birbirinden farklı çorap teki çıkardı. Onlarla beraber küçük bir kağıt parçası da çıktı. Ucundan toz topakları sarkan kağıdın üzerinden büyük harflerle, yarın, aynı yerde, yazıyordu. T. bir kağıda bir de kızın yüzüne baktı. Kız o sırada pencereden dışarıya bakıyordu. T. çorapları toplayıp götürürken, notu da cebine attı. Kahvaltı hazır, dedi. Kızın o günden tüm hatırladığı bu kadardı.</span></span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span><span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Birdenbire gözlerini açtı. Nefes nefeseydi. Ağzı kupkuruydu. Bütün iç organları çorak topraklar gibi boydan boya çatlamıştı sanki. Korkunç bir rüyaydı belli ki ama tek bir şey hatırlamıyordu. Başucundaki lambayı yaktı. Sürahiden bir bardak su doldurdu. Birkaç damla geceliğinin yakasına döküldü. İçti. Bir bardak daha doldurdu. Elinde bardakla, yatağın içinden dünyanın karanlığına baktı. Duvarlardaki çatlaklara, tavandaki gölgelere, tam karşısında asılı duran resimdeki dağların yamaçlarına baktı. Odanın şekline baktı. Tam bir kare, dedi. Bir rubik küp kadar kare. Bunu çizen mimar acaba bir kez olsun bu odanın ne kadar kare olduğunu düşünmüş müdür diye düşündü. Bu kare odada yerini bir türlü bulamayan eşyaların her gün oradan oraya volta atacaklarını biliyor muydu. Tavanı yükselen evlerin duvarlarının aynı oranda yükseldiğini fark etmiş miydi? Bu sessizliği ya da? Bu evleri kim bu kadar sessiz yapmıştı? Hiçbir odadan diğerine tek bir nefes alışın, ufacık bir gülümsemenin, iç çekişin geçmediği duvarları kim iyi bir şey sanmıştı? Şu an biri çıkıp ,o uyurken tüm dünyanın birden sona erdiğini ve bu odanın uzayda bir boşlukta asılı kaldığını söylese, inanırdı. </span></span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span><span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Aynı anda T. plastik terliklerini çıkardı. Ayaklarını mutfağın soğuk seramiklerine dayadı. Ayak parmaklarından sırtına kadar uzanan upuzun bir ipin ciğerlerine dolandığını hissediyordu. Her nefes alıp verişinde içindeki kocaman iplik topağı biraz daha genişliyordu. Gündüzleri sokakta attığı her adımın izini, geceleri aklından geçirdiği on düşünceden beşini, uykuların en derin yerini bitmek bilmeyen upuzun bir kaşkol gibi örüyordu bu his. Yaz gecelerini yün süveterlere, kaşkollara, çoraplara dolanmış geçiriyordu. Balkondan gecenin serinini eve sokmaya çalışıyor ama ne yapsa serinleyemiyordu. Sigara dumanının balkonda yanan ısığa doğru uzayıp gidişini izledi. Karşı apartmanda açık unutulmuş bir televizyonun rengi sürekli değişen ışığına baktı uzun uzun. O sırada her biri gecenin elini sıkı sıkıya tutmuş bir kaç genç gülüştü sokak lambasının altında. Koyu bir rakı kokusunun da havaya karıştığını dikkatlice baksa görürdü T. Onlardaki yaşam sevincinin tazeliğini, taze yüzlerindeki pembeliği alıp saklamak geldi içinden. Bir parçası havada asılı kalmış gülüşlerini alıp, cebine, dün kızın odasında bulduğu notun yanına koydu. Terliklerini eline alıp, parmak uçlarında geçti koridoru. Saçlarının hışırtısı da olmasa insan onun var olduğuna bile inanamazdı bu sessizlikte.</span></span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">O gece ikisi de uykuya tutunamadı. </span></span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Sabah her zaman geldiği saatte gelip aydınlığını yüzlerine vurdu.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">T. yatağın kenarına oturmuş, kızın yüzüne bakıyordu. Dün gece sokaktaki gençlerden çaldığı bir parça sevinci madalyon gibi takmak istiyordu kızın göğsüne. Dudaklarına eliyle bir gülümseme çizip bırakmak istiyordu. Oysa parmak uçlarının yalnızca gölgesi değiyordu kızın yanaklarına. Uyandırmak için gelmişti kızın yanına ama şimdi, yanında durup uyurken birine bakarken insan çok mahrem bir şeye bakıyormuş gibiydi. Uyuyan birine bakmak sanki bir anahtar deliğinden bir odaya bakmak gibiydi. İçeride ne olduğunu göremese de görmeye çalışmaktı. Göz kapaklarını eliyle tutup kaldırsa sanki orada bin kanallı bir televizyon ekranı vardı. Her kanalı ayrı bir dünyanın alanı. Gözlerinin hareketine bakınca kızın şu an burada yattığına inanmak ne zordu. Kepenkleri indirilmiş bir mağaza vitrini gibiydi yüzü. Karadan ulaşılamayan bir güzel cennet koyu. Haritalarda dahi işaretli olmayan ıssız bir ada. </span></span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Ağır uykularla çevrili.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span></span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span></span>
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;"><br /></span>Çiğdem Demirhanhttp://www.blogger.com/profile/09566676105861734462noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4204889800505088619.post-64021045594838123542017-10-03T18:53:00.001+03:002017-10-03T18:53:48.953+03:00Antikacı<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Bugün seni aradım. Açmadın.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Sesinde neler vardı, göremedim. Bu artık benimle ilgili her şeyi silip attın demek olabilir. Senin ucunda olmadığın bir uzun telefon çınlamasının benim içimde ilmek atması yıllar süren kaç düğümü açıverdiğini bilirsin. Ben de senin yüzyılın en büyük acılar antikacısı olduğunu bilirim. Söylediğim kötü sözler, ettiğim hakaretler etine olta ucu gibi saplanıp kalmıştır. Gözünün içine bakarak ettiğim ahlar omuz kemiklerini vurup geçen kurşunlar gibidirler. İlk anda olayın sıcaklığıyla anlamamışsındır da gece yatağına yatıp uyumaya çalıştığında canın çok acımıştır. Omzun kırılıp kucağına düşmüştür. Gece yarısı acil servislerde doktor aramışsındır. Ne yapsalar yerine düzgün kaynamamıştır. O günden sonra kimseye dilediğin gibi içten sarılamamışsındır. Kafanın üzerinde beraber dolaştığın kapkara bir bulut gibi, bu da senin lanetin olmuştur. Açmamışsındır.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">En son kapıyı öyle bir vurup çıkmıştım ki duvardaki boyalar halının açık renk olan yerine dökülmüştü. Kapı, ben ne yaptım, der gibi menteşelerinden sallanmıştı. Sen öylece bakmıştın. Öylece bakan gözlerinde, birkaç martı çatıdan atlayıp intihar etmişti. Camdan yapılmış gibi hassas midende bir yer kasılmaya başlamış, bir dalga gibi büyümüş ve ben daha apartmanın alt kapısından çıkarken seni klozetin önünde iki büklüm kusar hale getirmişti. Diline cam kırıkları batmıştı. Onlar bana hiç söyleyemediklerindi. Hepsi boğazın pis sularına karışıp gitmişti. Bir uskumru tesadüfen yemiş ve kırk yıl sonra tüm sürüleri boğaza geri dönmeye ikna edebilmişti. Oysa sen ağzını açıp tek kelime etmemiştin. Onun yerine ağzından tuhaf kokulu, buhar gibi bir -poh- sesi çıkmıştı. Yolda kaldıktan sonra takviyeyle çalıştırılmış eski bir arabanın egzozundan ilk çalıştığı an çıkan bir ses gibi. Poh. Bir tıkanıklık aniden açılmış gibi. Belki miden kasılmaya içinden çıkan o sesten sonra başlamıştır. O ses bulutu havadaki toz zerrecikleriyle kol kola girmiş, irileşmiş, pencereden çıkıp gitmiştir. Kesin aceleyle, önüne bakmadan gidiyordur, kendi halinde gökte asılı duran bir yağmur bulutuna çarpmıştır. Hiç beklenmeyen bir zamanda zavallı fanilerin üzerine yağmur yağmıştır. Telefon çalarken gök gürlüyordur, duymamışsındır.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Hiç affetmediğini bilirim. Ne kadar affetmediğini düşününce aklıma çöp evler geliyor. İnsanların pis, gereksiz, sıradan, hastalık yuvası dediği ne kadar anı varsa kolundan tutup getiriyorsun. Muhabbetleri kötü. Nefesleri iğrenç kokuyor. Üstlerinde paçavraya dönmüş kıyafetler. Hangi köşede görsen, çirkin suratlarını hemen tanıyor, aklında bir koltuğa oturtuyorsun. Ben seni şuradan hatırlıyorum, diye başlıyorsun lafa. Hafızanla şaşırtıyorsun. Kahve molası bile vermeden saatlerce konuşuyorsun. Her seferinde içinde bir karanlık oda daha inşa ediliyor yenilerini misafir etmek için. Aklının iplerinden biri daha kalitesiz halatlar gibi ufalanıp gidiyor. Sırtına bir ürperme geliyor. Boğazın ağrımaya başlıyor. Ne gerek var, diyorum. Neden, kendine işkence ediyorsun? Oysa sen kendini affedemediklerini unutmayarak besliyorsun. </span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">İnsan en çok sevdiklerini en zor affediyor. Sen beni affetmenin kenarındaki dahi geçmiyorsun. İçinde beraber var olabileceğimiz hiçbir fotoğrafı çekmiyorsun. Sarhoşluğunda beni hatırlayacağın içkiler içmiyorsun. Nereye oturmak istersiniz diye soruyorlar, cam kenarını seçmiyorsun. Sokağımdan geçmiyorsun. Aklıma gelmekten vazgeçmiyorsun. Saksılara yeni sardunyalar dikmiyorsun. Deniz kıyılarında gitmiyorsun. Güvercinlere yem vermiyorsun. Karpuzdan irice bir dilim kesip kollarından sularını akıtarak yemiyorsun. Gülümsemiyorsun. Bomboş tarlalardan geçip bir domates tohumu dahi ekmiyorsun. Bekliyorsun. Loş bir odanın sessizliğinde. Telefon çalıyor çalıyor çalıyor. </span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Açmıyorsun.</span><br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />Çiğdem Demirhanhttp://www.blogger.com/profile/09566676105861734462noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4204889800505088619.post-85131955221129610422017-09-18T20:18:00.000+03:002017-09-18T20:22:31.077+03:00Yokum, güzel kardeşim.<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Gelin, önce yemyeşil çimenleri çekip alın ayağımın altında. Sonra göğün en parlak sarı yerlerine siyah keleminizin kirli ucuyla çirkin kargalar kondurun. Parmağınızın ucuyla sabah sisleri doldurun en berrak yerlerine. Denizimin dibine pis izmaritlerinizle dolu kül tabaklarınızı boşaltın. Balıklarımın midesini bulandırın gecenin en mahrem saatlerinde her yeri aydınlattığınız lambalarınızla. Dalgasını küstürün boğazın çirkin teknelerinizde çalan şarkılarınızla. Üç tanesi beş kuruşa aldığınız korkunç parfümlerinizle martılarımı boğun. Olmadı yüzlerine sakızlarınızı şişirip şişirip patlatın. Yetinmezseniz; ki siz ne zaman neyle yetindiniz? Yetinmezsiniz. Dudaklarınıza öptüğünüz her ismin üzerini boyamak ister gibi sürdüğünüz rujlarınızın izlerini camilerimin kubbelerinde bırakın. Sürüdüğünüz eteklerinizde açlığınızın kırıntılarını dökün yollara. Sümüklü böceklerin izlerini, sidikli bezleriyle bebek dizlerini, faili meçhul cinayetlerin gizlerini aynı cümlede kullanın. Tuhaf mutsuzluklarınızı çıkmaz sokakların bağrına inci gibi dizin. Dünyanın tüm hikayelerini aynı bozuk gözlerinizle izleyip, en sıradan günlere hayret edin. Tenleriniz hep bronz, eteklerinizin pilileri hep ütülü. Her güzel kapının önünde bıkmadan aynı pozu verin. Her sabah aynanın karşısına geçip bugün hangi güzellikler başıma gelecek diye düşünürken çekinmeyin, bağrınızı açıp tüm deniz kazazedelerini, sellerde, fırtınalarda, savaşlarda evsiz ve halsiz kalmışları emziriverin. Bulaşıkları bana bırakın, siz duvardaki tablonun sağa doğru eğrilen çerçevesini düzeltin. Sabahın köründe kalkıp şeker fabrikalarına, tekstil atölyelerine, fındık bahçelerine, dolunun vurduğu biber tarlalarına kamyon kasalarında giden çocuk işçileri uykunun sabahla sınırından ben atlatırım, siz bir zahmet sabah avokadonuzu iyice limonlayıp yiyin. Hepimizin bindiği trenin ilk durağında siz inin. Tüm yabancı şehirlerin en güzel yerlerini siz bilin. İki kuruş hesaplar ödediğiniz lokantaların en güzel masasına mekan sahibi gibi kurulun, en tatlı bağların şaraplarını siz için. Ben turist kazıklayan kalabalıkların içinde her seferinde ellerinde kalmayan yemekleri sipariş ederim. Uçaklarım rötar yapar, tatili böyle böyle hiç ederim. Hiç bozulmayan tırnaklarınız, neredeyse hiç var olmamış tüyleriniz, kıllarınız, bir teli bile yerinden oynamayan saçlarınızla uyanın uykulardan. Bu ay kirayı, kredi kartı borcunu, çocuğun servis parasını, evin aidatını nasıl ödeyeceğimi ben kendime dert ederim. Elinizde küstahlığın bayrağıyla vardığınız zirvelere buyurun taht kurup oturun. Ben kaya tırmanışlarında dizlerimi paramparça ederim. Bir araya getiremediğiniz üç kelime, siz ve ben aynı yuvarlak masanın etrafında oturalım. Hemen ardından da masayı kaldırıp atalım. Ayakta ellerimizde maşalarımızla dikilip manzaraya bakalım. Siz boğaza her seferinde tekrar aşık olun, ben uskumru kırk yıl sonra döndü diye sevineyim. Gelin, soyunup birbirimizi didikleyelim. Sevinecek şeylerde çoğalıp, eleştirdikçe saçlarımızı yolalım. Hayat çok pahalı şekerim diyelim ağızlarımızı büzüp. Akşam trafiğine aynı anda küfredelim. Dümdüz yollarda ikimiz de takılıp düşelim. </span><br />
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Kaçıncı baskısı şimdi okuduğumuz bu dünyanın? Aynı sarayın bin yılllık avlusunda aynı güvercinler uçup uçup Aya İrini' nin çatısına konuyor. Birileri birilerini sürekli bir yerlerden kovuyor. Aynı yaşlılar senelerdir yağmur yağmadan önce dizlerini ovuyor. Bir tuhaf kıskançlık hissi ne tarafa doğru başımı çevirsem, beni derin yerlerimden oyuyor. Bir kadın pencereden sokakta saklambaç oynayan oğlunu izlerken hiç bozmadan tüm elmanın kabuğunu soyuyor. Biri köşe başında elindeki fotoğrafı bakkala gösterip beni soruyor. Yokum güzel kardeşim. </span><br />
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Gidin kolaysa bir başkasının ayağına basın bu kadar tenha bir otobüste. Azıcık cesaretiniz varsa yalnız yaşayan başka bir kadının ziline basın yanlışlıkla gecenin bir yarısı. Bir başkasının arabasının yan aynasına çarpın dar yollardan hızla geçmeye çalışırken. Kapınızın önüne park etti diye başkasının sileceklerini kaldırın. Başkasının gözüne kaçın tozlar. Onların bacaklarını da ısırıyor mu yaz boyu kahrolasıca sinekler? Başkalarının da bisikletinin tekerleğinin havası durup dururken mi iner? Devlet daireleri tam içeriye adım attığım an nasıl birden öğle arasına girer? En gereken zamanda o gömleğin düğmesi nasıl kopar? Evde tam kek yapacakken kabartma tozları kendiliğinden biter? Biraz da onların sipariş ettiği etleri yakın. Hangi sayfasında kaldığımı hatırlayamadığım kitapların arasından düşen ayraçlar. Kendi kendine devrilen süt dolu bakraçlar. Rüyalarımda sırtımda şaklayan kırbaçlar. Saklanıp bir türlü bulunamadığım saklambaçlar. Aramayın boşuna. Yokum güzel kardeşim.</span><br />
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Durun ya da ne olur biraz daha yavaş gidin. Hiçbir bebeğin altını temizlememiş, eviyenin deliğine tıkanan maydanozları avucunuza toplamamış, zeytinyağlı barbunya pişirirken baştan ayağa kavrulmuş soğan kokmamış, kusan birinin kusmuğunu temizlememiş, ön camın tam ortasındaki kuş pisliğini kazıyıp atmamış, sarhoş olup pis bir kaldırıma oturmamış, dibi gelmiş saçlarınızla işe gitmemiş, kırık tırnakla öpüşmemiş, yanlış otobüse binip yanlış mahallelere gitmemiş, cebinizdeki parayı düşürüp kaybetmemiş, telefon dolandırıcılarına neredeyse inanmamış, kaşıyıp bir yarayı kanatmamış, otoparkta arabayı nereye park ettiğinizi unutmamış, şehrin orta yerinde kaybolmamış, eski sevgilinizi gizli numaradan aramamış, ahlaksız rüyalardan uyanmamış, küçükken salıncaktan düşüp ön dişinizi kırmamış, sineklerin kanatlarını koparıp yakmamış, sakızlardan çıkan fallara inanmamış gibi davranmayın. Küçük kibirlerinizle beni boğmayın. Hiç yaşanmamış anılarınızla yalanlarınızdan yaptığınız buketi kucağınıza alıp yollarda koşmayın. Ya da, bana ne. Koşun da beni gerilerde bırakın. Fihristlerinizden silin, fotoğraflardan kesin. Kendi elimi tutup kendi rüyamda uyuyayım. Sabahın erken saatlerinde de aramayın. Ben bunlara doydum güzel kardeşim.</span><br />
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;"><br /></span>
Çiğdem Demirhanhttp://www.blogger.com/profile/09566676105861734462noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-4204889800505088619.post-70395131032274040462017-08-28T17:36:00.000+03:002017-08-28T17:36:40.385+03:00Balık pazarı<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Kapıyı vurup, çıktı. </span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Su yüzüne çıkmamış dev bir dalganın, içindeki kıyıları dövüp durduğunu birkaç saniyelik zamanda görür gibi oldum. Geçmişten bir anının birdenbire görünüp kaybolması gibi. Bu görüntü hızlı çekimde yaşayan bir çiçek gibi tomurcuklandı, açtı ve soldu. Gitmişti. </span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Şimdi ne olacak diye düşündüğümü hatırlıyorum o günün sabahından. Sebepsizce. Başıma bir şey gelip de ne yapacağımı bilemediğimden değil. Öylesine. Cemrenin havaya düştüğü gün olduğunu da. Ondan önceki gün boyunca yağan yağmurun ardından o sabah yalancı bir güneşin çıktığını. Benim ona kanıp incecik bir gömlekle sokağa çıktığımı, apartman merdivenlerini inerken sırtımın ürperdiğini ama geç kalma hissi beni esir aldığından dönüp üzerime kalın bir şey alamadığımı. Tüm gün sokaklarda ellerim ceplerimde yürüdüğümü, kapalı yerlere sığamadığımı. İnsanların bulunduğu mekanlarda sanki tüm oksijeni onlar içine çekiyormuş da bana kalmıyormuş gibi nefesimin daraldığını. Parklardaki banklarda oturduğumu. Sahilde yürüdüğümü. Acıkmadığımı. O gün su içmek hiç aklıma gelmediğinden akşam üzeri başımın ağrıdığını da. Bunlara rağmen üşüdüğümü hatırlamıyorum. Daha çok bir sıkıntının içimde dolaştığını, zerrelerimi dürtüp kendine girecek bir boşluk aradığını anımsıyorum. Beton sıcağına benzer bir bunaltı. Alnımı soğuk mağaza vitrinlerine, buz gibi soda şişelerine, dondurucudaki poşetlerde yenecekleri günü bekleyen ayıklanmış bezelyelere, beni avutabilecek birilerinin avuç içlerine dayamak istediğim türden bir sıkıntı. Olmuş bir şeyin sonucu değil de olacak bir şeyin habercisi olduğunu o an birden kavradığım bir şey. Biri beni izliyormuş gibi, bir büyük üzüntü üzerime doğru geliyor hissi.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Öğleden sonra kendimi balık pazarında buldum. Balık pazarlarının kıymeti bilinmiyor. Binbir çeşit deniz canlısının ağzına burnuna uzun uzun baktım. Pullarının parıltısına kapıldım. Kuyruklarının kıvrımlarında parmaklarımı gezdirmek istedim. Bir tezgahta uzun uzun durup, bir kırlangıç balığının suratına dalınca, başında bekleyen adam, ne lazım abla, dedi. Verecek cevap bulamayıp sustum. Bu sene palamut ne kadar bol, dedim. Adam bana bakıp, elinin tersiyle tezgahın tahtasına vurdu. Tık tık. Tok bir yankı. Palamutun bu kadar bol olduğu senelerden sonra yedi yıl denizden az palamut çıktığını anlattı. Lüferin gittikçe nadirleştiğini. En güzeli lüferdir, dedi. Yüzü de güzeldir. Tezgahtan irice bir tanesini alıp, yanağından öptü. Çirkin yüzlü balıklardan yalnızca çorba yapılması geldi aklıma. Adam yanımızdan geçen çaycı çocuğun bardaklarla dolu tepsisinden iki çay istedi. Çanakkaleliyim ben, dedim. Doğduğu toprağı anlamsızca sevenlerden olduğumdan, biz çok seviyoruz o tarafı deyince gururlandım. Bak, dedi bu karidesler sizin o taraftan geliyor. Karidesin gözüne bakınca bir anlığına boğazın ışıkları yanıp söndü. Dilimin ucunu o an yaktım. Çayın dumanı tütüyordu. Sardalyalardan konuştuk. Konu sardalyalardan nasıl olduysa hanımın hastalığına geldi. Hastalığının ne olduğunu anlatmak istemiyorum. Adamın yüzündeki ifadenin anlatırken nasıl bir anda darmadağın olduğunu da. Çayın nasıl birden acılaştığını da. Kederli kelimelerin ağızdan çıktıkları an bir balon gibi büyüyüp insanın kalbinde patladığını da. Ve bunun basbayağı bir patlama olup içerideki camı çerçeveyi indirdiğini de. Gözümün kıyısında bekleyen bir damla yaşın çayın içine doğru kayıverdiğini de. Bir levreğin, yemin ederim, akan yaşa kafasını çevirip baktığını da. Birbirine yabancı insanların anlatacaklarının tükendiği bir sınır çizilidir sözcüklerde. Ötesine geçemezsiniz. Sustuk. Çay bardağını tezgahın üzerine bıraktım. Teşekkür ederim dedim. İçimden, seni de bu üzüntüden allah kurtarsın dedim. Yine içimden elini tuttum, okşadım. İnsan insan olduğundan beri aynı dert aynı keder yükü omuzlarında, her şey olacağına varır, sıkma canını dedim. Dışımdan yalnızca gözlerimi kırpıştırdım. Onun kirpikleri bana cevap verdi. Kalpler kalplere bağlandı. Birinin atışındaki sekmeyi diğeri sezdi. Yürüdüm. Adamın sarı botları batan akşam güneşine döndü. Turpların, marulların, taze soğanların olduğu tezgahlardan geçtim. Ne uzun bir gün, dedim içimden. Dediğim an içime üzerime yorgunluk çöktü.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Gidecek en iyi yer evdi. Gel gör ki senelerdir yaşadığım evin kapısına dönemiyordum. Anahtarı uzattığım an, içten içe biliyordum, bir makinanın düğmesine basar gibi, bir dönemi bitirip birini başlatacaktım. Kapının topuzundaki tanıdık parmak izleri avucuma değecekti. Kader çizgim uzayıp onunkine bağlanmak isteyecekti. İçimde delilikler tekerrür edecekti. Bir tufan apartmanı yerle bir edecekti. Sahanlık kendi suretinden çıkıp bir zavallı balıkçı sandalına dönüşecekti. Karayı göremeden günlerce dalga üzerine dalga beni tarumar edecekti. Saçlarımı tuzlar, içimi buzlar istila edecekti. Beni o ıssız geceler mahvedecekti. </span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">İnsan en çok korktuğu felaketi içten içe, durmadan çağırmaya doyamıyor. Kendi dizginine sahip çıkamıyor. Kabuk tutmuş yaraları böyle anlarda tırnağının ucuyla lime lime ediyor. Birden yürüdüğüm yoldan dönüp ana caddeye çıktım. Çıktığım an önümde bir taksi durdu. Bindim. Saatime baktım. On iki dakika sonra kapının önünde indim. Topuzu tuttum kendime çektim. Kapının dili benden sivri. Bedeni benden ağır. İzin verdi, girdim. </span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">İçeride yeni söndürülmüş izmarit kokusu balkondan gelen yasemin kokusuna karışıyordu. Hoşgeldin, dedi sesi. Balkonda oturuyorum, hava çok güzel, gelsene. Demek cinayetler böyle soğukkanlılıkla işleniyor, dedim içimden. Balkonun kapısına yürüdüm. Yüzünde en sevdiğim oğlan çocuğu gülümsemesiyle baktı bana. Konuşmamız lazım, dedim. O sırada yoldan bir hafriyat kamyonu tozu dumana katarak geçti. Duymadı. Elimi tutup akşama palamut aldım, dedi. Gözlerimiz tezgahın üzerindeki poşete döndü. Elimi çekip sakince bir kez daha konuşmamız lazım, dedim. Sonrasında neler olduğunu anlatmak istemiyorum. Adamın yüzündeki ifadenin nasıl bir anda darmadağın olduğunu da. Havanın nasıl birden soğuduğunu da. Kederli kelimelerin ağızdan çıktıkları an bir balon gibi büyüyüp insanın kalbinde patladığını da. Ve bunun basbayağı bir patlama olup içerideki camı çerçeveyi indirdiğini de. Gözümün kıyısında bekleyen bir damla yaşın kayıverdiğini de. Tezgahtaki palamutlardan birinin, yemin ederim, akan yaşa kafasını çevirip baktığını da. Birbirini çok iyi tanıyan insanların anlatacaklarının tükendiği bir sınır çizilidir sözcüklerde. Ötesine geçemezsiniz. Sustuk.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Kapıyı vurup, çıktı.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<br />Çiğdem Demirhanhttp://www.blogger.com/profile/09566676105861734462noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-4204889800505088619.post-74632537077715496342017-08-16T12:13:00.000+03:002017-08-16T22:46:43.893+03:00SALİH BEY- 1<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Mavi gömleğini giydiği günler kaldırımda yürürken çizgilere basmazdı. Ceket cebine de muhakkak, ucuna baş harfinin kırmızı iplikle işlendiği beyaz mendilini takardı.</span><br />
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Sabah evden çıkmadan önce üç yumurtanın beyazını kar gibi köpürene dek çırpar, boy boy tavaların olduğu orta çekmeceden en küçük boyu çıkarıp, ocağa koyardı. Yumurtaları iyice pişene dek birkaç kez çevirir, bu sırada da ocağın başında dikilirdi. Beklerken tezgahın arkasındaki pencereden görünen ağaçlara her seferinde ilk kez görüyormuş gibi dikkatlice bakardı. Mevsimin bu günlerinde tüm ağaçlar akıl almaz biçimde sürgün veriyor, dallar giderek daha da yeşil hale geliyor olurdu. Bazı sabahlar yeşil kuyruklu cennet papağanını görürdü uzak dallardan birinde. Hemen koşup salondaki ceviz ağacından televizyon dolabının çekmecelerini karıştırır, dürbünü bulup boynuna takardı. Dürbün ne kadar gösteriyordu bilinmez. Koşar adım koridoru geçip mutfağa döndüğünde dürbünü gözlerine dayayıp bakmaya başlardı. Göremezdi. Papağan uçup gitmiş ve omletin bir yüzü hafif yanmış olurdu. Tabağa yanık tarafı aşağıya gelecek şekilde yerleştirdiği omletin üzerine çörek otları dökerdi. Biraz da karabiber. Ve susam. Gökten yağan taneler usulca yuvarlanıp kendilerine duracak yerler bulurlardı. Uzunca zamandır ekmek yemiyordu. Yemediği için de çoğu zaman doymuyordu. Yine de kararlıydı. Göbeğindeki yağlardan yaz gelmeden kurtulacaktı. Böyle deyince yazla ilgili akıl almaz planları var sandınız, biliyorum. Yok. Tek bir planı bile yok. Bırakın plan yapmayı, dün akşam yediği yemeği bile hatırlamıyor. Hafızasını uzun zaman önce bir uzun yolculukta çaldırdı.</span><br />
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Hikaye şöyle. Dört kişilik bir tren vagonunda tam yirmi iki saat , on altı dakika seyahat etti. Vagona adımını attığı an onunla beraber seyahat edecek kişileri avucunu yukarı kaldırarak, usulca selamladı. Ve başına bir şey geleceğini anladı. Nasıl diye sormayın, bilmiyoruz. Küçük bavulunu baş üzeri dolaba sessizce yerleştirdi. Diğer yolculardan biri, başındaki kareli kasketinden hatırladığı, güçlü kolları kısa kollu gömleğinden taşmış gibi duran bir çiftçiydi. Yanındaki kadının adamın karısı olduğunu anlaması biraz zaman aldı. Adamla kadın birbirleriyle hiç konuşmuyorlardı. Aslında başkalarıyla da konuşmuyorlardı. Adam yolculuğun ilk zamanlarını elindeki gazetenin tüm satırlarını tek tek okuyarak geçirdi. Kadın adamdan yaşça çok gençti. Oysa yüzünde tuhaf bir yorgunluk ve yaşlılık ifadesi vardı. Sapsarı saçları kafasının üzerinde yabani bir bitki gibi duruyordu. Bir ormanın derinliklerinde yürürken kafasında bir tohum yeşermiş, hızla büyümüş ve öylece kalmış gibi. Dipleri düz olan saçlar uçlara doğru gittikçe kıvrılmaya ve birbirinin içinden geçmeye başlıyordu. Kadın sağa sola fışkırmış gibi duran saçlarının tek bir telini bile kımıldatmadan oturuyor ve camdan dışarıya bakıyordu. Baktığı yerlerde bir şey görüp görmediğini anlamak zordu. Bizim adamın oturduğu koltuğun yanındaki koltuk ise trene bindikleri durakta boştu. Adam elindeki küçük yolculuk çantasını oraya yerleştirmekte sakınca görmemişti. Çanta yıpranmış dana derisinden bel çantasının az irisi bir modeldi. Çantanın içinde su matarası, ton balıklı sandviç, iki elma, yara bantları ve ağrı kesici, sabun, ev anahtarları, hazırladığı yolculuk dosyası ve geçenlerde bir ikinci elciden yok pahasına aldığı fotoğraf makinası vardı. Ton balıklı sandviç kokusu şimdiden burnuna geliyordu. Üç durakta yalnızca yolcuların inmesine ve binmesine yetecek kadar durarak iki saat hızla yol aldılar. Bu sürenin sonunda kasketli adam gazetesini bitirmiş ve uyuklamaya başlamıştı. Kompartıman ısındıkça havaya uyuyan insan, ton balığı ve azıcık aralık pencereden içeriye sızan kır çiçeklerinin kokusu karışmıştı. Bizim adamın karnı acıkmıştı. Çantasını koltuğun boş tarafından kucağına alıp içindeki sandviçi çıkardı, yavaş hareketlerle sarılı olduğu paketi açtı, kağıt peçeteyi önlük gibi yakasına sıkıştırdı ve iştahla yemeye koyuldu. O sırada çiftçinin karısı nihayet birbirinin aynı kır manzaralarına bakmaktan sıkılmıştı. Kaçamak bakışlarla adamı süzmeye başladı. Adam göz göze geldikleri bir an, siz de biraz ister misiniz, dedi fısıldayarak. Bunu söylerken gayri ihtiyari sandviçi kadına doğru uzatmıştı bile. Kadın uyuyan kocasına dönüp baktı. O da bunu gayri ihtiyari yaptı. İzin almaya alışkın kişilerde görülen bir davranış, dedi adam içinden. O sırada koca derin bir uykunun kollarındaydı. Uykusunda terlemişti. Arada bir çıkardığı tuhaf homurtulardan başka bir cevap vereceği de yok. Kadın da bunun farkına varınca önüne dönüp, birazcık alırım, dedi. Adam sandviçi tam ortasından bölüp ucunu bir peçeteyle tuttu ve kadına uzattı. Kadının suratında hiç beklenmedik anlarda bastıran yağmurlar gibi bir gülümseme peyda oldu. Gülümsemeyle beraber güzelleşti. Yüzündeki yorgunluk silindi. Üst dudağının yanında fındık şeklinde bir gamze ortaya çıktı. Teşekkür ederim, dedi. Yine pencereden dışarıya bakmaya başladı ama artık yüzü kız çocuğu yüzüydü. Aralarındaki mesafe bir anda yok olmuştu. Bakışları da kaçamaktan utangaç ama dosdoğru bakışlara dönüşmüştü. Tam o anda makinist ayağını frene olanca gücüyle bastırdı. Tren raylarda gıcırdayarak ağırlaşmaya başladı. Raflardaki bavulların metal parçaları birbirlerine çarptıkça insanın dişlerini kamaştıran sesler çıkarıyorlardı. Koridorda kalın sesli bağırışlar ve sinkaflı küfürler duyuldu. Az sonra sesler yakınlarında bir yere doğru koşmaya başladılar. Adım sesleri oturdukları kompartımana yaklaştı ve kapı hızla açıldı. İçeriye uzun boylu, zayıf, saçları kafasının tepesinden dökülmeye başlamış bir adam girdi. Yaşını kestirmek zordu. Belli kırklarının sonunda ya da ellilerinin ortasındaydı. Hemen arkasından kapıyı kapattı. Soluk soluğa o an boş olan yere oturdu. Cebinden oldukça kirli gözüken beyaz bir mendil çıkarıp, alnındaki teri sildi. Kadın şaşkınlıkla bakarken bir yandan sandviçini küçük ısırıklarla yemeye devam ediyordu. Adam derin bir nefes verdi. Soluğu henüz düzelmemişti. Vagonda uyuyan kasketli adam memnuniyetsizlikle gözlerini araladı. Olanlara anlam veremeyince kafasını çevirip karısına baktı. Ne oluyor der gibi ağzını büzdü. Kadın omuzlarını silkti. Adam tekrar gözlerini yumdu. Kafası koltuğun arkasına düştü ve hafif hafif horlamaya başladı. Kompartımana yeni giren adam mendilini katlayıp ceketinin cebine geri koydu. Merhaba, dedi. Kusura bakmayın sizi rahatsız ettim. Bizim adam, yo, önemli değil derken sandviçin son lokmasını yuttu. Peçetesini poşetin içine koyup, poşeti de çantasına yerleştirdi. Elini bir kolonyalı mendille sildikten sonra tokalaşmak için yeni gelen adama uzattı, Salih ben, dedi. Salih Mete. Adını her zaman soy adıyla beraber söylerdi. Diğer adam, memnun oldum, dedi. O sırada ayak sesleri ve haykırışlar yine koridoru doldurdu. Tren neredeyse durmuştu. Ne olduğunu anlayamadan vagonun kapısı şiddetle açıldı. O ana dek hayatlarında gördükleri en şişman kadınlardan biri içeriye daldı. Yeni gelen adam eli havada yakalandı duruma. Ne olduğunu bile anlayamadan şişman kadın uzanıp, adamı yerinden kaldırdı. Bu kadar şişman bir kadının bu kadar seri hareket edebilmesi sık görülebilecek bir şey değildi. Sen, dedi, sen. Hırsından ağzından kelimeler çıkmıyordu bir türlü. Yüzü öfkeden kıpkırmızı kesilmiş, konuşmaya çalıştıkça paramparça ettiği harfler bir çeşit tıslamaya dönüşüyordu. Adamın gözlerine bakarken birden yanağının ortasına kallavi bir tokat yapıştırdı. Büzülen adamı tükürür gibi koridora fırlattı. Vagonun kapısını gürültüyle kapattı. Sarı saçlı kadın yavaş yavaş çiğnediği son lokmasını da nihayet bitirdi. Salih Bey' e dönerek, işaret parmağıyla dışarıyı işaret etti. Gitmemiz gerek, dedi fısıltıyla. Terden bluzunun koltuk altları koyulaşmıştı. Kocası uyumaya devam ediyordu. İçerideki ton balığı kokusu dağılmış, yerini ter ve heyecan kokusu almıştı.</span>Çiğdem Demirhanhttp://www.blogger.com/profile/09566676105861734462noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4204889800505088619.post-11432976689712445332017-06-21T20:31:00.001+03:002017-06-21T20:31:53.533+03:00An<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Her mutlu anın eşi, daha az mutlu bir an var. Bu an, içinizden gelerek attığınız büyük bir kahkahanın hemen peşinden gelip, siz başka bir köşeyi dönemeden omuzunuza elini koyabilir. Aniden dönüp baktığınızda görmeyi hiç ummadığınız sevimsiz yüzünü görebilirsiniz. Gülüşünüz solar. Güneşinizin üzerine perde perde korkular iner. Ertesi gün uyanıp en sarı kazağınızı giyersiniz. Fayda etmez.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Yine lakerdanın basbayağı ev sahibi olup bizi ağırladığı bir sofrada oturuyoruz. Akşam öyle genç ki, bu saatte yemek yiyecek kadar aç mıyız diye düşünmüştük masaya oturduğumuzda. Ama aynı zamanda da gençtik. Çok yer, çabuk acıkırdık. Her şeyi sorunsuzca sindiren sistemlerle dolu vücutlarımızı henüz yeterince eskitememiştik. Meze yapıp yiyeceklerimiz ceplerimizde hazır duruyordu. Boğazdan tankerler geçiyordu. Rotası bu kadar belli her şeyi için için kıskanıyordum. Kıskançlığım esnasında da boş durmuyor, mısır ekmeğinden kopardığım iri bir parçayı yutmaya uğraşıyordum. Boğazdan kayıklar, iş dönüşü feribotları, balıkçılar, köpeğini gezdiren ve bu havada nasıl oluyorsa hiç üşümeyen insanlar geçiyordu. Çiğneyip durduğum fava boğazımdan geçmiyordu. O an mutlu muydum mutsuz muydum bilmiyorum. İnsanın mutsuz olmak için somut bir gerekçesi olmadığı halde kendini mutlu da edemediği anlardı sanırım. Üzerimde geçmek bilmeyen bir yorgunluk, bolca kaygı yüklü omuzlarımda tutulmuş yerler ve şakaklarımda gün aşırı nükseden hafif bir ağrı vardı. Efendim?, dedi birden bana. Anlaşılan o ki, yine farkında olmadan konuşuyordum. Oysa hem konuşup hem elimdeki çatal ve bıçağa hükmedemiyordum. Tabağın yanına yan yana uzandılar. Geleceğe bakınca sonsuz bir endişe denizi görüyorum, dedim. Hatta deniz gibi değil. Çöl gibi. Ne kadar yürüsem bitmeyecek bir çölde gibi hissediyorum. Şu geçen tankerlerden birine yüzüp, yetişmek, içine saklanıp makine dairesinde yaşamak istiyorum, dedim. Ben ne olacağım, dedi. Onun çatal bıçağı durmadan hareket ediyordu. Lakerdanın kırmızı soğanına sıktığı limon zerreleri yüzüne sıçradı. Biri nasıl olduysa gözüne kaçtı. Gözlerini kırpıştırırken yüzünün ne kadar güzel olduğunu düşündüm. Çocukken oynadığım bebeklerin yüzlerindeki gibi düzgün çizilmiş dudakları kıpırdanıyordu. Çocukken bebeklerle oynayıp, büyüyünce ve büyüdükçe gerçek bir bebek fikrinden nasıl bu kadar uzaklaştım acaba diye düşündüm. Mesela dedim, bebekler yeni doğduklarında iki saatte bir uyanıyorlarmış, düşünebiliyor musun, bir bebeğim olsa nasıl uyuyabilirim ki geceleri? Ertesi gün kalkıp nasıl işe gidebilirim? Hamileyken aldığım kiloları nasıl verebilirim? Oturduğumuz eve sığamayız, nereye taşınırız? Taşınmak istemiyorum ki.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Bir sorunla karşı karşıya olduğunu saniyesinde anlayan her yetişkin gibi cevap vermeden önce lokmasını uzun uzun çiğnedi ve çatal bıçağını sakince tabağının yanına koydu. Düşünsene ne kadar büyük bir mutluluk kaynağı olacağını, dedi. Üstelik bebek fikri de nereden çıktı?</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"> Ne yani, bizim bebeğimiz olmayacak mı dedim, hırsla. Neden hırsla olduğunu bilmeden. Ellerimi sanki gerçekten hamileymişim gibi karnımın üzerinde birleştirdim. İçimden, bu kötü adam seni üzemeyecek yavrum, diye fısıldadım. Sonra da kendi kendime gülümsedim. Delilik böyle başlayan bir histi belki de.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">O gülümseme gecenin anahtarı oldu. Gülümsediğimi görünce rahatladı. Olacak tabi, dedi. Ben de o andan sonra sanki bana uzatılan bir merdiveni fark edip tırmandım ve başka bir zamana geçtim. Bu yeni zamanda çok güzel bir akşam yaşanıyordu. Garson getirdiği iyice kızarmış barbunları tabağıma koydu. Ve o da gülümsedi. Kadehimi tazeledi. Bana hiç erimemiş buzlar getirdi. Buzlardan birini bardağıma birini ağzıma attım. Serinlik diş etlerimden içime yayıldı. Yine gülümsedim. Hatta gülümsemek durduramadığım bir şeye dönüştü. Kucağımda bebekle koltukta sallandığım o anın fotoğrafı gözüme takılı kaldı. Geleceğe, dedim kadehimi kaldırırken. </span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Mutsuz anların eşi mutlu anlar da var. O an oydu, gözünden tanıdım.</span>Çiğdem Demirhanhttp://www.blogger.com/profile/09566676105861734462noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4204889800505088619.post-83770401635535132312017-02-21T12:20:00.000+03:002017-02-21T12:20:59.122+03:00Beni bırak<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Beni çağırma içinden.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Önünde sıcacık bir bir bardak çay soğurken uzun uzun sokağa bakıp beni aklından geçirme. Eski fotoğraflarıma bakıp gözlerinle soyma parça parça. Anıları delik deşik edip kokumu bulma tenha köşelerde. Sabahında ne olacağı bilinmez gecelerin ikiye bölündüğü saatlerde beni arayıp susma telefonun öbür ucunda. Ilık nefesinin ciğerlerinden çıkıp benim soluğuma karışmasına izin verme. İskambil kağıtlarında kalan parmak izlerin avuçlarımda delikler açmasın. Ne yaptığını bilmiyorsun. Şuursuzca öldürüyorsun beni. İçimden geçen göz bebeklerin bir tür soykırım yaratıyor. Dişlerinde ezilmiş susam taneleri gibi adım. Saçlarımı parmak aralarından geçirdiği hayal ediyorsun. Ve nasıl oluyorsa o hayali bana doğru üflüyorsun. Ve nasıl oluyorsa saçlarım havalanıyor. Birkaçı ne olduğunu bile anlamadan bembeyaz kesiliyor. Saç diplerim naneli bir şampuanla yıkanmış gibi hafifliyor, içim titriyor ve üşümeye başlıyorum. Yapma ne olur. Bu günlerin akşamlarında ayaklarımda en kalın yün çoraplarım, elimde bittikçe yenisini doldurduğum ıhlamur çayları, cam kenarında oturup bomboş gözlerle olmadığın yerleri gözlüyorum. Ne yapsam ısınamıyorum. Bu kıyafetle insanlar dağlarda karlarda yuvarlanıyor. Aklım karıncalanıyor üşüdükçe. Yokluğun göğsümün üzerine gelip oturuyor. İçinde olduğum geceden öncesi, uzak bir hayale dönüşüyor. Yaşadım mı onca yılı yoksa bir hayal mi gördüm, ayırdına varamıyorum. Efsunlu bir ayrılık acısı gelip içime doluyor. Hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Hırkamın kolları böylesi bir ayrılık için kısa kalıyor.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Beni çağırma içinden.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Koltuğun kollarına kafamı koydukça odanın içinde küçük bir fırtına çıkıyor. Topaklanan tozlar döndükçe sana ait düşmüş kirpikler, kopmuş saç telleri, soyulmuş deriler bulup getiriyorlar. Belki bakmasam görmem. Bakmadan duramıyorum. İçimde bazı damarlar tıkanıyor, bazı kapanmışlar açılıyor. Nefesime korkunç yüzlü canavarlar dadanıyor. Kalbim çarptıkça, cereyanda kalmış kapılar gürültüyle çarpıp çarpıp kapanıyor. Çağlar kapanıyor, yenileri açılıyor. Bu evde bu kadar kapı olduğunu bile bilmem. Bu dünyada bu kadar sert rüzgarlar esebileceğini de. Vücudumun ortasında böyle zamanlarda açılan bir delik olduğunu da. İnanmazsın, ellerimle mideme dokunabiliyorum. İçtiğim ıhlamur çayları içimden süzülüp, halılarda sarı sarı izler bırakıyor. Kendimden bıktıkça çoğalıyorum. Bir bakıyorum karşımda kendimden bir tane daha. Yün çoraplarını çıkarmış, elinde fırçayla arap sabunu, halıdaki lekeyi çitiliyor. Bir başka ben, kapının anahtar deliğinden soyunurken seni gözetliyor. Bir diğeri komodinin çekmecesinde bulduğu ucu küflenmiş dikiş iğnesiyle kendini yamamaya uğraşıyor. Bir başkası bir fotoğraf makinasının içine sokmaya uğraşıyor kendinden kalanları. Tam bir curcunaya dönüyor ortalık. Sen başka bir odada, o bildik kadife koltuğunda oturmuş sigara dumanını perdelere doğru üflüyorsun. Odanın karanlığında aldığın her nefesin ucu küle dönüşüp yere dökülüyor. Umursamıyorsun. Perdeler gün be gün sararıyor, üstün başın leş gibi kokuyor. Yastıklara, perdelere, üstüne başına siniyor kokusu. Ne yapsan bu mereti de bırakamıyorsun.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Beni bırak.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Kollarım kendime dolansın ıssız gecelerde. Yağmurlu bir kış günü arabayla ölümsüz bir kaza yaptığımda seni aramak gelmesin içimden. Kurufasülyenin tadına baktığımda sen yemiyorsun diye içimde bir yer buruk kalmasın. Çalan telefonlara sen misin diye koşmayayım. Radyoda çalan bazı şarkıları dinlemeye tahammül edemeyip kanalı değiştirmeye çalışmamayım olmadık virajlarda. Ne olur direnmesin yüzün buğulu camları kazağımın ucuyla silmeye uğraşmaya çalıştığımda. Bir kuş sürüsü havalanmasın üzerimde semtinin sınırlarından girdiğimde. Kare masaların uçları yuvarlanmasın üzerinde başkalarıyla rakı içtiğim gecelerde. Sandalyeler rahatsız tahta iskemlelere dönüşmesin. Okul çıkışı oğlanlar kız meselesi yüzünden dövüşmesin. Kimse kimseyle öpüşmesin. </span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">O gün gelsin. Sen beni bırak.</span>Çiğdem Demirhanhttp://www.blogger.com/profile/09566676105861734462noreply@blogger.com18tag:blogger.com,1999:blog-4204889800505088619.post-12289362458355140192017-01-04T12:25:00.001+03:002017-01-04T12:26:46.787+03:00Sıfırlamak<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Okuduğum kitaptaki adam, ne olduğunu bize anlatmadığı, büyük bir kaza geçiriyor. Kazadan sonra beynindeki, vücudunun sağ tarafındaki hareketlerini kontrol eden kısım çalışamaz duruma geliyor. Sağ eliyle bir bardağı masadan alıp, ağzına götüremiyor. Doktorlar da adamın beynine, vücudunun sağ tarafında gerçekleşecek hareketleri yönetebileceği yeni bir patika çizmeyi öğretmeye başlıyorlar. Beyninin ezbere bildiği yoldan değil de, yeni öğrendiği bu patikadan giderek hareketlerini yönetmeye çalışıyor. Bu şu demek; bir bardak suya uzanmak için vücudun yaptığı her hareketi düşünüp hayal etmesi gerek. Omzunun öne doğru uzadığını, dirseğinin açıldığını, parmaklarının kavramak için aralandığını, avuç içinin gerildiğini, bardağın soğuk yüzeyine dokunduğunu, dudaklarını araladığını, hepsini. Adım atmak için yetmiş iki komut gerekiyormuş vücutta.</span><br />
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Düşünmesi bile zor. Gerçekten çok zor.</span><br />
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Yapmayı bildiğimiz şeyler değil de aslında yapma yolunu ezberlediğimiz şeyler var hayatta. Sabahları duşta önce saçını şampuanlayan biriyle önce vücudunu sabunlayan biri arasındaki fark nedir? Sabah giyinirken önce çoraplarını giyen biriyle önce üstüne giyeceği kazağı seçen benim, aramızdaki yordam değişikliği nereden? Yemeğin sonunda sıcak bir tas çorba içen çinlilerle yemeğin sonunu tatlıya bağlayan biz, aynı dünyada nefes alıyoruz. Sabah masasının başına geçen herkesin farklı şekillerde düzenlediği ritüeller nereden geliyor? Yaşadıkları ilişkilerde çok mutsuz olduğu halde çekip gidemeyen kadınlar aslında biriyle beraber olmanın -bu- olduğunu sandıkları için mi tahammül ediyorlar? Gerçek bir aşkı yaşamamış kişiler, akılları onlara öpüşmenin yolunun o olduğunu öğrettiği için mi yalandan öpücüklerle yaşayıp ölüyorlar? Mutlu pazartesi diye bir şeyin olabileceğini hiç hayal etmemiş bir akıl için ömrünü nefret ederek yaptığı işlerde geçirmek de normalleşmeye mi başlıyor?</span><br />
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Diyelim biz de yılbaşı günü korkunç bir kaza yaşadık ve ertesi gün hafızamız sıfırlanarak hastanede uyandık. Her şeyi; adımızı, yaşadığımız yeri, sevgilimizi, içeceğimiz suyun markasından en sevdiğimiz yemeğe, dolaplar dolusu kıyafetten her yaz tatil yaptığımız yöreye, saç modelimizden ayakkabı bağcıklarımızı bağlama şeklimize, her şeyi, karar vererek seçmek zorunda kalsaydık, şu an olduğumuz insan mı olurduk? Öğlene kadar uyumak yerine erkenden kalkıp ormanda yürürdük belki haftasonları. Bir köpek edinip her gün başını okşamanın ne keyifli olduğunu düşünürdük. Semt pazarlarına gidip taze turpları yuvarlak keser, bol limon sıkıp yerdik lüferin yanında. Büyük dertler küçülür hatta yok olur, kendimizi yıprattığımız hırslar, istediğimiz yemeği gönül rahatlığıyla yiyebilmeye ve geceleri huzurla uyuyabilmenin en büyük zenginlik olduğu fikrine dönüşüverirdi.</span><br />
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Aslında her yeni gün işte hafızamızı sıfırladığımız o yeni gün. Sevmiyorsanız terk edin. İstemiyorsanız hayır deyin. Doyduysanız yemeyin. Uykunuz varsa uyanık kalmaya çabalamayın. Bilmiyorsanız bilmiyorum deyin, kıvırmaya uğraşmayın. Mutsuzsanız gülmeyin. Aklınızdan biri geçiyorsa arayın. Çekinmeyin. Korkmayın. Hayatın her birimizi sıfırlayacağı günün hızla yaklaşmakta olduğundan şüpheniz olmasın.</span><br />
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Yeni bir yılın ilk günleri en cesur olduğumuz günler oluyor. Hevesi kırılmamış ümitlerimizle ilk aldığımız karar; başından sonuna her noktası bize ait bir hayat yaşamak olsun.</span><br />
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Tercihiniz olmayan bir hayat yaşanmış sayılmaz.</span>Çiğdem Demirhanhttp://www.blogger.com/profile/09566676105861734462noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4204889800505088619.post-56415181576190469272016-12-16T15:31:00.000+03:002016-12-19T14:45:40.967+03:00Mutsuz hikayeler<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Mutsuz hikayeler yazmanı istemiyorum, diyor bana elimi sıkı sıkı avucunun içinde tutarken. Biraz daha sarılsam göğüs kafesime karışacak. </span><br />
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Saat henüz sabahın yedisi. Hava gece gibi karanlık. Karanlık ve soğuk. Aralık ayı gibi soğuk. Ve yağmurlu. Bir şeylere çarpıp seken yağmur damlaları gelip cama vuruyor. Bir damlanın gelip cama vurma sesini anlatmak için çok fazla tarif yapmak gerek. Damlayan bir şey gibi değil. Patlayan bir şey gibi de. Hepimiz o sesi bildiğimiz için kolay geliyor hayal etmek. Hiç duymamış birine anlatamayacağım bir ses. Ve sanırım bu yüzden romantik. İşte, damlalar gelip cama vuruyor. Yataktan kalkmak zorunda olduğumuz saat bize doğru yaklaşıyor. O an zaman, üzerimize doğru dört nala koşan bir at. Bizi sırtına bindirip koşmaya devam edecek. </span><br />
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Kolu başımın altında. Acımadığını iddia ediyor. Geriniyorum. Kısa kollu pijamayla uyuduğum geceler üşüyen kollarım, sabahları biraz ağrıyor. Yüzümü ona doğru dönüyorum. Boynu burnumun hizasında kalıyor. Yatak uyku kokuyor. Boynu tam olarak kendisi gibi kokuyor. Boynunun kokusu kayıtlara geçiyor. </span><br />
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Ama ben mutsuz hikayeler yazmıyorum ki, diyorum. Yazıyorsun, diyor. Zaten gitmeyeceğimi bildiğin halde, bana gitmekten bahsetme, diye yazıyorsun. Bu yüzden dün işten gelirken marketten üç litre vişne suyuyla yirmi dörtlü tuvalet kağıdı aldım. Yolda da durup antep çarşısından bir büyük kavanoz kornişon turşusu. Bütün sevdiğin şarkılardan listeler yapıp dosyaladım. Gitmeyeceğimi biliyorsun, değil mi, hem nereye gideceğim ki, diyor. </span><br />
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">O an biraz daha sarılsam göğüs kafesime karışacak.</span><br />
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Biraz geri çekiliyorum. </span><br />
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Göğüs kafesime karışsa içimde yaşayan hayvanlarla dolu yeri de görecek. O kakafonide bu söylediklerinin nasıl yankılandığını, suya çarpıp ormanlık bir yerde havaya karıştığını kendisi de görecek. Oranın karanlığının nasıl en karanlıktan daha karanlık olduğunu da. Yağmurunun ıslanmayan hiçbir zerre kalmadan durmadığını da. Devrilmiş kavak ağaçlarını, çırılçıplak gezen kabileleri, hiç doğmamışların hayaletlerini, ne kadar gömsem çürümeyenleri, tam turunu her tamamladığında gelip yüzüme bir tane vuran devasa avuç içlerini, tuhaf kokulu sürüngenlerin toplanıp başında su içtikleri bataklıkları, viraneye dönmüş şehirleri, bir an bile susmadan ağlayan çocuk yaştaki hayalleri, elimi yanlışlıkla her uzattığımda ısıran av köpeklerini, göz gözü görmeyen sisli terkedilmişlikleri, bir yere yüklenmek üzere yığınlarla bekleyen sessiz nefesleri, rengarenk kanatlarıyla uzaklardan her dönüşlerinde hiç bilmediğim yeni bir heves taşıyan kelebekleri, atmaya kıyamadığım ama koyacak yer de bulamadığım sayısız gevezelikleri, karıncaların hiç ara vermeden bir yerden bir yere ağızlarında taşıdıkları verip tutmadığım sözleri, gözlerini oyup en güzel kıyafetleriyle bir dolabın kuytusuna terk ettiğim oyuncak bebekleri, kaybettiğim kokulu silgileri, her güneşin doğuşunda tutunup uyandığım güzel kokulu hayalleri de görecek. Yazılan hiçbir kelimenin silinemediğini de. Mutsuz hikayelerin tekinsiz gecelerde gelip nasıl bir anda beni bir tenhaya sürüklediğini de. Zamanın koşan atlarının bozkırlarda sürüler halinde yaşadığını da. Henüz bitmemiş bir paket diş macununa baktığımda beş gün sonra bitecek bir paket gördüğümü belki anlatabilirim o zaman. Her tam şeyin gün geçtikçe yalnızca azalacağına olan inancımın dipsiz bir kuyu gibi beni içine çektiğini de. Bu korkunç fikrin korkusuna kapılıp gidivermemek için kendimi uçan bir balonu bağlar gibi bileğine bağlamak istediğimi hemen o an anlatıversem. </span><br />
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "georgia" , "times new roman" , serif;">Tamam mı, sevgilim diyor. Ne sorduğunu hatırlamıyorum. Tamam diyorum. Ne sorarsa tamam demek istiyorum zaten. Yüzüne bakıp reddeceğim ne olabilir ki? Kafamın ortasından öpüyor beni. Saç tellerimden bir titreşim geçip gövdeme iniyor. Titreşim kuvvetlenip bir şimşeğe dönüşüyor. Kapkara gökyüzünde aniden düşen bir yıldırım gibi gidip göğüs kafesime düşüyor. Orman aydınlanıyor. Atlar koşuyor. Birkaç ağaç daha devriliyor. Dalgalar sahilleri dövüyor. Bir tren rayından çıkıp yol kenarında ağaçlara çarpıyor. Kuşlar dallarından havalanıyor. Kanatları kırılıyor. Yeryüzünün örtüsü artık yapışmadığı bir yerinden çıkıp kıvrılıyor. Hızlı şeyler daha da hızlanıyor, hızlanıyor, hızlanıyor ve aniden hepsi birden duruyor. Yağmur damlaları havada asılı kalıyor. Şimdi diyor, yumurtanı peynirli mi istersin? Evet, diyorum. Benimle beraber gelecek misin akşam yemeğe peki. Kafamı sallıyorum. Gelip bir kez daha kafamdan öpüyor. Bu kez kulağımın yan tarafından. Atlar kafalarını kaldırıp bir anda başlayıp duran yağmurun nedenini anlamak istiyorlar. Anlayamıyorlar. Yağmurun sesi gibi bir şey. Tarif edemiyorlar.</span><br />
<br />
<br />Çiğdem Demirhanhttp://www.blogger.com/profile/09566676105861734462noreply@blogger.com6tag:blogger.com,1999:blog-4204889800505088619.post-10922770320961699802016-12-06T19:11:00.000+03:002016-12-06T19:11:17.410+03:00Bana gitmekten bahsetme<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Bana gitmekten bahsetme.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Hiçbir kapıyı usulca açma ve sakın sessizce kapatma.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Gürültüyle kapansınlar ardından.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Yer yerinden oynasın.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Hemen döneceğine yemin ettiğin bir ayin gibi uzaklarda bir dağın tepesinden eteklerine taşlar yuvarlansın.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Gözünü açtığın gibi yataktan kalkıp gittiğin sabahlar var.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Başının yastıktaki izi hızına ayak uyduramayıp oracıkta kalıyor.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Sıcaklığın içten içe yanan bir köz gibi parlamaya devam ediyor.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Çarşafa düşmüş birkaç tel saçın kıvrılıp bir soru işaretine dönüşüyor.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">İşte o sabahlar sana gitme dersem, gerçekten gitme. </span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Dur.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Kapının eşiğine attığın ayağın havada kaldıysa dahi, dur.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Güneş bir kez olsun başka alemlere doğsun.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Gel, sarılalım. Yorganı üzerimize çekip içinde yok olalım.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Ya da giydiklerini tek tek çıkarıp askılarına geri as. Gel var olalım.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Avuç içlerin yeni bir atlas olsun. Kolların sırtımdaki kemiklerin bir parçası.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Çarşaflar havalanıp havalanıp her seferinde başka bir coğrafyaya konsun.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Öğütüldükçe havaya rayihalar salan şeylerin hepsiyle hemzemin olalım.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Korkunç bir rüyamı anlattığımda cevap verme. Uzanıp saçımdan öp. Öperken kokla. Koklarken okşa. Okşarken daha önce hiç duymadığım bir tonunda konuş şefkatin.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Sus sonra.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Kelimelerin yetmediği boşluklara kokun dolsun.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Bir dalganın bir kayada bir oyuk açarken gösterdiği sabırla konuşalım.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Çocukça hikayeler anlatırsam sana uyku vaktine yakın, bil ki korkuyorum.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Kendi içimdeki kasırgada yüzüne çarpan her sözcük yeryüzüne attığım bir kanca gibi gelip sana saplanıyorsa mesela.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Yastıkta beni bekleyen hafif uykularla aramızdaki mesafe durmadan artıyorsa.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">İçimde incelen ipliklere düğümler at. Elini uzat. Serçe parmağım kafesinden kurtulsun.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Bildiğim şeylerin hepsinden şüpheyle, içimde yepyeni ve ılık bir dünya kurulsun.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Bana bitmekten bahsetme.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Tuvalet kağıtlarını, şampuanları, vişne sularını, dil peynirleri ve kornişon turşuları hep yedekli al.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Nar taneleri tabakta biterken kendilerinden birer tane daha doğursunlar.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Biten kitapları raflara zincirle. Filmler hep yeniden izleme mesafesinde dursun.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Her şey bir kasetin deliğine işaret parmağımı sokup çevirdiğimde geriye dönsün.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Mevsimdir geçer, bahar yine gelir deme.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Başucumdaki çekmecede her daim sıcak iklimlere iki uçak bileti olsun.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Uzun deyip anlatmadığın hikayeler kuş olup uçsun.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">İtiraf edemediğin gençlik hataların balık bile olsalar, sularda boğulsun.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Ne vakit olursa olsun, bana gitmekten bahsettiğin an, dünya dursun.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<br />Çiğdem Demirhanhttp://www.blogger.com/profile/09566676105861734462noreply@blogger.com12tag:blogger.com,1999:blog-4204889800505088619.post-79964208296658332482016-11-14T16:06:00.000+03:002016-11-14T16:06:07.362+03:00Kabuk<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Duvarlarıyla konuşuyorum, dedi. Neyin duvarlarıyla, dedim. Kafasını sokağa çevirdi. </span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Elindeki çatalı masanın üzerine bıraktı. Gözlerinde savaş sonrası şehirler, fırtınaya tutulmuş dağ köyleri, orman yangınları, batık gemiler ve kökleri toprakla beraber kayıp giden sedir ağaçları var. Biri eline keskin bir makas alıp, yüzünü paramparça etmiş sanki. Sonra da anlaşılmasın diye gece hepimiz uyurken itinayla birleştirmiş. Oysa eski halini bilen benim için yüzüne her bakışımda, yüzünde tanıdık olmayan bir şeyler var. Bakışları her önüne gelenden dayak yemiş sokak köpekleri gibi tedirgin. Sesi hep ağlamakla ağlamamak arasında. Neresinden tutacağımı kestiremediğim yeni doğmuş bir bebek gibi ellerimde duruyor. </span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Böyle anlarda karşımdakiyle aynı anda iştahım kesilmediğinden suçluluk duygusuyla beraber yemeğime devam ederim. Tabağımdaki et soğusun, sertleşsin ya da biram ılıyıp çirkinleşsin istemem. Yemek masalarında konuşmanın tatlıya kadar ertelendiği sohbetleri tercih ederim. İlla anlatılacaksa şen hikayeler ve şen şakrak kahkahalar olsun isterim. Karşımdaki allah aşkına şunun bir tadına bak diye kendi yemeğinden bir çatal ikram ettiğinde sevinirim. Tabağındaki marulu çatalının ucuyla didikleyip, yağsız tuzsuz galetalardan iki ısırık alınca doyan bir kadın değilim. Bu sebepten belim onlarınki kadar ince değil. Onların spor salonlarında alınlarında ter damlarken ben penceremden dışarıya bakıp tatlı tatlı hayaller kuruyorum. Dolayısıyla onlar pantolon denedikleri kabinlerden benden daha mutlu ayrılıyorlar. Ve karşılarındaki insanlar hüzünle yemeğe ara verdiklerinde önlerindeki orta-az pişmiş sulu kuzu etinden kafalarını kolaylıkla kaldırabiliyorlar. Sanırım anladınız, ben onlardan değilim.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Uzun uzun çiğneyip ağzımdaki son lokmayı da her zerremde hissederek yuttuktan sonra çatalımı tabağa bıraktım. </span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">O da, nihayet, der gibi kafasını bana doğru çevirip gözlerimin tam içine baktı. Aramızdaki masa yaşadığımız dünyaları ayırıyordu. O günlerde çok mutluydum. İçimin kuş sesleriyle dolu gürültüsü ağzımı açsam dışarıdan duyulabilir gibi geliyordu. Hayatta ilk kez dertsiz tasasız olmaya kesin olarak karar vermiş ve gazetelerdeki kötü haberlere bile gözümün ucuyla dahi bakmayarak da oldukça başarılı olmuştum. Nihayetinde salyangoz kabuğu gibi bir kabuk üretmiştim bir gece uykumda. Kabuğu üretmek için de bolca kemik suyu çorba kaynatmış, gece yarılarına kadar içki içip denizin üzerine vuran ayı izlemiş, kendime kar yağarken giymek için etiketlerine dahi bakmadan beğendiğim tüm kazakları ve elimi haritanın neresine koyduysam oraya denk gelen güzel şehirlere uçak biletleri almış, coğrafyayı beğenmediysem, benim elimde değil mi, küreyi bir tur daha çevirip kendime yeni şehirler seçmiştim. Bolca öpüşmüş, rüyalarımda bile el ele tutuşmuş, tüm geceliklerimi uykularım rahat olsun diye ipekli kumaştan diktirip, evin kaloriferlerini sonuna kadar açmıştım. Gün ortasında canım isteyince oturup bir saat kitap okuyordum, bir komedi filmi açıp izliyordum ya da sevdiğim bir arkadaşımı arayıp liseli kızlar gibi gülüştüğümüz sohbetler ediyordum. Canımın istediği kadar ocak başında oturup, üzerime sinen soğan kokularına aldırmadan közlenmiş biberler, terbiyeli etler, acılı ezmeler ve rakımın yanında hiç durmadan fava yiyordum. Hiçbir bakla bir daha çiçek açmayacakmış gibi keyifle kızarmış ekmeğimin üzerine bir çatal fava koyup ağzıma götürürken içimde çok yetenekli birileri piyanonun tuşlarına basıyor, tohumu ender bulunan çiçekler tomurcuk açıyordu. Sabahları gözlerimi açtığımda içimde fırından yeni çıkmış ekmek kokuları tarçınlı sütlaç kokularına karışıyordu. İnsanlar yüzüme baktıklarında kafamda yanıp sönen şiir mısralarının ışıkları görüyorlar gibi bir hisse kapılıyordum. Oysa anlaşılan görmüyor ve çatallarını dokunmadan soğumaya terk ettikleri yemeklerinin yanına bırakıveriyorlardı.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Bahsedilen duvarların adamın duvarları olduğunu konuşmaya başlayınca anladım. Kıza arkasını dönüp uyuduğu geceler adamın sırtı geçilmez sur duvarlara dönüşüyordu. Kız, bir masalda atıyla dört nala gidip elindeki kılıcı sallayarak devasa şatonun etrafında dönüp dolaşıyor ancak içeriye girilecek tek bir açıklık bulamıyordu. Ve de bulamazdı. Bazı sırtlar bazı kollara açılmazdı. Her anahtar yalnızca kendini bekleyen kapının kilidini açardı. İnsan bunları ne zaman kabulleniyordu da elindeki kılıçla tüm dünyaya karşı savaşmaktan vazgeçiyordu? Kaç uykusuz gece sonra kendi kalbini bir yavru serçe gibi avuçlarının içine alıp okşamaya başlıyordu? Kaç veda sonrası evim diyebileceği bir düzlükte huzur buluyordu? </span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Bilmiyordum. Ben, kabuğum ve tabağımdaki ekmeğimi banarak bitirmek istediğim et parçası çaresizdik. Bir dakika, bir dakika, kabuklar bu günler için varlardı. Sessizce tabağımı alıp kabuğun içine doğru süzüldüm. Şimdi adımı söyleyen bir sesin beni aradığını duyuyor ve yanıma bir dilim de ekmek almadığım için üzülüyordum. Dünyayla ilgili üzüntü seviyemi bu noktaya getirmiştim.</span><br />
<br />
<br />
<br />Çiğdem Demirhanhttp://www.blogger.com/profile/09566676105861734462noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-4204889800505088619.post-81045479927985444062016-11-04T13:45:00.000+03:002016-11-04T13:45:14.117+03:00Cenin<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Hislerimin derinlerinde kendimi çok geniş bir anne karnında yüzen bir cenin gibi hissediyorum. Sabahları güneşin doğması yahut geceleri yıldızların çıkması gibi şeyler mevzu bahis değil. Kendi karanlığımda kulaç atıyorum. Yorulmak diye bir şey yok. Vücudum açlık hissini bilmiyor. Oysa zihnim devasa bir açlık içinde. Gözlerini gördüğü şeylere mıhlıyor. Bir kuşun kanat çırpışında dünya gizemlerine dair sayısız kanıt buluyor. Kanadından bir tüy ansızın kucağıma düşüverse bilinmeyen diye bir şey kalmayacak yeryüzünde. Kuş da bunu bilir gibi yüzünde müstehzi gülümsemesi, kanatlarını açıyor. Sanırsınız yeri altına alacak. Karanlıkta bunları nasıl görüyorsun diye sormayın. İyi kötü, her rüyayı görmek için önce deliksiz bir karanlığa gömülmek gerekiyor. </span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">Yüzerken gözlerimin içinde çalan melodiyi size nasıl atlatsam. Düşünün, masanızın başında oturuyorsunuz. Kasvetli bir salı öğleden sonrası. İçeride kalabalığın konuşmadan başka her şeye benzeyen sesi ve verilmiş nefeslerinin havasızlığı var. Akşam için yapılmış hiçbir planınız yok. Uzun mesailer bu yüzden çok da umurunuzda değil. Yalnızca diğerleri yapıyor diye siz de mesaiye kaldım diye yakınıyorsunuz telefonda akşam anneniz aradığında. Ve o sıralar evin kaloriferleri pek ısınmıyor. Tesisat değişiyor kusura bakmayın, yazan kibarlıktan çok uzak bir not asılı apartmanın girişindeki panoda. Apartman yöneticisini aradığınızda telefonlara çıkmıyor. Buna rağmen alt katta oturan gürbüz oğlan çöpü yarım kollu atletiyle çıkarıyor. Ve nasıl da üşümüyor. Siz yanından geçerken ağzının içinde bir şeyler mırıldanıyor. Arkanızdan uzun uzun kalçanıza bakıyor. Ne apartmanın ne de bu oğlanın kusuruna bakıyorsunuz. Onun yerine yatağa en son kayağa giderken giydiğiniz termal çoraplarla giriyor ve uzun uzun duvarlara bakıyorsunuz. Bütün vücudunuz soğuktan kasılmış oluyor. Uyuyamıyorsunuz. O an içinizde bir yer bir hayale kapılıyor. Bir vücudun yorganın altında büzülmüş bacaklarınıza kendi sıcacık bacaklarını doladığını düşünüyorsunuz. Kollarını vücudunuza sardıkça sanki küçülüyorsunuz. Öyle ki küçülüp küçülüp bir çakıl taşı kadar kalıyorsunuz. Oysa o kadar küçüleceksem bir kestaneye dönüşeyim diyorsunuz. Haşlanmayı, kömür sobasında közlenmeyi ya da fırında kebap olmayı istiyorsunuz. Kestane olmazsam nar tanesi, mandalina dilimi, armut çöpü, ayva yaprağı olayım diyorsunuz. Uyuyamadığınızda gecelerin kimyası bozulur, saatleri uzar. Alt kattaki televizyon gürültüsü duyuluyor. Kısacık bir an için uykuya dalıyorsunuz ve anında sabah oluyor. İşte o gecenin sabahında masanızın başında oturuyorsunuz. </span><span style="font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;">Kasvetli bir salı öğleden sonrası. </span><span style="font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;">Göz kapaklarınız önünüzdeki kağıtları okudukça </span><span style="font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;">ağırlaşıyor</span><span style="font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;">. Bademcikleriniz hafif hafif ağrıyor. Kargo unutamadığınız eski sevgilinizin adı yazılı bir zarf getiriyor. Açıyorsunuz. İçinden gidiş dönüş uçak bileti çıkıyor. Uçak uzaklardaki bir tropikal adaya gidiyor. Aynı anda telefonunuz çalmaya başlıyor. Gülümsüyorsunuz. İşte o anı alıp bir kavanoza kapatsak ve notalara bölsek nasıl bir melodi çıkarsa kafamda öyle bir müzik çalıyor. Sanki ağırlığı olan her şey havalanıyor ve uçmaya başlıyor. O nasıl oluyor diye sormayın. Uçakları tartsak tonlarca çekiyor ama hepsi bir şekilde uçuyor.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">''Cenin,'' diye bana sesleniyor bir ses. </span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">''Gidiyorsun. ''</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;">''Bundan otuz yıl sonra bir gün durup dururken, otuz yıl sonra bugün yaptıklarımın ne anlamı olacak diye düşünüyor olacaksın. Sabahları güneşin doğuşunu izlemiyor, geceleri kayan yıldızlardan dilek tutmuyorsun. Ay hangi dördünde onu bile bilmiyorsun. İçinde çalan müziğin sesi kısılmış. Martı seslerini dinlemiyor, üzerine pislediklerinde gidip piyango bileti almıyorsun. Yorgunluğun aklını esir almış. Bir ağacın altına oturup hiçbir şey düşünmeden uzaklara bakamıyorsun. Balıkçı tezgahındaki balıkların, manavda yan yana dizili rokanın, semizotunun, maydanozun, yanından geçtiğin çiçek açmış meyve ağaçlarının isimlerini bilmiyorsun. Adını bilmediğin insanlara canım diye sesleniyorsun. Denizin içine kafanı sokup dibine bakarken eski günleri anımsıyorsun. Üşüdüğünde yanındakilere sarılmak yerine giderek daha kalın kazaklar giyiyorsun. Acıktığında değil saati geldiğinde yemek yiyorsun. Bu yüzden de asla doymuyorsun. Güzel hislere teslim olamıyorsun. Kahkahalarla gülünecek komik olaylara ancak tebessüm ediyorsun. Acı anıları koparıp atamıyorsun. İçinde biriktirdiğin kötü hisler yüzünden uykunda ağlıyorsun. Kar topu oynamıyor, çimenlerde yuvarlanmıyorsun. Ne bir kediyi kucağına yatırıp okşuyorsun ne de evdeki çiçeklere su veriyorsun. Zeytinyağına ekmeğini bandırmıyor, tarla domateslerine kekik dökmüyor, bir dilim karpuzu ısırarak yiyemiyorsun. Ev kokar diye palamut kızartmıyor, kilo yapar diye kahvaltıda simit yemiyorsun. Kendi doğum günü pastanın tadına bakmıyorsun. Banyoda bile şarkı söylemiyorsun. Hep sonradan akıl ediyorsun. Pişmanlık içinde yedi kat mağaralar açıyor, kayboluyorsun. Uyuyamıyorsun. Geceleri tüm ışıklar açık yatıyorsun yine de korkuyorsun. Bunları nereden biliyorsun diye sorma. Uçmak için önce yüksek bir yerden düşmek gerekiyor.</span><br />
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Georgia, Times New Roman, serif;"><br /></span>
<br />Çiğdem Demirhanhttp://www.blogger.com/profile/09566676105861734462noreply@blogger.com0