Bunların hiçbiri yaşanmadı mı yani aslında, dedi, inanamayan gözlerle. Hayır, dedim.
Her zamanki gibi bulaşık makinasının bira bardaklarında bıraktığı su lekelerini kuruluyordu. Bu hareket kurtulamadığı bir alışkanlık gibiydi. Konuşurken tırnak kenarlarını yolmak, saçının ucunu çekiştirmek ya da çenesinin hep aynı yeriyle oynamak yerine, bardakları kuruluyordu. O bulaşık makinasının tuzu bitmiş, dedim. Öyle mi, dedi. Aklı hala anlattıklarımdaydı. Gece pikniği de ilginç fikirmiş gerçekten, romantik, dedi. Öyle, dedim. Keşke gerçekten gitmiş olsaydınız ayrılmadan, dedi. Elindeki kurulama bezini katlayıp, tezgahın altındaki dolaba koydu. Ellerini yıkadı arka taraftaki lavaboda. Dönünce tezgahın üzerindeki salatalık yığınından seçtiği salatalıkları ince ince doğramaya başladı. Arada kestiklerinden bir parça bana uzatıyor, bir parçayı da kendi ağzına atıyordu. Anlayamıyorum böyle ilişkilerin nasıl bittiğini, dedi.
Söylediğine göre yirmi iki yaşındaydı. Dünya üzerinde olup biteni anlayabilmek için önünde fazlasıyla uzun zaman vardı.
Bir gün Balıkesir'deki evinden sırt çantasıyla çıkmış, otogara gitmiş ve nereye gittiğine bakmadan kalkan ilk otobüse binmişti. Şansı yaver gitmişti. Rize' de mevsimlik işçi olup çay toplamak, Bursa'da Kozahan' daki bir kumaşçının ayak işlerine bakmak, Van' da bir mahallenin kıraathanesinde çaycı olmak da yazılı olabilirdi kaderinde. Bunların yerine kendini on iki saat sürecek bir Bodrum yolculuğunda, muavinin verdiği kuru üzümlü keki yerken bulmuştu. Sabahın ilk saatlerinde varmıştı otobüs Bodrum'a. Birkaç saatini otogardaki bankta, nereye gideceğini bilemez halde, sağa sola bakınarak geçirmişti. Otobüsten kalan bisküvileri yemişti acıktıkça. İğrenmiş, tuvaletlere bir türlü girememişti. Yazı halasının yazlığında geçirecek yeğenlerin en büyük boy valizleriyle otobüslerden inişlerini, eve dönen üniversite öğrencilerini, onları bekleyen mini şortlu kızları, taze köy yumurtası dolu kolileri dikkatlice oğlunun bagajına yerleştirmeye çalışan teyzeleri izlemişti. Neden sonra gidip otobüs acentelerinde çalışanlarla konuşmak gelmişti aklına. Acentelerdeki kısa kollu kareli gömleklerinin içinde terleyip duran adamlara, ben nerede iş bulurum, ne iş olsa yaparım, dedikçe, hepsinin içine merhamet duygusu çökmüş, gömlek ceplerinden çıkardıkları sigaralardan birer tane de ona ikram etmişlerdi. Öğlen vakti gelip sıcak iyice bastırınca, akça pakça suratlı çocuğun haline iyice üzülmüşlerdi. Biri garson olarak çalışan yeğeninin bir arkadaşına rica etmiş, git bir görüş, diyerek bir tatil köyünün adını vermiş, gideceği otobüs durağının yerini bile tarif etmişti. Cebindeki son bütün banknotu bozdurup otobüs bileti aldığında, kalan paraları cebine nasıl korkuyla koyduğunu hiç unutmamıştı.
Bunları anlatmamıştı bana.
Altı kişi tatil köyünün güneş ışığı almayan, cehennem sıcağı daracık personel odasında nasıl yattıklarından, sabaha karşı kendi terinde boğulmak üzere, nefessiz uyandığı bu hayata asla dayanamayacağını düşündüğünden ama geri dönemeyeceği için alışmak zorunda kaldığından, sabahın ilk ışıklarıyla beraber kurmaya başladıkları açık büfe kahvaltılarda, kendi çocukluğunda doya doya bir kez bile sosis, salam yiyemeyişinin acısının gelip bağrına nasıl oturduğundan bahsetmemişti. Tabaklarda kalan vişne reçellerini, bir ısırık alınmış şekerpare kayısıları, ucundan çatalla tırtıklanıp bırakılmış portakallı kekleri, hiç dokunulmamış tam yağlı Ezine peynir dilimlerini, bir göz yumurtanın olduğu gibi üzerinde durduğu sucukları çöpe sıyırırken, küçük kardeşinin zayıf kollarının aklına gelip durduğundan. O gün ilk kez fakirliğinin farkına vardığından. İlk günler, bütün gün ne yaptığını bilmez halde dondurma standında dikilirken, kokteyl barda taze meyve suları sıkarken, beş çayında kurabiye servis ederken bacaklarının nasıl hissetmez hale geldiğini de söylememişti hiç. Akşam servisine çıktığı ilk seferde, pembe yüzlü Rusların tabaklarını daha çok doldurabilmek için üst üste yığdıkları yemeklerin suları tabaklarda birbirine karıştıkça, midesinin nasıl bulandığını da. Oysa öyle kötü olmuştu ki, kendini servis mutfağının arka tarafına nasıl attığını bilememişti. Çöp kutularının yan tarafına tüm gün yediğinden daha fazlasını kustuğunu görünce şaşırmıştı. Bir yandan da rahatlamıştı. Mutfak duvarının önüne çökmüş, patates çuvallarına sırtını dayamış, servis saatlerinde yasak olmasına rağmen çıkarmış, bir sigara yakmıştı. Sessizce gökyüzüne bakmıştı. O dakikalar günler sürmüşçesine vücudu dinlenmiş, içindeki daralma geçmişti. O sırada çöpü çıkaran çocuklardan biri şef garson seni arıyor, deyince sigarayı yarım bırakıp, içeriye koşmuştu. İki hafta sonra yemek servisini bırakmıştı.
Animasyon işine geç sen, eğlenceli çocuksun, elin yüzün de düzgün, diyen personel şefinin yüzünü kara çıkarmamıştı. Çok hızlı alışmıştı bu hayata. Diğerlerinin sabah servisi için erkenden odadan çıkarken yaptıkları gürültülerde küçük bir galibiyet bulmuştu. Onlar gittikten sonra birkaç saat daha uyumaya, tıraş olurken aynaya baktıkça kendi gülümseyen yüzünü görmeye başlamıştı. Jimnastik hareketlerine benzeyen hareketler yaparak havuzun başında belirdiğinde insanların dönüp onu izlemelerinden, havuz başında müziğin sesinin yükselmesinden, çocukların neşeli bağırışlarından, dedesi yaşında adamların dans ederek etrafta dolaşmalarından, insanları eğlendirmekten keyif almıştı. Kendini oraların kralı gibi hissetmişti o zamanlar. Küçük bikinili Rus kızların bakışları üzerindeyken, sabah aynada gördüğü silik gülümseme gibi değil, basbayağı dişlerini göstere göstere gülmüştü. Birazdan herkes onunla beraber ellerini çırpıp, havuzda neşeyle birbirine su sıçratmaya başladığında neredeyse mutlu olmuştu. Öğrendiği birkaç Rusça kelimeyle kızlara kırık dökük cümleler kurmayı da başarınca akşam odaya gidince anlatacak tonlarca hikayesi olmuştu. Bir bölümü hiç yaşanmamış olan hikayeleri, saatlerce anlatmıştı ağızları açık dinleyen oda arkadaşlarına. Anlattıkça neredeyse olan bitene kendi bile inanmıştı. Hayal etmek cesaretin bir başka haliydi. O acayip uzun bacaklı olan Rus'u diyorsun değil mi dediğinde Haydar, evet şu masmavi gözlü olan, diye onaylamıştı. Hepsi masmavi gözlü Ruslar sabaha kadar salına salına rüyalarda dolaşmış, uyandıklarında odanın içini biraz da bu sebepten iyice ısınmış halde bulmuşlardı.
Bir gece yemek sonrası animasyon saatini bitirmiş, barın yanından geçerken, bar taburelerinde bacak bacak üzerine atmış topuklu ayakkabıları fark etmişti. Koyu renk rujları. Güneşte rengi açılmış upuzun saçları. Çakır keyif oldukça incelen kadın seslerini. Vakit ilerledikçe barmenin kollarına dokunan pembe ojeli elleri. Sabah dosdoğru personel müdürünün karşısına çıkıp, ben animatörlük yaptığım gibi gece yarısından sonra da barda çalışırım demişti. O sırada barmen işten ayrılmayı düşündüğünden, tamam, demişti adam, olur, çekirdekten yetişirsin. Hayatında annesini domates doğrarken bir kez izlememiş Bahadır, ilk gün bıçağı elinde bir tabanca gibi tutarak salatalıkları dilimlemeye, limonları halka halka kesmeye, incecik yeşil elma dilimlerinden yelpazeler yapmaya başlamıştı. Meyve tabakları hazırlamıştı kavunlardan, karpuz göbeklerinden orta yaş üzeri bayanlara sabaha karşı saatlerde. Kızlar Bloody Mary istedikçe domates sularını sevmeyi öğrenmişti. Başlarda Martini kadehleriyle karıştırdığı Margarita bardaklarını tuz dolu kaplara basmayı da. Aylar geçtikçe bar tezgahının arkasındaki hayatı daha da sevmişti. Kokteylini çok beğenen bir müşteriye, birkaç damla portakal şurubu ekliyorum, sırrım bu, derken bulmuştu bir keresinde kendini. O sıralar zaten sonbahar yola çıkmıştı. Oldum ben, diye düşünmüştü Bahadır. Yaz başından beri bir kuruşunu bile harcamadığı maaşları, sakladığı katlanmış çorabın içinden çıkarmıştı. Sırt çantasını takıp çıkmıştı yola. Bu defa hangi otobüse bineceğini bilerek geldiği otogarda, ona ilk gün tatil köyünün adresi veren Nuri Abi' yi bulmuş, ona demli bir çay bile ısmarlamıştı.
İstanbul'da dolaşmıştı biraz. Uzun yıllardır görmediği bir arkadaşının yanında kalmıştı iki hafta. Çocuğa zar zor kabul ettirdiği para karşılığı, her gece çekyatta beli boynu tutula tutula uyumuş, gündüzleri pahalı semtlerin ışıltılı barlarında iş aramıştı. Bulmuştu da. Kaldığı ev o semtlere hem mesafe olarak hem de yaşam olarak o kadar uzaktı ki, bambaşka bir dünyadan düşmüş gibi oluyordu öğleden sonra işe gittiğinde. Sabaha karşı kafası, kokteylleri shakerda sallarken, buzları kırarken, topuklu ayakkabılar dans ederken, sevgililer kavga ederken, paparazziler fotoğraf çekerken, güvenlikler birilerini hırpalarken çıkan seslerle ve çok yakınına gelip siparişini söyleyen kızların ılık sözcüklerinin bıraktığı çınlamalarla dolup taşarken, o saatte çalışan tek bir otobüs bulamadığından bomboş sokaklarda bir süre bekliyordu. Bazı günler yorgunluktan durakta kafası sağa sola yamula yamula uyukluyordu. İlk otobüsü geliyordu şehrin sonunda ve gözlerini henüz sabaha açamamış uykulu insanlar işe giderlerken, o, üç otobüs değiştirerek evine varıyordu. Uzun sürmemişti bu hayat. Tatil köyündeki odaya katlandığı gibi katlanmamıştı yorgunluğa. Çekip gitmişti bir akşam aniden. Sokaklarındaki samimiyeti sevdiğinden bu semtin küçük barlarında kendine bir yer aramıştı. Şansı bir kez dönmüştü artık. İkinci gün istediği gibi bir iş bulmuştu. Bira dolduruyor işte şimdi bol bol. Hoca yoklama almıyor diye öğleden sonranın derslerine girmeyen öğrencilere, biraz kıskanarak patates kızartması servis ediyor. Yaz okuluna kalmış kızlar sıcaklar bastırınca çiçekli elbiseler giymeye başlıyor, Bahadır aklından masmavi gözlü Rus kızlar şimdi nerede, neler yapıyorlardır diye geçiriyor. Hayır, bunların tek bir kelimesini bile anlatmıyor bana. Bunları hiç yaşamamış gibi davranıyor. Bir gece tanışıp kolayca arkadaş olduğu biri Adanalı diğeri Ardahanlı iki üniversite öğrencisiyle beraber, Feriköy' de yine hiç güneş almayan bir bodrum katında yaşadıklarını, o bahsetmese bilemeyeceğimi zannediyor.
Atlas'a ilk kez geldiğim akşam, damlayı verdikten sonra bana, şimdi git evine, iki gün sonra yine gelirsin, dedi. Teklifsizdi. Öyle rahattı ki, bir anda herkesle senli benli konuşmaya başlaması, telefonunu kapatan insanlara bakıp sevgilin mi aradı diye sorması, ilk kez gelen müşteriye telefonun yanındaysa birini aramam lazım, kontörüm bitti demesi, ikinci kez gelen bankacı kıza o eteğin üzerine o gömlek olmuş mu diye söylenmesi insana tuhaf gelmiyordu. Tenha saatlerde gittiğimde bana doldurduğu bira bardağını ara ara alıp, biramdan bir yudum içip yerine koyması sanki dünyanın en normal olayıydı. En yakın arkadaşım su şişemden su içse iğrenen ben, bu durumu yadırgamadan biramdan içmeye, parmaklarından salatalık yemeğe devam ediyordum. Bahadır belli ki içindeki sınırları zaman geçtikçe yıkmıştı. İnsan onunla birkaç dakika geçirince, haritada ülke sınırlarına baktığında aslında ülke diye bir şey olmadığını, bir bütün dünya olduğunu anlar gibi, sınır diye bir şeyin olmadığına, hayatta her şeyin kolayca konuşulabileceğine inanıveriyordu.
O zaman sen diyorsun ki şimdi, sen aslında hep hayalini kurduğun şeyleri yaşıyor gibi oluyorsun, dedi. Gibi olmuyorum ki, gerçekten yaşıyorum, dedim. Böylesini duymamıştım dedi. Bana verdiğin damladan herkese vermiyor musun, dedim. Birden yüzü asıldı. Tabi ki hayır, dedi. Konuyu değiştirmek ister gibi, peki, rüya gibi mi, yani aslında rüyada olduğunu anlarsın ya bir yerinde rüyanın, öyle de oluyor mu, dedi. Başımı iki yana salladım biramdan dev bir yudum alırken. Sanki bunları aslında gerçekten daha önce yaşamışım ve aklım tüm detaylarıyla her anı kaydetmiş de, şimdi hatırlıyormuşum gibi olabilir, dedim. Ama o zaman bunların daha önce yaşanmış olması gerekir. Oysa yaşanmadılar, dedim içim titreyerek. Anladım, derken hiç anlamadığı çok belliydi.
Tabi, damlayı verirken içen kişinin tam olarak ne yaşayacağını bilemiyoruz ama genelde, her şeyi unuttuk bir anda, hiç tanışmamışız gibi aklımızdan çıkıp gitti, diyenleri duydum. Sende sanki, nasıl desem, tam tersine çalışmış gibi. Ne ara aldıysa kurulama bezini, yine bardakları kurulamaya başlamıştı. Bira bardakları hiç bitmeyecekmiş gibi barın üzerinde çoğalıyordu. Sen peki hiç aşık oldun mu, dedim. Duymadı beni. Cevap vermek istemediği soruları duymazdan geldiğini sonradan öğrenecektim. O an bilmiyordum ve sesimin ona gitmediğini düşündüm. Beş dakika önce damladan içmiştim. Bu yüzden bana görüntü bulanıklaşıyor, müziğin sesi yükseliyor, ağzımdan çıkan kelimeler bar tezgahının karşı tarafına geçemeden havada parçalanıyorlar gibi geliyordu.
Gözlerimi kapattım, hazırım, dedim sadece benim duyabileceğim bir sesle.