27 Aralık 2012 Perşembe

Dut

Ş. sülalenin en küçüğüydü. Tabutun başında dikilen akrabalarına baktı ve ağlamaya başladı. Bunların, dedi, hepsinin ölümünü göreceğim ben.

Tabuttaki, çok da sevdiği biri değildi. Bir kez bile kucağına oturmamıştı küçükken. Düşününce, aklına onun da içinde olduğu tek bir çocukluk anısı gelmiyordu. Bazı insanlar sevmeyi öğrenemeden yaşlanıyorlardı. Bu da onlardan biriydi. Ömründe tek bir dişini çektirmeden, bir gün baş ağrısından kıvranmadan, ilaç içmeden, doktora gitmeden, acı çekmeden öldü. Evi yemyeşil yamaçlarına bakardı köyün. Sabahları horoz sesiyle uyanır, geceleri günün kararmasından sonra birkaç saat sayar, uyurdu. Her meyvenin dalından kopup gelenini yerdi. Herhangi bir yemeği yemesini engelleyen hiçbir sağlık sorunu olmadı. Canı ne isterse, o an ve istediği kadar yeme lüksüyle yaşadı. Eğer kilo alırsa pantolonunun düğmesini biraz daha yana dikerlerdi, o kadar. Para dediğinle pazara gidince köfte ekmek yer, kahve içerdi çınar ağacının altında. Bu yüzden  de hırslarıyla kalbini karartmadı. Bazı korkular onun neslinde hiç var olmadı. Asla işssiz kalma korkusu yaşamadı. Tez stresi tanımadı. Yalnızlık nedir bilmedi. Evin kapısını bir kez anahtarıyla açıp girmedi. Kalabalıkla ve hayatın olağan akışında yaşadı. Yaşlanmak güç getirdi ona, saygı ve daha çok alaka. Bayramlarda ilk ziyaret edilen oldu böylece. Sofrada başköşeye oturdu. Herkes kaşık elinde onun başlamasını bekledi yemeklerde. Küsleri barştırma, anlaşmazlıklarda son sözü söyleme hakkı geldi yıllarla. 

Ş. için ise cenazeden sonra, gelecek, kopkoyu bir ana dönüştü. Zamansız çalan her telefonda irkildi, ya kötü haberse diye tüyleri diken diken oldu. Geceleri evde yalnız başına oturup televizyon izlerken mutfakta duyduğu her tıkırtıdan korktu. Yatağından dışarıya bakarken her ağaç gölgesini başka bir hayalete benzetti. Her günün geçmesinden ürker, bu yüzden geceleri uyuyamaz, gündüzleri gülemez oldu. İçi hayata dair binbir çeşit kuşkuyla doldu. Sanki her gördüğü insan ona hayatıyla ilgili çok zor sorular soruyor, cevaplar dilinin ucunda eriyip, soluyordu. Sanki her gün aşılması zor engellerle doluydu. Her yere koşuyor ama tutmaya çalıştığı yerler, o gelmeden saatler önce kapılıyordu. Yağan kara, başlayan yağmura, yakan güneşe durmadan söyleniyordu. En son ne zaman bir meyveyi dalından koparıp yediğini hatırlamıyordu. Şimdi hangi sebzenin mevsimi, onu bile bilmiyordu. İçinde, bir kuş çıkmak için çırpınıyor, konduğu hiçbir dalda birkaç saniyeden fazla duramıyordu. Kafesinde yaşayan bir muhabbet kuşu olabilirdi bu da olsa olsa. Serbest bıraksa doğada yaşayamazdı, biliyordu. Serbest bırakamadığı şeylerin onu günden güne daha fazla boğduğunu hissediyordu. 

Vapurlara biniyordu güneş batarken. İki yaka arasında amaçsızca gidip geliyordu. Kökünü topraktan çekip çıkarma hissi iyi geliyordu. Yine öyle bir tatil günüydü. İnsanın içini titreten, yüzünü tırmalayan şubat rüzgarına rağmen dışarıda oturuyordu. Herkes içerideki deri koltuklarda uyuklarken, o, denizden bir haber bekler gibi gözünü kırpmadan yarımadanın ilerisinde bir noktaya bakışlarını sabitlemiş, bekliyordu. Küçücük bir parçasını yiyebildiği simitten kopardığı parçaları martılara atarken, bir şey olacak gibi geliyordu ona. Birden beklenmedik bir şey olacak ve şu manzara, geri dönmemek üzere değişecekti. Kendisi de bu olayın tek şahidi olacaktı.

Martılardan birinin denize daldığı an, aklına bir anı geldi. Tabuttaki adamdı yine. Babasıyla bahçede konuşuyorlardı. Tahta sandalyelerden birinin arkalığı kopmuştu. Onda babası oturuyordu. Dut ağacının hemen altında. Tam mevsimiydi. Olgunlaşan dutlar ağaçtan düştükçe, yerde ölmüş gibi kan revan içinde yatıyorlardı. Simsiyahlardı. Ş., o anın kokusunu hatırlıyordu. Havanın sıcaklığını. Bulutların yerini hatırlıyordu gökte. Tabuttaki adamın yerinden kalkıp, ağacın bir dalından kopardığı dutu kendisine verdiğini. Saçlarını okşadığını. Adamın boyunun ne kadar uzun olduğunu. Ayağının altındaki toprağın yumuşaklığını. Ellerinin duttan nasıl boyandığını. Gülüşünün sesini anımsıyordu. Sanki içindeki o neşeli duygu, tam şimdi, somut bir varlık gibi ellerinde duruyordu. Uçup gitmesin diye bir elini diğeriyle tuttu.

Gülümsedi.
İçindeki kötü şeyler küçülüp, kayboluyor ya da iyi şeylerle yer değiştiriyor olmalıydı.

18 Aralık 2012 Salı

Bu sabah

Bu sabah mutsuz uyandım. Aslında çoğu sabah mutsuz uyanıyorum. Sabahları pek sevmiyorum belli ki. Karanlık sabahları daha da sevmiyorum. Karanlığa bakan odaları, hiç. Bu şehrin sokakları, penceresi olmayan odalar gibi, der Dostoyevski Saint Petersburg için. Gelip İstanbul'un daracık, evlerin birbirine sarılma mesafesinde olduğu sokaklarını görseydi, bir köşede oturur, ağlardı. 

Aslında ikiyüzlülük bu yaptığımız. Biz Galata' nın eski evlerinden birinde doğmadık. Hepimiz Anadolu'nun bir köşesindeki ferah evlerimizden bakabilirdik sokaklara. İstemedik. Bizi Beyoğlu sokaklarına kelepçelemediler. Büyük Postane'nin merdivenlerine gömülü değil ayaklarımız. Bebekteki banklardan boğaza bakarken aniden kalkıp gidebiliriz. Bizi burada kimse zorla tutmuyor. Yokuşlarından şikayet ettiğimiz semtler, şu an bir otobüse binip gitsek, bizi bir an bile özlemezler. Terk edip gidenleri de, aşık olup bir ömür ayaklarının dibinde oturanları da umursamaz bu şehir, kabul edelim. Oysa bizim ona olan hislerimiz, gittiğimiz mesafeyle ters orantılı bir hızla çıkar su yüzüne. En nefret ettiğimiz ne varsa, iki gün sonra delice içinde olmak isteriz.

Serseri bir adama bizi sevmediğini bile bile aşık olmak gibi burada yaşam. Azıcık okşasa yaptığı tüm saçmalıkları unutuyoruz. Bize doğru attığı ilk adımda, kimbilir kaçıncı kez, kapısında buluyoruz kendimizi. Çok kolay affediyoruz. Yine de öfkemiz hiç geçmiyor ona. O, niye bize aşık değil ve ne yapsak aşık olmuyor diye deliriyoruz. Asla yapmam dediğimiz ne varsa yaptığımız halde yetmiyor ya ona, çıldırmak üzereyiz. Terk edip gidemiyoruz, gidemedikçe kendimizden nefret ediyoruz. Mutluluğun da üzüntünün de en ucu neresiyse, oraya asılmışız yakalarımızdan. Efsunlanmış gibi manzaraya bakıyoruz. Kapıyı vurup gitmemek için her gece binlerce bahane üretiyoruz.

Bu sabah mutsuz uyandım. Aslında çoğu sabah mutsuz uyanıyorum. Bu sabah normalden daha mutsuzum belli ki. Annemi aradım. Uyuyormuş, uyandırdım. İki dakika konuşup, kapattım. Koyu bir kahve yaptım. İçemedim. İçine bolca süt koydum. İçerken, benim için değişme, diye fısıldadım fincana. Kimse için değişme aslında. Cevap vermedi gibi geldi bana. Önümde nefeskesen yokuşlar var. Yuvarladım birinden aşağıya. Hızlıca gidip çarptı kaldırımın betonuna. Kolaysa, hem değişme hem kırılma diye bağırdım ardından da.

4 Aralık 2012 Salı

Çam ormanı

Paçaların yere değdi senin, dedi kız.
Adam önce kızın neden bahsettiğini anlayamadı. Sonra hatırladı. Evet, doğru, dedi. Üzerindeki eşofmanı çıkardı. Hızlı hızlı yorganın altında pijamalarını aradı. Çiçekli yumuşatıcı kokan pijama altını giydi. Eşofmanı, onunla ne yapacağını bilemiyormuş gibi, elinde tuttu. Sonra yatağın yanındaki sandalyenin arkasına dikkatlice koydu. Hareketlerinde hep bir tedirginlik vardı. Kız bir yandan yatakta uzanmış, kitabını okurken, belli etmemeye çalışarak adamın her hareketini gözlüyordu. Adam çorabının tekini çıkardı. Elinde çorapla dikilirken bütün kurallar tek tek aklına geldi. Kızın yatağı sanki tüm dünyadan ayrı bir yerdi. Çok temiz bir şekilde ve yalnızca yatak kıyafetleriyle girilebilirdi yatağa. Aksi imkansızdı.


Sıkıntıyla, çıkardığı çorabı geri giydi. Az önce giydiği pijama altını dikkatlice çıkardı, yatağın üzerine koydu. Banyoya gitti. Önce duşa girdi, ayaklarını yıkadı. Islak ayaklarıyla bu defa yere basmadan nasıl yatağa geri döneceğini düşündü. Banyo kapısının yanındaki terlikleri gördü. Duştan çıkıp terlikleri almaya gitti. Yere bastığı için duşa dönüp ayaklarını tekrar yıkadı. Duşun içinde durup, suların ayaklarından akmasını bekledi bir süre. Bu sırada üşüdü. Dışarıdan şimşek sesi duydu. Banyo penceresini sıkıca kapattı. Beklerken, duşun içinde bakınmaya başladı. Şampuanlara baktı önce. Geçenlerde şampuansız yıkanan saçların daha sağlıklı olduğunu okumuştu. Belki doğruydu ama bu kadar güzel kokamazdı o zaman saçlar. Açıp hindistan cevizli olanı kokladı. Bu değil, diye düşündü. Yeşil kapaklıyı açtı bu defa. Derin derin kokladı. İyice üşüdü bu arada. Silkeledi ayaklarını. Ayak tabanının yarısına gelen terliklerin üzerinde parmak uçlarında dikildi. Dişlerini fırçaladı. Aynada kendine baktı, gülümsedi. 

İçinde hiç bilmediği bir his vardı. Bu kızlayken o kadar çok şeyi bir anda hissediyordu ki, yoruluyordu. Bütün gün denizde yüzdükten sonra gelen o tatlı yorgunluk gibi bir histi bu. Gidip hemen uykuya dalmak istiyordu yanında. Normalde olduğundan daha çok yemek yiyiyor, daha çok konuşuyordu onunlayken. Saatlerce koşmak istiyordu. Gece çok geç yattıkları zamanlarda bile sabah erkenden açılıyordu gözleri. Diş fırçasını yerine koydu. Çok uyduruk bir diş fırçasıydı bu. Dişetlerini acıtmıştı. Bir dahaki gelişimde diş fırçamı getirsem mi acaba, diye düşündü. Tekrar gülümsedi. Parmak uçlarında yatak odasına yürüdü. Yatağa oturdu. Pijama altını tekrar giydi. Kafasını kızın yastığına koydu. Kız kitabını okumaya devam ederken çenesini okşadı adamın. Yastık çam ormanları gibi kokuyordu. Hemen uykuya daldı. Yazın çamlarla çevrili bir koyda denize giriyordu adam rüyasında. Çocuktu daha. Elinde küreğiyle, denizin üzerinden yıllar sonraki bu ana bakıyordu. Kız adamın uykusunda gülümseyen dudaklarına dokundu. Sıkıca sarılıp ışığı kapattı.

13 Kasım 2012 Salı

O an

Karmaşanın ortasında bir an geliyor.

Çok naif, rengarenk bir an.

Güzel ve uzun bir hayatın sonunda, kendi yatağında ölüyormuş gibi hissediyor insan. Yaşayacağı her şeyi doya doya yaşayıp bitirmiş gibi. Hayatının her gününü, ne kadar çok sevildiğini bilerek geçirmiş gibi. Sanki yıllardır planladığı bir seyahate çıkıyormuş gibi bir cuma akşam üzeri. İçinden ılık bir nehir akıp gidiyormuş ve içindeki tüm donmuş şeyleri çözüyor; uçları sivri şeyleri törpülüyormuş gibi.

Bazen karlarla kaplı bir göl kıyısı gibi bir an. Bazen yazın denize ilk girdiğiniz an gibi bir an. Yıllardır sevdiğiniz birini ilk kez öptüğünüz an. Yıllar önce gönderilmiş bir mektubu bulup, okuduğunuz an. Kaybettim sandığınız dolmakalemin kışlık ceketin cebinden çıkması gibi bir an. Karın yağdığını ilk kez gören bir sıcak iklim çocuğunun eline ilk kar tanesinin değdiği ve hemen eridiği o an. Bir yaz gecesi yıldızlı bir göğün altında yakılan son sigaradan çekilen ilk nefes gibi bir an.

Bu anlarla beraber insan durup derin bir nefes alıyor. Bunlar, çok koştuğunuz, çok üzüldüğünüz ya da saçınızı başınızı yolduğunuz bir zaman diliminden sonra, ansızın geliyorlar. Hiç geçmeyecek sandığınız kalp kırıklıklarının biraz ilerisinde, köşeyi dönüp pat diye size çarpıyorlar. Artık hiç gelmeyeceğini sandığınız birisi gibi geliyorlar gelince.

O duyguyu sarıp sarmalayın. İçinizde onu koruyacak bir yer inşa edin. Elinden, saçından, neresinden yakalarsanız tutun. O yerine oturunca yanan bir ampul gibi. Ucu aydınlığa varan bir tünelden çıktığınızda ansızın gözlerinizi kamaştıran ışık gibi.
Kaybetmeyin.
Ne onu, ne de ona olan umudunuzu.

30 Ekim 2012 Salı

Pervasız.


Her kararını aklıyla vermekle övünen bir neslin çocuklarıyız, diye bu mutsuzluğumuz.
Uzun uzun düşünüp, kalbi yenik düşürecek bahaneler üretmekten bitap düşüyoruz. Çok derinlerde bir yerlerde, aslında ne aradığımızı biliyoruz. Sadece onları bulacağımız yerlere gitmeye cesaret edemiyoruz. En çok istediğimiz şeylerden, sesini duyduğumuz ama göremediğimiz korkunç masal kahramanları gibi ürküyoruz. Her sabah bulduklarımızı, gece yarısıyla beraber kaybediyoruz. Her günün sonunda yenik düşenler hanesine adımızı yazdırıyoruz. Tam uykuya dalmadan önce, içimiz sıkılıyor. Alın yazısı, olmadı, diyoruz. Avunuyoruz.

İsimlerini bir bir bildiğimiz duyguları hissedemiyoruz. Gölgesinde uyuduğumuz ağacın yaprağına değemiyoruz. Hepimiz durmadan sürgün veren ağaçlarken, havuç gibi sebzelere dönüştük. Havaya üfleyip hafiflemek varken içimizden geçenleri, toprağa doğru biriktiriyoruz. Bir anda yeşerip, aniden çürüyoruz. İçimizdeki bir yere saplanıp kalmışlıktan kendimizi kurtaramıyoruz. Bir havucun hisleri ne kadardır bilemiyorum ama biz kendi günlük rotalarımıza prangalıyız, düşündüğümüz şeylerin yarısı kadar bile olan biteni hissedemiyoruz. Kendimizi günlük heveslerden kırbaçlarımızla terbiye edip, mutluyuz zannediyoruz.

Oysa hayatın içinde hissettiğimiz anlar kadar varız. Manzaraya ne kadar baksak yine de aklımıza kazıyamıyoruz. Sonsuza kadar saklamak istediğimiz anları bile ertesi gün unutmaya başlıyoruz. Halbuki kalple her anı ayrı ayrı damıtıyoruz. Yıllar sonra hep onun şişesinden çıkan kokularda sarhoş oluyoruz. Yıllardır içeride ne saklandıysa, geceleri onunla rüyalarda geziyoruz. Bazı geceler aklın ne işe yaradığını bile hatırlayamıyoruz. O zamanlar hafifliyoruz. Kanımız ısınıyor. Sessizce gülümsüyoruz. Yine de büyük harflerle ağlayamıyor ve kimseler duymuyormuş gibi içimizden gelerek gülemiyoruz. Toplasak bir defter sayfası bile etmez kahkahalarımız. Belki de sadece ölüm gibi anlarda pervasızız.
Bu yüzden ıssız odalarda bu kadar patavatsızız.



11 Ekim 2012 Perşembe

Tecrübeyle sabit.

Geçen gün S. ile şantiyeye gittik. Şantiye her zaman toz duman, pis kokan, üşüten, terleten ama illaki yoran bir yerdir. Deniz kıyısında ya da dağ başında, dört duvar halde ya da koltuklarına oturmuş çaylarını yudumlayan insanlarla dolu olması fark etmez. İster on dakika ister on gün kalın, dönüşte o günkü enerjinizi bitirmiş olursunuz. Şantiyeye gitmek aynı zamanda günlerce çizdiğiniz projelerin ustaların hayal gücüyle neye dönüştüğünü görmek demektir. Aynı zamanda da kafanızdan çıkarıp masaya koyduğunuz, en olmaz dediğiniz fikirlerin bile gerçeğe dönüştüğünü görmektir. Yine de ayakkabılarınızın berbat olması yine de saçlarınıza tozun, talaşın, boyanın yapışıp kalmasıdır. Buna rağmen severiz şantiyeyi. Gider içinde kayboluruz.

Şantiyeden dönünce hep çok acıkırız. S. hemen tost yemeği teklif eder. Bir an bile duraksamadan kabul ederim. Tostlarımızla bahçeye çıkar, ağaçlara doğru otururuz. Yoldan geçen yaşlı yüzlere ve kedilere bakarız. Bizim sokağımız bu ikisinden başka bir şeye bakmaz. Sırtı kalabalığa, gürültüye dönüktür. Mevsimi ağaçlardaki meyvelerden takip ederiz. Ahşap iskemlelere oturunca sırtımızı güneşe veririz. Arada bir, yanımızda tüm şımarıklığıyla bekleyen kedilere birer lokma ekmek veririz. Gerçekten bir gün bizimle konuşacaklarına inanır, güleriz. Yoldan geçenlerin hepsiyle ilgili bir şeyler biliriz. Bazılarına içten üzülür bazılarına aldırmaz, geçeriz.

Geçen gün yine bahçede oturmuş, tostumun son lokmasını kara kediye verirken, tanımadığımız yavru kediler doluştu bir anda etrafımıza. Biri diğerlerinden ayrı durmuş etrafında durmadan dönüyordu. Çılgınlar gibi kendi kuyruğunu yakalamaya uğraşmasına önce güldük. Sonra hiçbirimizin o kediden farkı olmadığına karar verdik. Nasıl ki yavru kediye annesinden o kuyruğun asla yakalanamayacağı bilgisi geçmediyse, bize de geçmiyor. Geçse de umursanmıyor. Her şey, birinin yaşadığından görerek değil de kişisel tecrübelerle kafamıza vura vura öğreniliyor. Hayatta yaşayıp görmek esas. Öyle olmasa insanlık hala aşık oluyor, hala kıskançlıklar içinde kıvranıyor, hala ömür boyu birinin onu sevebileceğine inanabiliyor olmazdı. Bunlarla uğraşılacağına güneş sistemindeki tüm gezegenlerin envanteri çıkarılmış, hayvanların konuştuğu diller çözülmüş, ölümsüzlük ilaçları çoktan ağrı kesici gibi satılıyor olurdu.

Bizde geçmişten ders çıkarma kabiliyeti yok. Kesin.

17 Eylül 2012 Pazartesi

Yardımcı olabilir miyim?

Hayır, yardımcı olamazsınız. Sadece vitrinlere bakıyorum ben. Buralarda oyalanıyorum. Gidecek çok daha uzun yollarım var. Nasıl bir şey aradığımı, inanın ben de bilmiyorum. Bilsem de bunu size tarif edecek zamanım yok. Gereksiz yere, sürekli özür dilemeyin. Ne olur yüzüme bakmadan teşekkür hiç etmeyin. Birbirimiz için yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Birilerinden hayat boyu aldığımız borçlar silindi. Bize yapılan her kötülüğü biriktirdiğimiz kötü kokulu plastik sürahinin dibi delindi. Herkesin vicdanı sıfırlandı ve şartlar eşitlendi. Şimdi tekrar sormak isterseniz sorun. Ama inanın cevaplarım değişmez.

İsterseniz birbirimiz için gidilecek yolları kısaltalım. Yapabileceğimiz tek iyilik bu. Ama iyiliklerin bir yerde ödüllendirileceği gibi bir düşünceye kapılmayın. Bu yapılıp unutulacak bir şey. Bir gün size bunun için geri döneceğimi düşünmeyin. Çok yalnız bir anınızda bu anı hatırlayıp beni aramaya kalkışmayın. Düşündükçe kafanızdaki anıları, canınızın istediği gibi baştan şekillendirip, öyle yaşanmış sanmayın. Hislerle yaşamadığımız bu anları derinleştirip, orada kendinizi boğmayın. Hayır, ne olur adımı sormayın. Şu an dünyanın var olmayan bir parçasında, birbirine ilk ve son kez dokunan iki insan olalım.

Dünyanın burasında, herhangi bir şey iki kez aynı şekilde yaşanamaz. Bir kişi ikinci kez aynı şekilde öpülemez. Hiçbir elma, aynı tadı alarak iki kez ısırılamaz. İki tane hayat yaşanacağına inanılmaz. İyi ya da kötü olunamaz. Yarın nasıl olsa yine görüşürüz rehavetine kapılınmaz. Yarına inanılmaz. Her an tek bir kez ve bir daha unutulmamak üzere yaşanır. Yaşanır, bir kez bakılır ve paramparça ortalığa saçılır. Giyilen kıyafetlerin cebi olmaz. Bir şeyleri yanında götürme hevesi hoş karşılanmaz. Lütfen beni tekrar gördüğünüzde tanımayınız.

Hayır, yardımcı olamazsınız.

Dünyanın burasında ve her yerinde, ağlarken ve ölürken yapayalnızız.

28 Ağustos 2012 Salı

Kambur

Benim olamadığım çok şey var.

İsteyip yapamadığım şeyler, gitmek isterken kalakaldığım yerler var. Elimden kayıp giderken tutamadıklarım var. Sımsıkı sarılamadıklarım, elini bırakamadıklarım, dudaklarını öpemediklerim var. Ne yapsam olduramayıp yine de vazgeçemediklerim var. Adresini bulamayan mektuplar gibi, dönüp dolaşıp çaldığım yanlış kapılar var. Her gece hem korkudan hem de dönenler hala aynı yerde onları beklediğimi anlasınlar diye, açık bıraktığım ışıklar var. İçinden her sabah hızla geçtiğim dar, karanlık koridorlar var. Koridorun sonuna ulaşamadığım günler var. O günlerin sivri uçlarını iyice bileyip içime sapladığım zamanlar var. Parmak izleriyle örselenmiş bir kalbim var. Benim çok ince bir derim ve dünyada çok hoyrat eller var. Bu yüzden vücudumda bir gün birleşip gizli bir yerin haritası olacak yara izleri var. Öyle bir yer ki, orada olsam kesin beni bekleyen çok güzel günler var.

Cumayı bekleyerek eskittiğim perşembeler, kullanmadan attığım pazar öğleden sonraları var. Soğuk yarısını hiç ısıtamadığım iki kişilik bir yatağım var. Yemek masasında daha hiç oturmadığım sandalyeler var. Televizyonun bir kez bile izlemediğim kanalları. Etiketiyle dolapta duran kazaklarım var. Kapağını açmadığım not defterlerim, kendi kendine kuruyan dolma kalemlerim var. Mevsimi gelip geçerken yemediğim meyveler var bu sene. Neden diye sordukça eskiyen cevaplar var dilimin ucunda. Kimselere anlatamadıklarım bir kambur omuzlarımda. Oysa yaşamaya başlasam, biliyorum, çok çabuk geçecek bir ömür var.

Günler koşuyor, diyen bir anneannem var. Bugün onun torunu olduğum ne kadar aşikar. İkimizin de sıkıştığı delikler birbirinden dar.  Zaman dursun, diye bir yere kımıldamadan nefesimizi tuttuğumuz anlar bunlar. İkimizi teraziye koysan, ne bana ne ona doğru bir milim kıpırdar.

Olamadığımız tüm o şeyler, ömür boyu boğazıma sarılıp bizi boğacak olanlar.

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Yeni dünya

Bakmayın artık, diye bağırdığımı hatırlıyorum. Dinlemiyorlar. Gözlerini bile kırpmadan bakmaya devam ediyorlar.

Oysa ne kadar çıplak bir anım. O çukurun yanındayım. Eğilip bakıyorum. İçi rengarenk ve rüzgarlı. Serin bir yaz akşamı gibi kokuyor. Çok derin. Derin bir nefes kadar, derin. Aynı derinliklerden edepsiz bir his gelip yerleşiyor karın boşluğuma. Hayatta kalma içgüdüsü kadar kuvvetli. Çukurda ne varsa benim olsun istiyorum. Ellerimi renklerin içine sokuyorum. Turuncular ellerimden akıp giderken, sarılar reçine gibi tırnaklarımın aralarına yapışıp kalıyor. Çıkarmaya uğraşmıyorum. Çaldıklarımı ceplerime koymaya çalışıyorum. Ne kadar çok şey alırsam, içeride o kadar çoğalıyorlar. Bazılarını geride bırakmam gerek, biliyorum ama yapamıyorum. Plastik kutular var. Kirli makyaj pamukları. Yanmış izmaritler. Boynundan yaralı şişeler. Çekirdek kabukları. Dökülmüş saçlar. Yara bantları. Sümüklü mendiller. Patlak bisiklet tekerlekleri. Yenmiş tırnaklar. İğnesi kırık şırıngalar. Yarısı parçalanmış kayalar. Sulara gömülmüş şehirler. Kurumuş dere yatakları. Kaymış yıldızlar. Kökünden sökülmüş ağaçlar var. O kadar büyükler ki cebime sığdıramıyorum. 

Ceplerim doldukça, içimde duvarlar yıkılıyor. Bir şeyleri birbirine bağlayan vidaların gevşeyen seslerini duyuyorum. Korkunç bir deprem anında havada asılıyım. Korkmuyorum. Olmasından korkarak yaşadığım her şey bir anda oluyor gibi hissediyorum. İçimde kıtalar çarpışarak birleşiyor. Darmadağın bir dünyanın ortasında, hava ne kadar berrak.  Yemyeşil çimenlerde çırılçıplak yuvarlanıyorum.

Bakıyor musunuz hala, diyorum. Yoklar. Uzaktan seslerini duyuyorum. Ne dedikleri anlaşılmıyor.


28 Mayıs 2012 Pazartesi

Teğet

Bazen salondaki yuvarlak masada oturmuş sıradan işlerle meşgul olurken, boğazdan geçen bir gemi düdüğüyle kafamı kaldırıyorum. O anlarda biliyorum ki, sen bir yerlerde aklından beni geçiriyorsun. Serin havalarda ürperince omzuna aldığın bir şal gibi, adımı alıp kendine sarıyorsun. Sen kokuyorum. Korkuyorum.

Seni ansızın bir gün bir yerlerde görmekten, her köşeyi dönerken seninle karşılaşıvermekten korkuyorum. Kahvesini senin kadar sütlü içen birini görünce midem yanmaya başlıyor. Kalabalıkta saçları senin kadar gece karanlığı birini görünce, ellerim titriyor. Saatin tiktakları ritmini şaşıyor sinema salonlarına tüy hafifliğinde adımlarla birileri girdiğinde. Karanlıkta gözlerim tüm yüzleri sana benzetiyor. Kalbimin gürültüsünü herkes duyuyor sanıyorum. Sımsıkı tutunuyorum koltuğun kollarına. Fısıltılarda seni arıyorum. Yere dökülen mısır tanelerinde. Perdede uçuşan toz zerrelerinde. Orada olmadığına üzülüyor muyum, seviniyor muyum, emin olamıyorum.

Aklım bana oyunlar oynuyor mevzu sen olunca. An geliyor, seni ortak anılarımızdan çıkarıp atıyor. Sanki o deniz kıyısında ben tek başıma oturmuşum sabaha dek şarap şişesiyle. Dolunay sanki bir tek benim üzerime vurmuş. Sanki geceye sarılmışım sabaha karşı üşüyünce. Yakamozların varlığından bile şüphe ediyorum. Bazen kalabalık aile fotoğraflarında buluyor seni. Büyük halamın düğününde, tenha bir köşeye oturmuş uzaklara bakıyorsun. O her zamanki kırılgan gülümseme var dudaklarında. Hem oradasın hem değilsin her zamanki gibi. Varlığın sabah sisi gibi, dağılmaya müsait. Bazı günler uzaklardan gönderilmiş kartpostallarda görüyor silüetini. Bilmediğim şehirlerin dar sokaklarında yürüyorsun.

Olamadığım insanlara aşık oluyorsun. Kim değilsem ona sarılıyorsun. Gidemediğim coğrafyalara taşınmaya karar veriyorsun. Üşüdüğüm ne kadar iklim varsa iyi geliyor sana. Uyuyamadığım geceler düşlerde geziniyorsun. Gökyüzüne bakıp el salladığım uçakların içinde hep sen oluyorsun. Öyle bir mesafe var ki aramızda; çok yakınımdan geçiyorsun ama bana değmiyorsun.

Bazen salondaki yuvarlak masada oturmuş sıradan işlerle meşgul olurken, boğazdan geçen bir gemi düdüğüyle kafamı kaldırıyorum. Adındaki her harfin kıvrımı boğazıma takılıyor. Kahve fincanına uzanıyorum. Fincanda unutulup soğuyan kahvenin tadı ne kadar acı. Durumu ne kadar acıklı. Sade kahvelerde upuzun lacivert geceler saklı. Gecelere tenin kazılı. Korkuyorum.








11 Nisan 2012 Çarşamba

Çember

Gitmek istiyorum. Sürekli. Her an. Nerede olduğumun önemi yok. Başka bir yere. Hayat sanki mekandan mekana kovaladığım bir anmış gibi. Yolda yürürken biraz yavaşlasam, geç kaldığım bir yer var sanıyorum. Aniden başımı öne eğdiğim için göremediğim kimseler. Olmadığım yerlerde benim sandalyeme oturan yabancıları kıskanıyorum. Yatmadığım çarşafların sıcaklığını. Bıraktığım ellerin kokusunu. Bir an bakıp kafamı çevirdiğim manzaraları  özlüyorum.

Sonuna yetiştiğim bir yemeğe davetliyim sürekli. Zaman benimle beraber hızlanıp yavaşlıyor. Ne kadar acele etsem, olmuyor. Boş tabaklara bakakalıyorum. Midemin olduğu yerde lacivert bir gökyüzü var. Geceleri vücudumun ortasında kocaman bir boşlukla rüyalarda dolaşıyorum. Ellerimi boşlukta yaktığım ateşte ısıtıyorum. İçimde geç kalarak  öldürdüğüm binlerce ihtimalin yüzü var. Gitmeyerek küstürdüğüm güzel zamanların çağrıları. Biliyorum olmadığım yerlerde birilerinin beni aradığını.

Belki mutluluk, geçtiğim bir kaldırımın taşındaydı. Bastım üzerine belki. Belki iyileşmez yerlerinden kırdım. Belki mutluluk ve ben, geniş bir çemberin üzerinde aynı yöne koşuyor ama bir türlü yetişemiyorduk birbirimize. Ya da öyle hızlı çarpışıyorduk ki, birbirimizin içinden geçiyorduk fark etmeden. Anlık gülümsemeler takılıyor ağzıma bazen. Çürüyen bir ciklet gibi kötüleşiyor tatları zamanla, çıkarıp atıyorum. Yoruluyorum zaman zaman. Gökyüzünde bir uçağın bıraktığı iz gibi duruyorum. Sonra bir tende bırakılmış bıçak izi oluyorum. Tatlı tatlı kaşınırken, birden tırnağım takılıyor. Kanıyorum. O zamanlarda çember çözülüyor, sonsuzluğa uzanan dümdüz bir çizgi oluyor. Mutluluk geçip gidiyor yanımdan hızla. Ona asla yetişemeyeceğimi anlıyorum.

14 Mart 2012 Çarşamba

Kiraz bahçesi

Bazı renkleri kör birine tarif etmek, bazı renklerden daha zor. Uzun yaz öğleden sonralarını düşünün. Sokakların boşaldığı, çocukların öğle uykusunda olduğu ve kedilerin bile sandalye altlarında gölge bir yer aradığı sapsarı günleri. Yastıkları çevirerek yüzümüzü dayayacak serin bir yer arayacak kadar sıcak bir anı. Sabah rengi sarı olan her şeyin öğlene doğru kızardığı zamanları. İşte öyle bir renk, o gün bizi çepeçevre sarmıştı. Odadaki her şey önce kumsaldaki kumlarla, sonra saksıdaki turuncu çiçeklerle aynı renk olmuştu. Uyuduğum anlar dışında. Gözlerimi kapattığım an her yer çarşaflar kadar sakız beyazıydı. Rüyalar beyazdı ve pamuk kadar hafif. Odanın açık pencerelerinden birine dayamıştın ayaklarını. Onlar da bembeyazdı. Dışarıya bakıyordun. O güne dahil olamayacak kadar renkli bir gecelik vardı üzerinde. Yarısı çözülmüş bulmacalarla dolu sehpanın üzerinden bir gazeteyi alıp dörde katladın. Sallamaya başladın. Saçların her yere saçıldı. Uyanık olduğumu nasıl anladın, bilmiyorum. Dönüp bana, kiraz bahçelerine gidelim mi, dedin.

Kiraz bahçesi, insanın bir kez giderse, ömür boyu cüzdanında taşıdığı bir vesikalık gibi aklında taşıyacağı bir yerdir. Cennet dergisinden kesilmiş bir tanıtım fotoğrafı gibidir. Yürürken insanın ayakları yere değmez. Ellerini uzatıp bir tane yaprağa dokunsa, her şey aniden kaybolacakmış gibi korkar. Kiraz çiçeklerini koklayınca, kendini yukarıdan bir yerlerden izliyormuş hissine kapılır. Hayat, yalın ve huzurlu bir ana sabitlenir. İçindeki gürültülü kalabalık birden susar. Birisi ayakkabılarını çıkarıp toprağa basar. Eteğine kirazlar doldurur. Bir gölgede üstü başı kıpkırmızı olana kadar, midesini bozana kadar yer. Sen benim içimden çıkan o biriydin. Benim nedensizce yapamadığım her şeyi yapandın. Sende gerçekti hayat ve ben senin en sadık izleyicindim. 

Kağıtların arasına karışmış bir yaz fotoğrafında canlanan bu anı aklıma saplanıp kaldığında, dışarıda lapa lapa kar yağıyordu. Makası uzatır mısın canım, dedin. Üzerinde o günki rengarenk geceliği görecekmişim gibi dönüp baktım. Saçlarını ensende kalemle toplamıştın. Öğleden sonra olmasına rağmen yeni uyanmış gibi bir ifade vardı yüzünde. Gözünün önüne düşüp duran bir tutam saçı bir türlü kulağının arkasına sıkıştıramıyordun. Makası uzatmayınca dönüp bana baktın. O sırada önümdeki kağıtlara takıldı gözün. Fotoğrafı gördün. Sustun. Hiçbir şey demedin. Renginin solduğunu gördüm.  Sen de oradaydın artık,  biliyordum. İkimiz yine o sapsarı günde, pencereden dışarıya bakıyorduk. Makası unuttun. Aynaya yaklaştın. Saçlarını düzeltir gibi yaparken dosdoğru kendi gözlerinin içine bakıyordun. Hazır mısın, dedim. Önce anlayamadın ne dediğimi. Sandalyeden kalkarken, şimdi giyinirim, dedin. O an bavul bile hazırlamadan sıcak iklimlerde kendimize kiraz bahçeleri bulmaya gidebilirdik. Gitmedik. Arkadaşlarımızla buluştuk. İçki içtik. Yalandan kahkahalar attık. Sabaha karşı eve dönerken kulağıma, o fotoğraftan bana da çoğaltır mısın, dedin. Sen de izleyiciydin artık. Tılsımını yitirmiştin. Başımı salladım. Taksici durmadan politika konuşuyordu. Ben de ona bir şey anlatmak istedim. Dalından koparıp kiraz yememiş birine kiraz çiçeklerinin nasıl koktuğunu anlatmak; kör birine yaz sarısını anlatmaktan bile daha zordu. Sustum. 
Şehrin ışıkları kirazlara dönüştü.

21 Şubat 2012 Salı

Kumsal

Haftalar sonra aniden ortaya çıkan güneşte kanatlarını ısıtan martılarla aynı şehirde yaşıyordu. Martılar denizin üzerinde bembeyaz bir bulut gibiydiler. Çığlık çığlığa. Adam, pürüzsüz tenine saplanmış bir ok gibiydi sahilin. Kumlara bata çıka yürüyordu. Dünyayı biraz yana eğip baksak, oktan süzülen bir damla kan gibi aktığını görürdük ayak izlerinin. Sessizdi. Yüzünde, içinde kaybolduğu düşlerin tortusu birikmişti. Şakaklarında ve sakallarında en çok. Sakallarının en gür olduğu yerde çocukluktan kalma bir yara izi vardı. Yürürken eli sürekli oraya gidiyordu. Okşar gibi saf kalmış yanlarını, yara izinin çevresine dokunup duruyordu.


Güneş en tepeye gelince, ellerini ceplerinden çıkardı. Hem artık üşümediği için hem de düşüp dizlerini paramparça etmemek için. Bu korku aniden gelip yerleşmişti içine. Gözünün önünde kendi düşen gölgesi vardı. Kumlara batan dizleri ve dizlerine batan deniz kabukları, gözünün önünden gitmiyordu. Her korku gibi bu da ansızın gelmiş ve bulduğu kuytu bir köşesine bedenin, sımsıkı sarılmıştı. İskelenin ayaklarına tutunmuş midyeler gibi içindeki kötü şeylerle besleniyorlardı. Biliyordu ki içten içe onu zehirliyorlardı.


Dönüp denize baktı. Saatlerce burada, böylece durabileceğini düşündü. Yine ayaklarının ağırlaşmaya başladığını hissediyordu. Bazen olurdu. Bazen, işi, mesela bir çınar ağacının altında durup gün boyunca düşen yaprak sayısını not almak olsa, sonsuza kadar yapabilirmiş gibi hissederdi. Ya da yolun kenarında oturup geçen sarı saçlı kızları saymak, mor berelileri ya da şemsiyesini o gün evde unutanları. Yapabilirdi. Bu sonsuza dek yapma hissi ona iyi gelirdi. İnsanlar büyür, yaşlanır ve ölürken, o hayatın kıyısına kök saldığı yerden bakmaya devam edebilirdi. Şimdi de deniz aniden buharlaşıp altın rengi bulutlara karışsa, o hiç istifini bozmaz, gülümseyerek izlerdi.


İzlemedi. Etrafındaki ılık çember ansızın bozuldu. Bir şey geldi aklına. Yüzüne baksanız, siz de yıllardır unuttuğu bir şeyi birden hatırlamış o ifadeyi görürdünüz. Elinin sakalına uzanışından anlardınız. Ceplerini yokladı. Arka cebinde sararmış bir mektup buldu. Açtı. Yarısına kadar okudu. Katlayıp gömlek cebine koydu. Karlı iklimlerde ısıtan cep sobası gibi tüm ceplerinde gezdiriyordu mektubu. Koyduğu yerden yanıyordu. Zaman günlerle ölçülürse, neşeydi, anılardı. Yıllar, mektupları sarartmaktan başka bir işe yaramazdı. Adam diz çöktü kumsalda. Nedenini hatırlayamadan, ağladı.

24 Ocak 2012 Salı

Standart

Bu yaşa geldim hala nelere üzülüyorum. Ben zannetmiştim ki zaman geçtikçe ve dünyam büyüdükçe daha az şeye takılır, daha az insana kırılırım. Olmadı. Kendi planım bende işe yaramadı. Tersine her şeyin ucuna kırık tırnak gibi takılan yanlarım çoğaldıkça çoğaldı. Hiç görmediğim yerlerde hiç tanımadığım insanlara üzülmekten içim tükenir oldu. Bitmek bilmez bir endişe hali sardı her yanımı. Bazı geceler kendimi titreyerek uyanırken buldum. Kutuplardaki buzullar kadar parlak ve soğuktu  yeryüzü ve ben her nereye gittiysem uyurken, oralar bana zindan oldu. Uykulardan uzaklaştıkça, gecenin sabaha doğru saatleri uzadı. Neredeyse bir gece 24 saat oldu. Gündüzler unutulmuş bir rüyadaki tanıdık bir yüz.


Çoğu güne iyi şeyler düşünerek başlıyorum aslında. O günün hayatımı değiştirecek o gün olabileceğini umut ediyorum evden çıkarken. Hani aniden zengin olacağım, birden bire hayatımın aşkıyla karşılaşacağım ya da durup dururken inanılmaz başarı fırsatlarını yakalayacağım o gün. Tüm bunların ben ağır aksak adımlarla sokakta yürürken başıma gelivereceğini düşünüyorum. Daha akıl almaz olanı, her gün düşünüyorum bunu ve bir gün bile bu düşünce beni terk etmiyor. Bir saate kadar. Nasıl doğadaki her şeyin bir yaşam döngüsü varsa; bu iyimser ruh hali de zamanla büyüyor, yaşlanıyor ve günün ilk kahvesinin bittiği anlarda ölüyor. Biliyorum, ertesi sabah sapasağlam karşımda olacak.


Bazı anlar durup neden bu mutsuzluk, diye düşünüyorum. Uzun uzun düşününce elle tutulur bir şey gelmiyor aklıma. Belki büyük bir mutsuzluk olmadığı için hayatımda, sakin sularda seyreden bir gemi gibi devam ediyor hayat. Bir sebebi olunca mutsuz olmak zaten kolay da, sebepsiz mutsuzluktan kurtulup bir an olsun derin bir nefes almak neden bu kadar zor? Mentollü sakız gibi içime esecek bir an arıyorum gün boyu. Bir şarkı, bir söz yada uzaklardan gelen bir kahkaha sesi. Bulamıyorum. Hani hayat nasıl, diye soranlara, standart, deme modası vardı ya bir ara. İşte, tam o ruh hali. Batmıyoruz, çıkmıyoruz, durumlar standart.


Lafı uzatmak istemediğimiz zamanlar birisi,nasılsın, dediğinde, söylenen iyi var ya. O bugünmüş. Henüz adı konmamış bir bebek gibi boşlukta sallanıyormuş. Adı yokmuş, tadı yokmuş. Uçan balon gibi bir zamanmış. 
Bileğime bağlasam her yer yağmurlu gökyüzü.

15 Ocak 2012 Pazar

Uykuda

Uyandı. Başucundaki gece lambasını yaktı. Doğruldu. Nefes nefeseydi. Etrafına baktı. Tanıdık eşyalarla bir bir selamlaştı. Kalktı. Terliğinin tekini yatağın altından çıkardı. Koridorun ışığını yakmadan geçti karanlıktan. Mutfağa girdi. Tezgaha tutundu. Terlemişti. Bir bardak su doldurdu sürahiden. İçti. Hızlıca bir tane daha içti sonra. Tabureye oturdu. Soluğu daha düzenliydi artık. Geçti, dedi kendine. Sadece bir rüyaydı. Yatak odasına dönemeyeceğini anladı. Gidip televizyonu açtı. Kanepeye uzandı. Battaniyeye sarındı. Ev soğuktu. Perdeler pencereden gelen rüzgarda uçuşuyorlardı. Kanalları dolaşmaya başladı. Hiçbirinde durmadı. O dolaşırken rüzgar hızlandı. Perdeler uzayıp, salonun ortasına kadar geldi. Kornişten teker teker çıktı düğmeler. Perde, yelken gibi asılı kaldı pencerede. Sakindi. Korkmadı. Gidip perdeye tutundu. Sallanmaya başladı. Ayakları kesildi yerden.Yükseldi. Şehrin üzerindeydi. Tek bir ışığın yandığı evleri gözetledi. Tek bir ismin çağırdığı o evi özledi. Gidip uyurken Onu izledi. Kalbi deli gibi çarpmaya başladı. İçi düğümlendi. Tüm bunlar çok saçma, dedi. Gözlerini kapatıp, açtı.

Uyandı. Üzerindeki battaniyeyi attı. Terlemişti. Doğruldu. Boynu ağrıyordu. Televizyonu kapattı. Boynunu ovalarken gidip pencerenin önünde dikildi. Yalnızca sokak lambalarının uyanık olduğu sokağa baktı. Yerler ıslaktı. O uyurken yağmur yağmış olmalıydı. Saate baktı. Sabaha az kalmıştı. Işıkları kapatıp karanlık koridordan geçti. Yattı. O kadar yorulmuştu ki, hemen uykuya daldı.

Ben şimdi hiç yok muyum senin için, dedi adam. Kızgın değildi. Kelimeleri ağır değildi. Amacı kırmak değildi. Ayakları yere değmeden bir bankta oturmuş, ağaçları izliyordu. Tüy gibi hafif bir rüzgar esiyordu arada. Yapraklar dallarına tutunmuş sallanıyorlardı. Yemyeşillerdi. Neşelilerdi. Düşmezlerdi. Rüzgarın amacı onları kırmak değildi. İnsanlar uyuyunca nereye giderse oraya gittin, dedi kadın. Hep yanımdasın ama dokunmak istesem paramparçasın. Adam gözlerini ağaçlara dikti. Uzun uzun baktı. Girmesine izin verilmeyen toprak parçasıydı artık kadın. Kalacak yeri yoktu. Gidecek yeri yoktu. Kimsesiz bir yolcu gibiydi tren garında. Bekleyeni yoktu. Özleyeni yoktu. Ben dedi, gidip uyandırayım artık seni, işe geç kalacaksın. Yerden bir salyangoz alıp kızın saçlarına taktı. Gülümseyince yüzü dolunaydı.

Koşarak çıktı kadın evden. Saçlarını yolda topladı. Paltosunun önünü iliklerken kaldırıma ayağı takıldı. Tökezledi ama düşmedi. Koştukça otobüs durakları ondan uzaklaştı. Ne kadar binmeyeceği otobüs varsa önünde sıralandı. Yollar kalabalıklaştı. Son anda yetişti otobüse. Cam kenarında boş yer bile vardı. Başını dayadı cama. Camda gördüğü yüze baktı. Gözaltları nasıl da halka halkaydı. Göz kapakları düştü otobüs ısındıkça. Direndi. Kafası sağa sola düştü uyukladıkça. Ne kadar zordu ama uyumayacaktı.

Uyandı. Uzun uzun tavana baktı. Baş ucundaki gece lambasını kapattı. Sağa döndü. Adam tam oradaydı. Yaklaştı. Adam derin bir uykudan ona kollarını uzattı. Tüm bunlar çok saçma, dedi. Sarıldı. Hayaliyle uyumaktansa bütün gece, sabah onunla uyanmak daha kolaydı.