Şimdi ne olacak, diye düşünürken buluyorum kendimi sık sık. Başı sonu belli olmayan bir hikayenin ortasına düşmüş gibiyim. Hiçbir şey olmayacak bundan sonra. Binlerce kez tekrar etmiş bir savaştan hiçbir seferinde galip çıkamamış biriyim. Umutsuz ve çaresiz. Bunu kendime acıdığım bir an olarak düşünmüyorum. Bu, şüpheci bir doktorun istediği üzerine yapılmış kan tahlilinin üzerindeki fosforlu kalemlerle çizilmiş yüksek değerlere bakıp, vay be, demek bende de bu hastalık varmış demekle aynı şey nazarımda. Dişindeki çürükten utanan bir hasta gibi tahlil kağıdına baktıkça kafamı ne yöne çevireceğimi bilemiyorum. Her gece yatmadan önce çoktan çürümüş dişimi uzun uzun fırçalıyorum. Mezarlıklarda dolaşıp ölülere suni teneffüs yapmak, seni sevmekten çoktan vazgeçmiş birini düşünüp ağlamak, on beş yaşında severek giydiğin bir eteğin içine sığmaya çalışmak. Birinin diğerinden farkı yok. Aynı beyhude çabaya yetecek nefesi kendimde her sabah aynı hevesle buluyorum. Kabullenebilme hissi, neden bilmem, ilk bebek banyomda üzerimden akıp gitmiş olmalı.
Sıcak öğleden sonraları saatlerce yürüyorum. Yanımdan geçen her insanın yüzüne uzun uzun ve dikkatle bakıyorum. Bulamadığım bir cevabı, birinin çatık kaşlarında, alnındaki kırışıklıklarda, çenesindeki çukurda ya da yanağındaki bir gamzede buluverecekmişim gibi bakıyorum. Bulamıyorum. Kendi yüzüme bakabilsem o an, ne görürüm, onu da bilemiyorum. Elimde bir aynayla gezmek neresinden bakılsa normal karşılanmayabilir. Bu yüzden geceleri, yatmadan önce evdeki tuvalet masasına oturup uzun uzun kendi yüzümü inceliyorum. Bir süre sonra yabancı birine dönüşüyor aksim. Kaz ayaklarını elimle düzeltmeye çalışıyorum. Nafile. Burnum aynı. Gözlerimin içindeki hare biraz küçülmüş gibi geliyor. Yanaklarım zayıflamış. Tenim incelmiş. İyice yaklaşıp baksam altından geçen damarları tek tek görebileceğim. Ağzımı açıyorum. Yirmilik dişimdeki karaltı giderek koyulaşıyor. Oysa çürük değil. Kalkıp yüzümü defalarca yıkıyorum. Kat yerlerinden dikkatlice katlar gibi düzeltip yastığa koyuyorum. Anında uyuyorum. Uykusuz gecelerin aksine sayısız rüyanın arka arkaya sıralandığı uzun ve bir o kadar deliksiz bir uykuya yatıyorum. Yorgun ve neyin rüya neyin gerçekten yaşanmış olduğunu kestiremediğim bir sabaha uyanıyorum.
Erken saatlerde gidip iskelenin yan tarafındaki banka oturup denize bakıyorum. Yeni hiçbir şey yok. Birbirinin üzerine dökülen dalgalar, sürü sürü gezen küçük gümüş balıkları, çirkin gagalarını buldukları her çöpe defalarca daldırıp çıkaran gürültücü martılar, banklara anahtar uçlarıyla kazınmış isimler, bank ayaklarına her yağmurda biraz daha yapışan pas lekeleri ve ben. Hepimiz bir günün hem de mutlu yaşanmamış bir günün tekrarının içinde dönüp dolaşıyoruz. Havada asılı kalmış bir uçan balonum. Bir avuç çakıl taşıyım. Kışlık pantolon cebinde unutulmuş parayım. Ruhu kaybolmuş, ucundan yırtılmış, ortasından delinmiş, kenarından çatlamış, üstü başı kir pas içinde, paçalarına çamur sıçramış, yolunmuş, yıpranmış, ağlamış ne varsa. Hepsi benim. Bir yandan da yokum. O kadar yokum ki dünya üzerinde, yokluğum fiziksel varlığımın çok üzerinde. Bazı sabahlar yok olduğumu sanıyorum. Bozuk bir saatin kalan son gücüyle çaldığı yanlış bir alarm gibi basıyor bazen yalnızlık hissi. Otuzundan sonra yalnız bir kurttur her erkek, der Orhan Pamuk. Erkek olmakla ilgisi yok. İnsanlık olarak biz bu yalnızlığı nerelere sığdıracağız?
Ona yazdığım mektuplar eline geçiyor mudur, açıp okuyor mudur? Biriken mektupları için eski bir bisküvi kutusu bulmuş mudur? Masasında saklıyor olsa bir çekmece dolmuştur. Belki ilk gönderdiğimin üzerindeki pulun kenarları kıvrılmıştır, üzeri soyulmuştur. Belki hiç açmadan attıkları vardır. Belki bazılarını okuduktan biraz sonra ceketini alıp çıkmıştır. O saatlerde kimselerin olmadığı bir ara sokak meyhanesinde oturup rakı içmiştir. İçtikçe içlenmiştir. Belki iç sıkıntısıyla bakıyordur postacının yüzüne her görüşünde. Ne bileyim. İnsan bilemiyor. en çok unutulmaya üzülüyor. Unutuldukça bir parçası gerçekten siliniyor. Vücudundaki benlerin yerlerini tam olarak hatırlayamamaya başladığım gün, aynanın karşısında şaşkınlıkla kendine bakıp şaşıracak. Bir mucize eseri kaybolmuşlar sanacak. Benim geçen gün boynumun yan tarafını ne kadar arasam bulamayışımın başka bir sebebi olamaz. Ne büyük acı. Boynumun kokusunda uyuyakaldığın günler artık hiç yaşanmamış olacaklar.
Şimdi ne olacak?
Sevdiğim adamdan ayrılmış, işi bırakmış ya da alıştığım hayat alışkanlıklarını terk etmiş değil de korkunç bir felaket gelip üzerimde koyu bir bulut gibi asılı kalmış. Yüzyılın felaketi bir kasırga bulutlarını benim üzerimde bırakıp gitmiş. Kurtulamıyorum. Sinek kovalarcasına ellerimi yüzümün iki yanında sallıyorum. Beyhude.
Bu aralar Atlas'a gidemiyorum. Ne zaman gitsem Bahadır çok uzaklarda bir yerlere bakıyor. Anlıyorum ki bana verdiği damlalardan litrelerce içiyor geceleri yatmadan önce. Sabahları bakışları puslu. Kendimden daha hüzünlü birini görünce, içim, kendi içine doğru yıkılmaya başlıyor. Bir yandan onu teselli etmek isterken bir yandan kelimeleri kendim için defalarca kez kullanıp çoktan bitirdiğimi anlıyorum. Kelimelerden geriye yalnızca manasız suskunluklar kalmış gibi karşılıklı susuyoruz. Damlanın olduğu tüpten bir tane çaldım geçen gün o dışarıya çıkınca. Çantama attım. Biraz sonra bir damla hayal dilimin üzerinden içime doğru usulca süzülecek ve işte bambaşka bir dünya başlamış olacak.