17 Ekim 2011 Pazartesi

Yeryüzünün yaraları

Soğuk ve yağmurlu günler başladı. Odalar daha karanlık. İnsanın içi daha derin, dışı daha sessiz. Daha bir sığamıyor odalara. Evlerin tavanları daha basık sanki. Geceler uzadıkça yalnızlık da uzuyor. Her şey sıcak içilmeye başlandıkça battaniyeler, yastıklar buz gibi oluyor. İki kişilik yataklarda yalnız yatanlar sabahları donmuş ayaklarla uyanıyor. Gökyüzü çoktan yok oldu. Gri bir boşluk kaldı geriye. İnsanlar gri boşlukta açılmış birer yara izi. Uzun, kısa, zayıf, derin yara izleri... Yeryüzünün yaraları nasıl iyileşir, bilmiyorum.


İnsan içi sıkıldığında dünyaya bakacak bir kapı, pencere arıyor ya telaşla, iyi gelecek ne görüyor acaba? Kapkara bulutlar mı teselli edecek bizi? Biçimsiz çatılar, televizyon antenleri, boyası dökülmüş apartmanlar mı? Daracık yollardan geçemeyen araba kornaları mı avutacak içimizde haykırıp duran insancıkları? Elime bir ecza dolabı açıp çıkayım, diyorum dışarıya. Pastil yumuşatsın sokakların rüzgarını. Şimşekler birer aspirin yutsun.  Emedur vereyim de kusmasın ağaçlar yapraklarını daha fazla. Tavuk suyuna çorba yapıp içireyim soğuk kaldırım taşlarına. Yara bantlarını nerede çatlamış bir duvar görsem yapıştırayım. Köprünün ayaklarına birer sıcak su torbası yerleştireyim. Boğaz üşütmesin poyrazda, kaşkol sarayım.


Sonra nane limon kaynatıp, kalbime basayım diyorum. Bir kaşık balın üzerine karabiber döküp göğsüme süreyim. Sirkeli bezler koyayım yüzümde öptüğün ne kadar hücre varsa üzerine. Ellerim ne yapsam ısınmıyor, içimde bir ateşten top, sönmüyor. Aktarda yatıp kalkıyorum günlerdir. Faydasız. Geçmiyor. Karşı pencerede tüm gün oturan adamın bardağındaki ıhlamur olmak istiyorum. Çay kaşığı beni döndürsün, döndürsün. İlk yudumda parçalanıp, yok olayım.