15 Eylül 2015 Salı

Gidilmemiş yerler atlası-15

Hayır, o koltuğu istemiyorum, diyorum. Açıp tekrar bakıyoruz fotoğrafa. Her bakışımda koltuğun hantal kolları daha da çirkinleşiyor. Hiç mi beğenmedin, diye soruyor. Bu soruyu kim bilir kaçıncı kez soruyor. Her soruşunda beğenmeyişime biraz daha üzülüyor. Ben de biraz çabalayıp beğenmek istiyorum ama, yapamıyorum. Bu koltuğa her akşam otursam bir süre sonra içimde kötü huylu bir kitle büyür, diye düşünüyorum. Sessizlik uzuyor. Birden sıkıntıyla kapatıyor fotoğrafı. O zaman sana bırakıyorum bu işi, diyor. Sen seç, bana hiç sorma bile, git al. Cebine atıyor elini. Sigarasını arıyor, bulamıyor. Telefonu çalmaya başlıyor aynı esnada. İkimiz de bakınıyoruz, sesin nereden geldiğini anlayamıyoruz. Oturduğumuz koltuğun sırtıyla minderlerinin birleştiği yere elimi sokuyorum. Orada bile yok. Sonunda yastığın kenarında buluyor ama yetişemiyor. İyice sinirleniyor. Ben hava alayım, diyor ve balkona çıkıyor. Arkasında bir ses bırakıyor. Siren sesi gibi bir ses. Belli ki yalnızca ben duyuyorum.

Bana doğru geldiği anlarda da aynı sesi duyuyorum. Arayıp geç kalıyorum, dediği akşamüzeri trafiklerinde. Sesinin içinde bir nabız atışı oluyor. Geç kaldıkça, daha hızlı ve daha yüzeyden atıyor. Geç kaldığı akşam yemeklerine kapıdan girerken yüzünde o nabzın portresi oluyor. Bir yara izi gibi çenesinde duruyor. Özür dilerim, dediğinde uzanıp yüzündeki bir lekeyi siler gibi yanağını, çenesini okşuyorum. Şefkat içimde bir dalga gibi yükseliyor. O an her neredeysek oraya bir mağara oymak ve kucağına sığınmak istiyorum. Hiçbir şeyi kendine dert etmesin, onu beklerken içimde ne kadar güzel suratlı hayaller biriktirdiğimi görebilsin istiyorum. Oysa anlamıyor. Benim ona söylemediklerimi kendi ağzı kendi kulaklarına olanca patavatsızlığıyla ve olabilecek en kaba saba haliyle söylüyor. Kafamı çevirdiğimde onu kendimden fersah fersah uzaklaşmış buluyorum. Siren sesi giderek yükseliyor. Kulaklarımdan kafamın içine doğru derin bir kuyu açılıyor. Etrafımızda tuhaf bir çember kurulmuşcasına garsonlar bize yaklaşamıyorlar. Biten şarabımı kimse doldurmuyor. Sipariş verdiğimiz yemekler tezgahta soğuyor. Kimse alıp masamıza getirmiyor. Tuzlukların içinde nem birikiyor bolca. Az sonra salatanın üzerinde salladığım tuzluktan tek bir tane bile düşmüyor. Suyum tazelenmediğinden dudaklarım kuruyor. Böyle anlarda anlatacak çok mutlu bir hikaye düşündükçe aklıma çöp yığınları, leş kargaları, akbabalar, bataklıklar, bataklıkta yaşayan sürüngenler, bataklıkların üzerinde sebepsizce daireler çizen kapkara kuşlar, bataklığa yavaşça batarken çırpınan bedenler, trafik kazaları, zamansız ölümler, cenazeler doluyor. Giydiğim daracık elbisenin içine sığamamaya başlıyorum. Çaktırmadan açacak bir düğmem yok diye hayıflanıyorum. Bir bakıyorum aslında elbisem değil bedenim daralıyor. Kendi vücuduma sığamıyorum. 

Tanıştığımız gece beni sokak lambalarının altında, ne derim diye tek bir saniye bile düşünmeden, içinde o yaşa kadar biriktirdiği tüm cesaretle, yanımızdan geçen kalabalığa aldırış etmeden uzun uzun öpmüştü. O gece eve gittiğimde kazağımın üzerinde kısacık bir misina ipi bulmuştum. Çekip koparmaya çalışınca acıdan çığlık atmıştım. Yavaşça çekip ucunu bulmaya çalıştığımda göğsümden içeriye uzadığını fark etmiş ve korkudan bayılmıştım. Kendime geldiğimde ayağımda topuklu ayakkabılarımla tuvalet masamın az ilerisinde yatıyordum. Düşerken kolumu kafamın altına aldığımdan, parke döşemeye vurduğum dirseğimden bileğime kadar kan oturmuştu. Acıyla doğrulmuştum. Çıplak sol göğsümdeki misina dünkü halinin en az beş misli daha uzundu. Kıvırıp bantlamıştım. Kalkıp koluma buz koymak için mutfağa yönelirken ipin bantın içinde uzamaya devam ettiğini hissediyordum. En çok annem birkaç gün sonra ziyarete geldiğinde fark eder diye telaşlanmıştım ama evde havluyla dolaştığım sabah, gün ışığında bile, görememişti. Aylar sonra ipin ucu artık göremeyeceğim yerlere uzayıp gittiğinde, ipin yalnızca benim görebileceğim bir şey olduğunu anlamıştım. Yanında uyandığım ilk sabah ipimin ucunun onun kalbinden çıkan benzer bir misinayla birleştiğini gördüğümde yine bayılmışım. Nihayetinde aşk denen şeyin misina benzeri ipler olduğunu açıp baktığım ansiklopediden öğrendim ve rahatladım. İp asla kopmuyor, yok olmuyor, zamanla eskimiyor, kesmek mümkün olmuyordu. Gelin görün ki bu aralar ipler ellerime dolanıyor, parmaklarımı kesiyor, vücudumda sıktığı yerlerimde izler çıkıyor ve günlerce geçmeyen yaralar açılıyordu.

İşte yine öyle bir akşam yemeğinde, gelmeyen yemekleri beklemekten midem kazındığından ya da uzayan sessizliğe bir mazeret olsun diye, devasa beyaz ekmek dilimlerini hiç çiğnemeden yutmak istiyorum. Birkaç sürahi suyla içimi doldurup, sular kulaklarımdan çıkana kadar içimde bekletmek. Hiçbir şey duymasam diyorum biraz. Kapıdan girdiği anı geri alabilsek. Ya da nerede başladıysa bu sessizlik oralara kadar gidip ne oldu bir baksak ve her neyse kırılan, tamir ediversek. Tamir edemiyorsak da yerine başka bir şey ikame etsek. Midem bulanmaya başlıyor aynı anlarda. Kalkıp hızla tuvalete gidiyorum. Daha yemek yemememe rağmen tonlarca kusuyorum. Klozetin içinde parlak renkli simlerden yapılmış peruklar yüzüyor. Bu nasıl bir saçmalık diyorum.

Geri döndüğümde masada yok. Bir not var. Notta ne yazdığını anlatıp sizi de üzmek istemiyorum. Acıklı ve acılı. İçinde beğenmediğim koltukla ve mutlulukla ve kendini ait hissedememekle ve korkularla alakalı bir sürü hüzünlü kelime var. Zaten kısacık not. Bunlar bile o daracık peçeteye nasıl sığmış, aklım almıyor.  Sonunda ne olur anla, diyor. Anlamıyorum. Garson da anlamamış olacak ki beklemekten buz gibi olmuş yemeklerimizi servis ediyor az sonra. Sularımızı tazeliyor. Birer kadeh daha şarap koyuyor kadehlerimize. Sessizce oturup önce kendi somonumu sonra onun ızgara köftelerini yiyorum. Şarapları ikişer yudumda bitiriyorum. Notu tekrar çıkarıp kelimeleri teker teker bıçağımın ucuyla kazıyorum. Harfleri birleştirip paslı bir makas yapıyorum. Ellerim zaten doğuştan küçük, makası elimde doğru düzgün tutamıyorum. İki elimle sonunda dengeleyip elbisemin üzerinde ipimin ucunu arıyorum. İyice yaklaşıp bakıyorum. Yok. Garsonu çağırıp, şu makası bir saniye tutar mısınız diyorum. Diğerine de rica ediyorum, sırtımdaki fermuarı açıyor. Yok, hayır, ben de ahlaksız bir kadın değilim aslında. Genelde yemeklerden sonra insanların önünde çırılçıplak soyunmuyorum. Ama işte böyle istisnai durumlar da yaşanıyor. Yakın gözlüklerimi çıkarıyorum çantamdan. Takıp dikkatlice bakıyorum. Genç garson da eğilip benimle beraber arıyor ne aradığını bilmeden. İşaret parmağının ucuyla iğne deliği kadar bir deliğe dokunuyor. Küçücük bir delik buluyoruz böylece yalnızca sol göğsümde. Başka da tek bir ize bile rastlamıyorum. Garsonlar ve müşteriler girdikleri şoktan hiçbir şey yapamadan ve gözleri fal taşı gibi açılmış halde bakarlarken ağlamaya başlıyorum ve dev makası alıp kendimi ortadan ikiye kesiyorum. 


Deniz kıyısındaki bankta derin bir uykudan uyanır gibi gittiğim yerlerden döndüğümde, göğüs kafesimde ancak ağır bronşitlerde görülebilecek denli şiddetli bir ağrı var. Daha önce hiç bu kadar mutsuz bir şey görmemiştim. İlk kez, beraber yaşayamadığımız günlerde tatsız şeyler de yaşanabileceği aklıma geliyor. Kalp atışlarım yavaşladıktan sonra, ne de olsa bu da bir rüya, sayılır diyorum. Aslında böyle bir şey de yaşanmadı. Bir sonraki damlada kendimi bir öğleden sonra kollarında, yaz vakti bir kumsalda ya da mutfakta söğüş domateslerin üzerine biberiye serperken bulabilirim. Derin bir nefes alıp göğsümü ellerimle ovuşturuyorum. Kalkıp eve doğru yürümeye başlıyorum.
Ağrı geçmek bir yana geceleri giderek artıyor ve üç gün sonra çok ağır bir gribe yakalandığımı anlıyorum.