Elimdeki menünün sayfalarını ezbere biliyorum. Garson, yanı başımda dikiliyor. Sabırsız değil. Bakışlarını yere eğmiyor. İlk resmini çizen çocuğunun başında bekler gibi durup bakıyor benimle beraber menüye. Karar veremesem elimi tutup, düz bir çizgi çizecek sanki sayfanın ortasına. Sayfalara bakmıyorum ki ben, ne yiyeceğim sabahtan beri aklımda. Menünün üzerinden insanların yüzlerine bakıyorum. Bildiğim, çoğunu okşayıp, sevdiğim yüzlerde cuma akşamının tatlı ferahlığı var. O an dünya, bir ilkokul sınıfı kadar sıcak ve havasız. Aydınlık ve umut dolu aynı zamanda. Hiçbir şey için endişelenmiyoruz. I. bir çırpıda sayıyor siparişlerimizi. Gülümsüyor garson. Menüleri çocuğunun başarısıyla gururlanan bir baba gibi alıyor elimizden. E.ye bir kadeh rakı dolduruyor. Bazen hayat ne kadar güzel, diyor birisi içimden. Başımı sallıyorum.
Loş içerisi. Gittikçe ısınıyor. Mutfakta pişen balıkların kokusu yayılıyor havaya. Bir kedi, kuyruğu havada, kapının önünde dolanıp duruyor. Kafamı kaldırırsam göz göze gelebiliriz. Biz aşağıdayız, çukurda. Pencereden baksak farklı yerlere geç kalmış yüzlerce çift koşturan ayak da görürüz. Bakmıyoruz. Gözlerimiz mezelerin rengarenk ekranına kilitlenmiş. Dünyanın dışında bir yerdeyiz. Diğer her yerin alternatifi bir yer. Deniz kıyısının. Ormanın ortasında yeşil bir düzlüğün. Beyaz bulutlu mavi bir gökyüzünün. Yatağın dengi bir yer mesela. Giyinikken çıplağız aslında. Oturuyoruz ama çoktan yattık. Konuşuyoruz ama sevişiyoruz belki bir yandan. Her kadehte aslında güzel bir rüyadayız. Mutlu bir gece. Orası kesin. Gökyüzü lacivert. Tabaklar sakız beyazı. Gözlerimizde yıldızlar yanıp sönüyor. Bazen göktaşları düşüyor kadehlerimize şişeden. Saatlerimizi girişteki askıya astık. İç organlarımız hükmediyor zamana. Karnımız doyana, başımız dönene, gözlerimiz kızarana kadar buradayız.
Arka masadan biri çatalını yere düşürüyor. Biri tabağını sıyırıyor. Biri yanındakinin kulağına ayıp şeyler fısıldıyor. Gülüyorlar. Biri peçetesine uzatıp ağzını siliyor. Unutuyor elinde peçete olduğunu, konuşurken peçete ağzını kapatıyor. Karşısındaki havaya yükselip patlayan harfler görüyor yalnızca, ne dediğini anlamıyor. Gülümsüyor yine de. Başını sallıyor. Salladıkça aklındaki kelimeler parçalanıp dökülüyorlar ortalığa. Durgun bir suya düşer gibi salata tabağına düşüp dalga dalga yayılıyorlar. Suyunu salmış kara lahanalara karışıp, limona denk geldikleri an eriyorlar.
İlk kadehlerin sonunu görmeden yabancıyız birbirimize yine de. Karşımızdakinin anlattığı hikayeye çok aşina ama sesine biraz uzak. Sesi hiç olmasa el hareketlerinden, dudaklarını büzüşünden, saçlarını kulağının arkasına atışından hikayesinin nerelerinde sevinip üzüldüğünü anlayabiliriz. Masadaki herkesi en az bir şeye ağlarken gördüğümü hatırlıyorum. Pek çok insani hırsın duvarını yıkıp attığımızı düşünüyorum aramızdan. Yine de bazen tuhaf sayılabilecek sessizlik oluyor. Aynı anda susup, çatal bıçak seslerini dinliyoruz. Ayın yeri değişiyor zamanla. Yanaklarımız ısınıyor, daha çok anlatmaya başlıyoruz. Ş., her zamankinden heyecanlı, ellerini nereye koyacağını bulamıyor oturduğumuzdan beri. Bu gece herkes kimsenin bilmediği bir sırrını anlatsın, diyor. Derin bir nefes alıp veriyoruz. Yok ki, diyoruz. Bakışlarımızı kaldırmıyoruz tabaklarımızdan. Bıçaklar kendiliğinden hızlanıyor ellerimizde. Sözcüklerimizi bileyliyoruz uçlarında. Mutlu anıları ortalarından delip geçiyoruz. Anlatmıyoruz. Değiştiriyoruz konuyu. Kavunun ne kadar lezzetli olduğundan bahsediyoruz.