20 Mart 2015 Cuma

Yüz

Evin yakınlarında sessiz bir sokak. Yağmurun ıslatmadığı tek bir kaldırım taşı kalmamış. Akşamüzeri ve yorgunluk birdenbire bastırmış. Bir damla güneş için duaya duran kediler var apartman önlerinde. Uyandığımız sabahlar karanlık. Gün, göz açıp kapayana dek. Gece zaten zifiri. Biri gelip atlastan yorganı örtmüş üzerimize. Yine de ısınamamışız. Ateşli bir hasta gibi üşümeye devam etmiş, sessiz bir odada içtiğimiz ilaçlardan kötü rüyalar görüp sayıklamış ama ne yapsak demirden ayak bileklerimizi ısıtamamışız. Kendiliğinden giden adımlarla bulmuşuz evin yolunu. Hiç fark etmeden  yeni çıkan ekmek kokusuna kapılıp bir fırına girmişiz. Kolumuzun altında ucu yenmiş bir francala; ara ara  hızlanan yağmurun altında yürümüş, bazen bir saçak altında durmuşuz.

Evin yakınlarında kimsesiz bir sokak. Saçak altında ellerimi ceplerime sokmuş beklerken, kafamı, gözümü alan televizyon ışığına çevirmişim. Açık renk boyasına egzoz sinmiş bir eski apartman. Giriş katın güneşlikleri çekilmemiş, içerisi gözüküyor. İki yaşlı kadın, evet evet, siz, tüm gün oturduğunuz koltukların biraz içine çökmüş rahat minderlerinden dünyaya, size ait olmayan bir şey gibi, rehavetin içinden bakıyorsunuz. Önünüzdeki melamin tepsinin içinde kış meyveleri ve kahverengi saplı, kör meyve bıçağı. Sehpanın üzerinde yeşil camdan gondol kase. Akşam yemeğinde birer tabak tarhana çorbasını afiyetle içtiniz. Benim akşam yorgunluğundan yüzü asılmış halini gördüğüm fırıncının, siz, öğlen neşesiyle yaptığı çavdarlı ekmeğini yediniz. Zor çalışan bağırsaklarınızda hepsini sindirdiniz. Çaydanlığa biraz kaçak çay, iki tane karanfil atıp, tavşan kanı demlediniz. Bırakamadınız ne yapsanız, bakkalı arayıp iki paket ince sigaralardan sipariş ettiniz. Bakkalın çırağına, Aysel hanım' ı gördü mü bugün, diye sordunuz, iyileşti mi diye merak ettiniz. Kadına bir şey olur diye değil de, ölüm bir kez mahalleye dadanırsa, sizin kapıyı da çalar diye korktunuz. Kaşınızın kenarını kaldırışınızdan bildik, saklayamadınız. Çırak, o sırada evden gelen tansiyon ilacı,  kaçak çay, ıhlamur, çürümüş portakal, mercimek, çamaşır suyu, uyku, yaşlılık ve havalanmamış ev kokularının hepsini aynı anda içine çektiğinden başı dönüyordu, sorunuzu daha iyi, iyi, diye geçiştirdi, anlayamadınız. Halbuki doktor Aysel hanım'a  bronşit teşhisi koyunca, büyük kızı Bursa'dan gelip almış, kendi evine götürmüştü. Uzunca zaman hiç haber alamadınız.

Televizyon ekranının karşısında, elinizde çay bardağınız. Gamsızsınız. Tüm felaket haberlerini yorum yapmadan, hiç umursamadan, içinizde bir yer bile sızlamadan izlediniz. İki kişiydiniz ama saatlerce birbirinize tek kelime etmediniz. Bir ara haberleri sunan adamı sizin küçük toruna benzettiniz, benziyor değil mi gülümseyince, dediniz diğerine. Öteki bir mandalinanın yarısını bir defada yutmakla meşguldü, sesi çıkmadı; kafasını salladı ama benzetemedi. Diğerine bir mandalina uzattı. İnce kabuklu, çekirdeksiz. İkinizden birinin aklına bir akşam olsun, perdeyi çekmek gelmedi. Biz her akşam geçerken sizin yerlerinizde oturup haberleri izleyişinizi gördük. Tek bir abajurun ışığında otururken hayatı ne kadar umursamadığınızı, yağan tek bir yağmur damlasına dokunmadığınızı, sabah erken kalkıp pazardan en taze ıspanakları seçtiğinizi, üzerinizdeki aynı model gecelikleri köşedeki italyana tuhafiyeden aldığınızı, gözlüklerinize taktığınız o boncuklu pullu iplerde, içinizdeki kadın sesinin henüz susmadığını gördük. Dünyanın son günü aceleyle kapınıza gelsek; hiç acele etmeden avucumuza dökeceğiniz lavanta kolonyasının etiketini, sucuya, çırağa bahşiş vermek için  hazır tuttuğunuz bozuk paraları, kalın bantlı, topuklu terliklerinizi, kafanızdaki mor biyeli saç bantlarını gördük. Ellerinizde buruşan, göz kenarlarınızda kırışan, boynunuzda öpülmemekten mahzunlaşan, dudaklarınızda çatlayan, avurtlarınızda çöken, parmak uçlarınızda titreyip, kalça kemiklerinizde çöken her şeyi gördük. Gördük ve sizi aklımızın bir yerine gömdük.

Sonra birden sokağa döndük. Evin yakınlarında sessiz bir sokak. Sessiz ve karanlık. Bu saatlerde kimsesiz ve tekinsiz. Akşam geceye. Gece sabaha. Sabah akşama. Yılların yıpratmadığı tek bir kaldırım taşı kalmamış. Apartmanın dış kapısını biri yine uyarıları dinlemeyip, aralık bırakmış. Daha fazla bekleyemedik, girdik. Paspasın kıvrılan kenarını ayağımızla düzelttik. Kapının zilini ard arda üç kez çaldık. İçiniz geçmişti koltukta. Şöyle bir  irkildiniz. Yavaşça doğruldunuz yerinizde. Biriniz kalkıp gözlüğünüzü taktınız. Uzun sabahlığınızın kuşağını sıktınız kapıya yüyürken. Hayırdır inşallah, dediniz sesli sesli. Delikten baktınız uzun uzun. Kapıdaki gölgeyi tanıyor gibiydiniz ama tam da çıkaramadınız. Sonra birden hatırladınız. Ellerinizdeki kırışıklıklar kapının üst kilidine uzandığınız an kaybolmaya, kahverengi lekeler hızla silinmeye, kalbiniz atmaya başladı.

Birbirimizin yüzüne baktığımızda artık biliyorduk, yüzünüz bizim yüzümüzdü.