O lanetli günlerden birinin akşamıydı. Hava hiç kararmayacak, güneş o sahte gülümsemesiyle sonsuza dek başımızın üzerinde asılı kalacak sandım. Kocaman duvar saatinin ortasında akreple yelkovan, ayaklarına prangalar bağlanmış gibi durdular tüm gün. Telefon hiç çalmadı. Ben de kimseyi aramadım. Dokuz bardak çay içtim, dört fincan sütlü kahve. İki paket tuzlu bisküviyi bıraktığın mektubu okurken yedim. İki paket sigarayı şimdi ne yapıyorsun acaba, diye düşünürken içtim. Pencerenin önünde dikilip, karşı apartmanın balkonlarına baktım uzun uzun. Arka balkonlar insanların eşyalarını sürgüne yolladığı topraklar sanki. Tozlanmış yapma çiçekler, artık kullanılmayan fırınlar, ayakkabı kutuları, dikiş makineleri, boş saksılar, kuş kafesleri kaderlerine boyun eğmişler. Televizyon çanakları yüzüne dönüşüp, gülümsediler. Çalı süpürgeleri el salladı, eski oyuncaklar başlarını bile kaldırmadılar, dünyaya küstüler. Ben de senin arka balkonunda mıyım acaba artık?
Ne zamanki paltolarının yakalarını kaldırmış memurlar, ellerinde francala ekmekleriyle evlerinin yolunu tuttular, kalktım yerimden. Işıkları kapattım. Sigara mezarlığına dönüşen kültablasını çöpe boşattım. Birden sanki bir yerde beni bekliyorlarmış da çok geç kalmışım gibi bir his kapladı içimi. Kapının alt kilidini kilitledim, üstü bıraktım. Merdivenlerden uçarcasına indim. Koşar adım attım kendimi dışarıya. Soğuk hava yüzüme çarptı. Kaşkolumu burnuma kadar doladım. Otobüs durağına kadar nasıl gittim, hatırlamıyorum. Taksime giden ilk otobüste buldum kendimi. Kalabalıkta tutunacak bir yer bulamadım. Ilık insan bedenlerinin ortasında buz gibi ellerimle durdum. Birden içime cam kırıkları saplanmaya başladı. Önce paltomun sonra gömleğimin düğmelerini açtım. Acının nereden geldiğini bulmaya çalıştım. Kalbiniz dedi, yanımda dikilen kadın parmağının ucuyla dokunarak. Kalbim mosmordu. Sanki bir yere çarpmışım, sıkıştırmışım, ezmişim gibi. Bir şey yok, dedim bana bakan kalabalığa dönüp. Bir şey yok, yalnızca, bugün terkedildim de... Hepsi başlarını sallayarak, önlerine döndüler. Olur böyle şeyler diye, mırıldandılar. Nefesim o an kesilecek, otobüsün oksijensiz havasında boğularak öleceğim sandım.
Yok, hayır, ölmedim. Otobüsten inince İstiklal caddesinin ilk sağından dönüp, meyhanelerin sokağına girdim. Çalgıcılar beni tanıdı, halimi görünce acıdı. Başımı her hafta seninle gittiğimiz o meyhanenin mermer masasına dayadım. Garson bana soğuk sular, kova kova buzlar, kolonyalı mendiller getirdi. Bir kadeh daha rakı koydu göğsümü açıp her bakışımda bardağıma. İki parça daha buz attı acımı dindirir diye düşünüp. O doldurdu ben içtim. Kadehler doldu boşaldı. Kültablaları doldu boşaldı. Masalar doldu boşaldı. Ben hep ağladım. Sanki bu yaşıma dek ağlayacak neyim varsa bu gece için biriktirmişim gibi hiç durmadan ağladım. Işıkları kapatıp, kapıyı üzerime kilitlediler, yerimden bile kıpırdamadım.