8 Eylül 2011 Perşembe

Kırık


O gün onunla, denize kıyısı olan şehirlerde yaşayıp da yapacak işi olmayan herkesin yaptığı gibi, sahildeki banklardan birine oturmuş, denize bakıyorduk. Deniz kokan şehirlerde, yüzünü denize, sırtını dünyaya dönüp, bir bankta oturma ihtiyacı vardır. İnsan bir süre denizin yakınına gitmese, mengeneye sıkışmış gibi hissetmeye başlar göğsünü. Gün geçtikçe içi daralır. Hele bir de o bankta iki kişi oturma ihtimali varsa, ihtiyaçtan öte bir bağımlılıktır iyot kokusu. Omuzların birbirine olan mesafesi, ellerin durdukları yerler, başın, ne sıklıkta denizden yanındaki yüze döndüğü; havanın sıcaklığına, rüzgârın yönüne, kişilerin birbirine yakınlığına göre değişir. Biz o gün biraz uzak oturuyorduk. O, ellerini ceplerine sokmuştu. Bakışlarını karşı kıyıdaki bilinmez bir evin çatısındaki bir kuş yuvasına, belki bir balkonda çamaşır asan kadının lodosla havalanan eteklerine, kimsenin göremeyeceği kadar uzaktan geçen bir yelkenliye, martıların çığlık çığlığa üzerinde döndüğü deniz fenerine, kim bilir neye, sabitlemişti. Omuzlarımız değmekten çok öte, sakınmışlardı birbirlerinden. Tam o an, bizi birbirimize bağlayan görünmez tellerden biri kopmuş, belki hatırlamadığımız ama içten içe asla da unutmadığımız kötü bir söz gibi bizi birbirimizin dâhil olduğu çemberlerin dışına atmıştı. Birbirine değmeden yan yana duran iki çember geliyordu gözümün önüne ona baktıkça. Aramızdaki mesafeyi karışımla ölçüyor, binle çarpıp büyütüyor, tam kalbimin altındaki boşluğa sığdırmaya çalışıyordum. Boşluk büyüdükçe, içini envai çeşit korkuyla, tedirginlikle, hırçınlıkla dolduruyordum. O kadar meşguldüm ki içimde sürüp giden kargaşayla, dışarıdan biri o gün bize baksa, benim kepenkleri indirilmiş bir mağaza vitrini gibi görünen yüzümü görecekti. Bu sırada güneşin üstümüzden usul usul geçtiğini, saçlarımızı darmadağın edip karşı kıyıya ulaştığını göremedim. Havadaki keskin ıstırap kokusunu fark edemedim. Günlerden salıydı. Havanın öyle çok sıcak olduğu falan yoktu. Keyfi yerinde olmayan bir bahar günüydü. Arada bir lodos usulca saçlarımızdan teller koparıp, bu günün hatırası olarak saklıyordu. Her şey olup biterken, biz, içi çok uzun süre  önce boşalmış deniz kabukları gibi kıyıda durduğumuzdan, hiçbir şey hissetmiyorduk.


Hiç ses duymadım. İnsanların gözleri hayretle büyüyüp küçülürken ağızları neden sessizce açılıp kapanıyor, anlamadım. Havada uçuşan binlerce toz zerresinin nereden çıktığını merak etmedim. Yalnızca bir an, biri gelip beni çok derin bir uykudan uyandırmış gibi irkildim. Gözlerime balık pulları, paslı tankerlerden dökülmüş metal parçaları, kopup suya karışmış misina ipleri dolmuştu. Tekrar tekrar gözlerimi kapatıp, açtım. İşe yaramadı. Görüntü giderek bulanıklaştı. Gözlerime kaçan ne varsa ellerimle teker teker çıkarmaya başladım. Çıkardıklarımı özenle katlayıp cüzdanıma koyuyor, sığmayanları ceplerime dolduruyordum. Ceplerim iyice şişkinleştiğinde, gözlerimdeki her şey de çıkmıştı. Gözlerimi açtım. O'nun  yerinde bir martı oturuyordu. Gagasında yeni yakalanmış bir istavritle, bembeyaz kanatlarını açıp kapattıkça, etrafa sular sıçrıyordu. Balığı tek lokmada yutarken azıcık bile vicdan azabı yaşamıyordu. Ona baktığımı görünce konuşmaya başladı benimle. Kimseye asla söylemeyeceğime yeminler ettirip, pişmanlıklarını anlattı. Kimlerin kalbini parça parça balıklara yem etmiş, kimleri poyrazlı günlerde denize kurban etmiş, kimleri bir fırtına anında ölüme terk etmiş, hepsini bir bir anlattı. Anlattığına pişman oldu hemen ardından ve benden ölesiye nefret etti. Nefretin yüzüne çizdiği harfleri, kanadıyla silmek istedi. Ovalayıp silmeye çalıştıkça, silinenlerin yerine yeni harfler belirdi. Teker teker edepsiz kelimelere dönüştü harfler. Ardından da ağza alınmayacak cümleler çıktı ortaya. Derin bir nefes alıp, başımı öne eğdim. İlk defa o zaman, tuhaf bir şeyler olduğunu hissettim.


Kafamı korkuyla şehre çevirdim. Gözümün görebildiği her şey masmavi bir tozla kaplanmıştı. Sonra ellerimi, pantolonumu, ayakkabılarımı fark etim. Bazı evlerin çatıları, üzerine dökülen tozun ağırlığını kaldıramayıp, çökmüştü. Tüm arabalar, otobüsler, bisikletler yollarda durmuş,  insanlar evlerinden sokaklara inmiş, yukarıya bakıyorlardı. Herkesin üstü başı, saçları toza bulanmıştı. Gördüğüm dünya, hayal gücü sonsuz bir ilkokul çocuğunun pastel boyalarla yaptığı bir resme benziyordu. Oturduğum banktan kalktım. Şehre doğru iki adım attım. Eğilip, elimi yerdeki toza sürdüm. Rendelenmiş sabun gibiydi. İnsanın elinden kayıp gidiyordu. Kokusu, yosun tutmuş bir kayaya benziyordu. İnsan gözlerini kapatsa, bir yaz öğleden sonrası yüzerken ayağını vurduğu o kayanın yanında olduğunu zannedebilirdi. Her yer o kadar maviydi ki denizin nerede başlayıp bittiğini anlayamıyordum artık dikildiğim yerden bakınca. Sanki hepimiz bir anda suyun altına inmiştik. Belki de gerçekten inmiştik. Belki de boğuluyormuş gibi hissetmemin nedeni buydu. Derin bir nefes aldım. Nefesimin içimde gittiği yolu izledim. Burnumu yakan koku, boğazımdan geçiyor, geçtiği an kayboluyordu. Aldığım her nefes, sanki ben bir yerinden delinmiş plastik bir poşetmişim gibi, ciğerlerime ulaşamadan bedenimden çıkıp gidiyordu. İnsanların yüzlerine bakınca kimsenin eskisi gibi nefes alamadığını fark ettim. Ağızlarını her şey yavaş çekimde oluyormuş gibi açıp kapatarak, sık sık nefes alıyorlardı. O sırada lodos poyraza dönmeye, hava soğumaya başladı. Tozlar havada dönerek sürekli yer değiştiriyor, ağzımıza burnumuza kaçıp, nefes almamızı iyice zorlaştırıyorlardı. Arada, biri eline bir çuval toz alıp, üzerimize serpiştiriyormuş gibi hızlanıyorlar, açıkta kalan bir yer varsa orayı da hemen kaplıyorlardı. Sonra bir anlığına yavaşlıyorlar, insanlar da derin bir nefes alıyordu. Birden devasa boyutlarda bir toz parçası tam ayaklarımın dibine kulaklarımızı sağır eden bir gürültüyle düştü. Dehşetle kafamı kaldırıp, yukarıya baktım. Gördüğüm şey o kadar imkânsızdı ki anlık bir göz yanılması gibi bir süre bakarsam düzeleceğini zannettim. Saatlerce orada dikilip, baktım. Çok korktuğu bir şey sonunda başına gelmiş bir insan gibi acı ve rahatlama hissinin birbirine karıştığını duyuyordum damarlarımda. Bu his, yavaşça tüm organlarıma yayılıyordu. Saç diplerim, bileklerim, elmacık kemiklerim ısınmaya başladı. Hala inanamıyor ama alışıyordum gördüğüm şeye.

 Gökyüzü üzerimize çökmüştü.

Aniden “bir şey demeyecek misin” dedi. Yüzü yüzüme o kadar yakındı ki uzansam gözlerindeki takımyıldızlara dokunabilirdim. Baktıkça yıldızlar raptiyeyle tutturuldukları yerlerden çıkıp, kaymaya başladılar. Aklıma tek bir şey gelmiyor, tüm dilek haklarım ellerimden kaçıp gidiyordu. Denize doğru dönüp “aslında ben de böyle olsun istemedim” dedi. Elime uzandı. Parmakları ateşte yeni dövülmüş metal parçaları gibi sıcaktı. Elimi, bakmaya tahammül edemiyormuş gibi bıraktı birden. “Susma bir şey söyle” dedi sinirlenerek. Konuştukça, yüzündeki mevsimler bahardan kışa, kıştan yaza durmadan değişiyordu. “Hep sen bu kadar taş gibi tepkisiz, bu kadar duygusuz olduğun için oldu aslında bunlar” dedi. “Sen kimseyi sevemezsin kendinden başka” diyen sesi, kararmaya başlayan akşamı en ince yerinden delip geçti. Ayağa kalktı. Atkısını kendini boğmaya çalışır gibi boynuna doladı. Ceketinin kollarını düzeltti. Kolları, her şeyden habersiz, her zamanki yerlerinde durmuş, beni çağırıyorlardı. O ise hırçınlığın dalgasına kapılmış bir çakıl taşı gibi kıyıya vuruyor, biraz geri çekiliyor, şiddetlenip tekrar vuruyor, bu histen kendini bir türlü kurtaramıyordu. Kelimeleri, kapağı aniden açılmış bir kafesten kaçan vahşi hayvanlar gibi dört yanımdaydılar. Her biri bir yerimden ısırıp, kendine bir parça koparmaya çalışıyordu. Sesler uğuldamaya başladı o an. Sanki onun ağzından çıkanlar benim kulaklarıma ulaşana kadar havada kalamıyor, bir noktada irtifa kaybedip kaldırım taşına düşüyorlar, biraz can çekişip, ölüyorlardı. Bir kez daha ağzını açtı. En önemlisini en sona saklamış gibiydi söyleyeceklerinin. Ağzında bir balon gibi patladı harfler, sustu. Son bir darbeyle öldürmekten vazgeçip, sağ bırakan bir merhamet vardı ağız kenarlarında. Arkasını döndü. Sırtı kıtalardan kıtalara uzayıp kısaldı. Boynu, bu ağır galibiyeti daha fazla taşıyamaz gibi yana eğildi. Bir iple yakalarından havaya asılmış gibi dimdik yürüyüp gitti. Bir an önce kaçıp kurtulmak ister gibi, en kestirme yollardan geçerek beni terk etti.  

Arkasından baktım. Her saç telinin yerini ayrı ayrı hafızama işaretledim. Her adımının uzunluğunu, dirseklerinin açısını, gözden kaybolma süresini tek tek kaydettim. Dizlerim tüm insanlığın yükünü taşıyormuş gibi titriyordu. Banka oturdum. Üzerimdeki tozları silkeledim. Hüznün koşar adım gelip, onun kalktığı yere oturmasını bekledim. Bu yeni dünyaya ayın doğuşunu ve kendine tutunacak bir gökyüzü bulamayışını izledim. Yukarısı öfkeli bir yumrukla darmadağın edilmiş bir ayna gibi üzerimizde asılı dururken, denizin tüm sükûnetiyle orada öylece uzanmaya devam etmesine kederlendim. İştahla denize dalan martıların, çok derinlerden geçen lüfer sürülerinin, kıyıdaki yosunların, denize atılmış market poşetlerinin, yerlerdeki yarısı içilmiş sigara izmaritlerinin, çöpü karıştıran sokak kedilerinin, kaldırım taşlarının, iskeleye bağlı balıkçı teknelerinin hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam etmelerine hayret ettim. Sonra birden fark ettim. Tüm dünya benimle beraber masmavi bir toza bulanırken, O,  kalemle çizilmiş bir çemberin içinde gibi, her şeyin dışında kalmıştı. Üzerine ne bir zerre mavi toz konabilmiş ne de üzerimize çöken gökyüzünün hüznü onu durdurmaya yetebilmişti.