O gün onunla,
denize kıyısı olan şehirlerde yaşayıp da yapacak işi olmayan herkesin yaptığı
gibi, sahildeki banklardan birine oturmuş, denize bakıyorduk. Deniz kokan şehirlerde, yüzünü denize, sırtını
dünyaya dönüp, bir bankta oturma ihtiyacı vardır. İnsan bir süre denizin
yakınına gitmese, mengeneye sıkışmış gibi hissetmeye başlar göğsünü. Gün
geçtikçe içi daralır. Hele bir de o bankta iki kişi oturma ihtimali varsa,
ihtiyaçtan öte bir bağımlılıktır iyot kokusu. Omuzların birbirine olan mesafesi,
ellerin durdukları yerler, başın, ne sıklıkta denizden yanındaki yüze döndüğü;
havanın sıcaklığına, rüzgârın yönüne, kişilerin birbirine yakınlığına göre
değişir. Biz o gün biraz uzak oturuyorduk. O, ellerini ceplerine sokmuştu.
Bakışlarını karşı kıyıdaki bilinmez bir evin çatısındaki bir kuş yuvasına,
belki bir balkonda çamaşır asan kadının lodosla havalanan eteklerine, kimsenin
göremeyeceği kadar uzaktan geçen bir yelkenliye, martıların çığlık çığlığa
üzerinde döndüğü deniz fenerine, kim bilir neye, sabitlemişti. Omuzlarımız
değmekten çok öte, sakınmışlardı birbirlerinden. Tam o an, bizi birbirimize
bağlayan görünmez tellerden biri kopmuş, belki hatırlamadığımız ama içten içe
asla da unutmadığımız kötü bir söz gibi bizi birbirimizin dâhil olduğu
çemberlerin dışına atmıştı. Birbirine değmeden yan yana duran iki çember
geliyordu gözümün önüne ona baktıkça. Aramızdaki mesafeyi karışımla ölçüyor,
binle çarpıp büyütüyor, tam kalbimin altındaki boşluğa sığdırmaya çalışıyordum.
Boşluk büyüdükçe, içini envai çeşit korkuyla, tedirginlikle, hırçınlıkla
dolduruyordum. O kadar meşguldüm ki içimde sürüp giden kargaşayla, dışarıdan
biri o gün bize baksa, benim kepenkleri indirilmiş bir mağaza vitrini gibi
görünen yüzümü görecekti. Bu sırada güneşin üstümüzden usul usul geçtiğini,
saçlarımızı darmadağın edip karşı kıyıya ulaştığını göremedim. Havadaki keskin ıstırap
kokusunu fark edemedim. Günlerden salıydı. Havanın öyle çok sıcak olduğu
falan yoktu. Keyfi yerinde olmayan bir bahar günüydü. Arada bir lodos
usulca saçlarımızdan teller koparıp, bu günün hatırası olarak saklıyordu. Her
şey olup biterken, biz, içi çok uzun süre önce boşalmış deniz kabukları gibi kıyıda
durduğumuzdan, hiçbir şey hissetmiyorduk.
Hiç ses duymadım. İnsanların gözleri hayretle büyüyüp küçülürken ağızları neden
sessizce açılıp kapanıyor, anlamadım. Havada uçuşan binlerce toz zerresinin nereden
çıktığını merak etmedim. Yalnızca bir an, biri gelip beni çok derin bir uykudan
uyandırmış gibi irkildim. Gözlerime balık pulları, paslı tankerlerden dökülmüş
metal parçaları, kopup suya karışmış misina ipleri dolmuştu. Tekrar tekrar
gözlerimi kapatıp, açtım. İşe yaramadı. Görüntü giderek bulanıklaştı. Gözlerime
kaçan ne varsa ellerimle teker teker çıkarmaya başladım. Çıkardıklarımı özenle
katlayıp cüzdanıma koyuyor, sığmayanları ceplerime dolduruyordum. Ceplerim
iyice şişkinleştiğinde, gözlerimdeki her şey de çıkmıştı. Gözlerimi açtım. O'nun
yerinde bir martı oturuyordu. Gagasında yeni yakalanmış bir istavritle,
bembeyaz kanatlarını açıp kapattıkça, etrafa sular sıçrıyordu. Balığı tek
lokmada yutarken azıcık bile vicdan azabı yaşamıyordu. Ona baktığımı görünce
konuşmaya başladı benimle. Kimseye asla söylemeyeceğime yeminler ettirip,
pişmanlıklarını anlattı. Kimlerin kalbini parça parça balıklara yem etmiş,
kimleri poyrazlı günlerde denize kurban etmiş, kimleri bir fırtına anında
ölüme terk etmiş, hepsini bir bir anlattı. Anlattığına pişman oldu hemen
ardından ve benden ölesiye nefret etti. Nefretin yüzüne çizdiği harfleri,
kanadıyla silmek istedi. Ovalayıp silmeye çalıştıkça, silinenlerin yerine yeni
harfler belirdi. Teker teker edepsiz kelimelere dönüştü harfler. Ardından da
ağza alınmayacak cümleler çıktı ortaya. Derin bir nefes alıp, başımı öne eğdim.
İlk defa o zaman, tuhaf bir şeyler olduğunu hissettim.
Kafamı korkuyla şehre çevirdim.
Gözümün görebildiği her şey masmavi bir tozla kaplanmıştı. Sonra ellerimi,
pantolonumu, ayakkabılarımı fark etim. Bazı evlerin çatıları, üzerine
dökülen tozun ağırlığını kaldıramayıp, çökmüştü. Tüm arabalar, otobüsler,
bisikletler yollarda durmuş, insanlar evlerinden
sokaklara inmiş, yukarıya bakıyorlardı. Herkesin üstü başı, saçları toza
bulanmıştı. Gördüğüm dünya, hayal gücü sonsuz bir ilkokul çocuğunun pastel
boyalarla yaptığı bir resme benziyordu. Oturduğum banktan kalktım. Şehre doğru
iki adım attım. Eğilip, elimi yerdeki toza sürdüm. Rendelenmiş sabun gibiydi.
İnsanın elinden kayıp gidiyordu. Kokusu, yosun tutmuş bir kayaya benziyordu.
İnsan gözlerini kapatsa, bir yaz öğleden sonrası yüzerken ayağını vurduğu o
kayanın yanında olduğunu zannedebilirdi. Her yer o kadar maviydi ki denizin
nerede başlayıp bittiğini anlayamıyordum artık dikildiğim yerden bakınca. Sanki
hepimiz bir anda suyun altına inmiştik. Belki de gerçekten inmiştik. Belki de
boğuluyormuş gibi hissetmemin nedeni buydu. Derin bir nefes aldım. Nefesimin
içimde gittiği yolu izledim. Burnumu yakan koku, boğazımdan geçiyor, geçtiği an
kayboluyordu. Aldığım her nefes, sanki ben bir yerinden delinmiş plastik bir poşetmişim
gibi, ciğerlerime ulaşamadan bedenimden çıkıp gidiyordu. İnsanların
yüzlerine bakınca kimsenin eskisi gibi nefes alamadığını fark ettim. Ağızlarını
her şey yavaş çekimde oluyormuş gibi açıp kapatarak, sık sık nefes alıyorlardı.
O sırada lodos poyraza dönmeye, hava soğumaya başladı. Tozlar havada dönerek
sürekli yer değiştiriyor, ağzımıza burnumuza kaçıp, nefes almamızı iyice
zorlaştırıyorlardı. Arada, biri eline bir çuval toz alıp, üzerimize
serpiştiriyormuş gibi hızlanıyorlar, açıkta kalan bir yer varsa orayı da hemen
kaplıyorlardı. Sonra bir anlığına yavaşlıyorlar, insanlar da derin bir nefes
alıyordu. Birden devasa boyutlarda bir toz parçası tam ayaklarımın dibine kulaklarımızı
sağır eden bir gürültüyle düştü. Dehşetle kafamı kaldırıp, yukarıya baktım.
Gördüğüm şey o kadar imkânsızdı ki anlık bir göz yanılması gibi bir süre
bakarsam düzeleceğini zannettim. Saatlerce orada dikilip, baktım. Çok korktuğu
bir şey sonunda başına gelmiş bir insan gibi acı ve rahatlama hissinin
birbirine karıştığını duyuyordum damarlarımda. Bu his, yavaşça tüm organlarıma
yayılıyordu. Saç diplerim, bileklerim, elmacık kemiklerim ısınmaya başladı.
Hala inanamıyor ama alışıyordum gördüğüm şeye.
Gökyüzü üzerimize çökmüştü.
Aniden “bir şey
demeyecek misin” dedi. Yüzü yüzüme o kadar yakındı ki uzansam gözlerindeki takımyıldızlara
dokunabilirdim. Baktıkça yıldızlar raptiyeyle tutturuldukları yerlerden çıkıp, kaymaya
başladılar. Aklıma tek bir şey gelmiyor, tüm dilek haklarım ellerimden kaçıp
gidiyordu. Denize doğru dönüp “aslında ben de böyle olsun istemedim” dedi.
Elime uzandı. Parmakları ateşte yeni dövülmüş metal parçaları gibi sıcaktı. Elimi,
bakmaya tahammül edemiyormuş gibi bıraktı birden. “Susma bir şey söyle” dedi
sinirlenerek. Konuştukça, yüzündeki mevsimler bahardan kışa, kıştan yaza
durmadan değişiyordu. “Hep sen bu kadar taş gibi tepkisiz, bu kadar duygusuz olduğun
için oldu aslında bunlar” dedi. “Sen kimseyi sevemezsin kendinden başka” diyen
sesi, kararmaya başlayan akşamı en ince yerinden delip geçti. Ayağa kalktı.
Atkısını kendini boğmaya çalışır gibi boynuna doladı. Ceketinin kollarını
düzeltti. Kolları, her şeyden habersiz, her zamanki yerlerinde durmuş,
beni çağırıyorlardı. O ise hırçınlığın dalgasına kapılmış bir çakıl taşı gibi
kıyıya vuruyor, biraz geri çekiliyor, şiddetlenip tekrar vuruyor, bu histen
kendini bir türlü kurtaramıyordu. Kelimeleri, kapağı aniden açılmış bir
kafesten kaçan vahşi hayvanlar gibi dört yanımdaydılar. Her biri bir yerimden
ısırıp, kendine bir parça koparmaya çalışıyordu. Sesler uğuldamaya başladı o
an. Sanki onun ağzından çıkanlar benim kulaklarıma ulaşana kadar havada
kalamıyor, bir noktada irtifa kaybedip kaldırım taşına düşüyorlar, biraz can
çekişip, ölüyorlardı. Bir kez daha ağzını açtı. En önemlisini en sona saklamış
gibiydi söyleyeceklerinin. Ağzında bir balon gibi patladı harfler, sustu. Son
bir darbeyle öldürmekten vazgeçip, sağ bırakan bir merhamet vardı ağız
kenarlarında. Arkasını döndü. Sırtı kıtalardan kıtalara uzayıp kısaldı. Boynu,
bu ağır galibiyeti daha fazla taşıyamaz gibi yana eğildi. Bir iple yakalarından
havaya asılmış gibi dimdik yürüyüp gitti. Bir an önce kaçıp kurtulmak ister
gibi, en kestirme yollardan geçerek beni terk etti.
Arkasından baktım. Her
saç telinin yerini ayrı ayrı hafızama işaretledim. Her adımının uzunluğunu,
dirseklerinin açısını, gözden kaybolma süresini tek tek kaydettim. Dizlerim tüm
insanlığın yükünü taşıyormuş gibi titriyordu. Banka oturdum. Üzerimdeki tozları
silkeledim. Hüznün koşar adım gelip, onun kalktığı yere oturmasını bekledim.
Bu yeni dünyaya ayın doğuşunu ve kendine tutunacak bir gökyüzü bulamayışını
izledim. Yukarısı öfkeli bir yumrukla darmadağın edilmiş bir ayna gibi
üzerimizde asılı dururken, denizin tüm sükûnetiyle orada öylece uzanmaya devam etmesine
kederlendim. İştahla denize dalan martıların, çok derinlerden geçen lüfer
sürülerinin, kıyıdaki yosunların, denize atılmış market poşetlerinin,
yerlerdeki yarısı içilmiş sigara izmaritlerinin, çöpü karıştıran sokak
kedilerinin, kaldırım taşlarının, iskeleye bağlı balıkçı teknelerinin hiçbir
şey olmamış gibi yaşamaya devam etmelerine hayret ettim. Sonra birden fark ettim.
Tüm dünya benimle beraber masmavi bir toza bulanırken, O, kalemle çizilmiş bir çemberin içinde gibi, her
şeyin dışında kalmıştı. Üzerine ne bir zerre mavi toz konabilmiş ne de
üzerimize çöken gökyüzünün hüznü onu durdurmaya yetebilmişti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder