27 Ekim 2011 Perşembe

Vicdan

Ellerini göğe açmış, yalvarıyordu. Hepimiz içimizden onunla aynı duayı ediyorduk. Aynı gözlerle bakıyorduk yukarıya. Üstümüze yapış yapış bir karanlık dökülüyordu. Susuyorduk. Sözcükler uzaklardan geçen bir tren katarı gibi diziliyordu boğazımıza. Durmuyor, geçip gidiyorlardı. Yetmiyorlardı. Anlamsızlardı. Ne yapsalar bir iç çekişin yerini dolduramayacaklarını  bildiklerinden köşelerinde oturuyorlardı  sessizce. Bitmiyorlardı.  Hislerimizin gölgeleriydiler ve ancak bir gölge kadar anlamlıydılar.

Söyleyemediğimiz kelimelerden organlar oluşuyordu içimizde her nefeste. İç organlarımız büyüyor büyüyor, içimize sığmamaya başlayıp, bizi sıkıştırıyorlardı. Derisine sığamayan yılanlar gibi, delip çıkmak istiyorduk içinden bedenlerimizin. Yapamıyorduk. Ceketlerimizi çıkarıyor, kravatlarımızı gevşetiyor, gömleklerimizin kollarını kıvırıyorduk zaman geçtikçe. Gidip buzdolabını açıyor, uzun uzun dikiliyorduk önünde. Yaşamda bulamadığımız ne varsa içinde arıyorduk. Bulamayıp, kapatıyorduk. Kitapları açıp kapatıyorduk. Televizyonu açıp, biraz bakıp kapatıyorduk. Evin, işin, arabanın, asansörün kapılarını açıp kapatıyorduk. Bir tek kendi sesimizi açamıyor, O'nunkini kapatamıyorduk.

Ellerini göğe açmış, yalvarıyordu. Nefes almak için bile susmuyordu. Vahşi bir kabilenin reisi gibi göklerdeki Tanrılarla konuşuyordu. Yaşanmamış hayatların, kurulmamış hayallerin, erkene kurulmuş saatlerin hesabını soruyordu. Sesi bazen karşımızdaki dağlardan yankılanıp yüzümüze çarpıyordu. Bazen harfler ufacık oluyor, karıncalar bile duyamıyordu. Durmuyordu. Konuştukça yüzü çöküyor, boyu bir kısalıp bir uzuyordu. Nihayet güneş elini gecenin karanlığına uzattığında rüzgar çıktı. Bize sivri uçlu oklar sapladı, O'nu paramparça etti. Gözleri kaldı yalnızca. Uzaklara sabitlenmiş bakışlarını alıp cebime koydum.

Hepimiz kanıyorduk, toprak içiyordu. Birazını içiyor, çoğunu kusuyordu. Kustukça rüzgar hızlanıyor, her yer sarsılıyordu. O'nunla beraber bakıyorduk şimdi. Yıkıntıların içindeki dünyayı arıyorduk. Boğanın boynuzlarında asılı duran hayatlarımıza bakıyorduk. Baktıkça daha da çok kanıyorduk.

Hepimiz vicdanlarımızdan vurulmuştuk.


17 Ekim 2011 Pazartesi

Yeryüzünün yaraları

Soğuk ve yağmurlu günler başladı. Odalar daha karanlık. İnsanın içi daha derin, dışı daha sessiz. Daha bir sığamıyor odalara. Evlerin tavanları daha basık sanki. Geceler uzadıkça yalnızlık da uzuyor. Her şey sıcak içilmeye başlandıkça battaniyeler, yastıklar buz gibi oluyor. İki kişilik yataklarda yalnız yatanlar sabahları donmuş ayaklarla uyanıyor. Gökyüzü çoktan yok oldu. Gri bir boşluk kaldı geriye. İnsanlar gri boşlukta açılmış birer yara izi. Uzun, kısa, zayıf, derin yara izleri... Yeryüzünün yaraları nasıl iyileşir, bilmiyorum.


İnsan içi sıkıldığında dünyaya bakacak bir kapı, pencere arıyor ya telaşla, iyi gelecek ne görüyor acaba? Kapkara bulutlar mı teselli edecek bizi? Biçimsiz çatılar, televizyon antenleri, boyası dökülmüş apartmanlar mı? Daracık yollardan geçemeyen araba kornaları mı avutacak içimizde haykırıp duran insancıkları? Elime bir ecza dolabı açıp çıkayım, diyorum dışarıya. Pastil yumuşatsın sokakların rüzgarını. Şimşekler birer aspirin yutsun.  Emedur vereyim de kusmasın ağaçlar yapraklarını daha fazla. Tavuk suyuna çorba yapıp içireyim soğuk kaldırım taşlarına. Yara bantlarını nerede çatlamış bir duvar görsem yapıştırayım. Köprünün ayaklarına birer sıcak su torbası yerleştireyim. Boğaz üşütmesin poyrazda, kaşkol sarayım.


Sonra nane limon kaynatıp, kalbime basayım diyorum. Bir kaşık balın üzerine karabiber döküp göğsüme süreyim. Sirkeli bezler koyayım yüzümde öptüğün ne kadar hücre varsa üzerine. Ellerim ne yapsam ısınmıyor, içimde bir ateşten top, sönmüyor. Aktarda yatıp kalkıyorum günlerdir. Faydasız. Geçmiyor. Karşı pencerede tüm gün oturan adamın bardağındaki ıhlamur olmak istiyorum. Çay kaşığı beni döndürsün, döndürsün. İlk yudumda parçalanıp, yok olayım.






9 Ekim 2011 Pazar

Pazar

Yağmurun yağdığı günleri, günlerden  pazarsa severdin. Tüm gün dışarıya bakardın gökyüzünde bir iz ararcasına. Yeterince bakarsan kimsenin göremediği bir işaret görebilirmişsin gibi. Gördün mü gerçekten bilmiyorum, gördüysen de bana söylemedin. Pencerenin önünde otururken o kadar uzaklarda olurdun ki... Eline dokunduğumda irkilmezdin. Başını çevirip bakmazdın. Senden yayılan sıcaklığın azaldığını hissederdim akşama doğru. Sanki sesimi çıkarmasam, bıraksam seni, parçalanıp un ufak olacaktın gün sonunda. Pencereden savrulup gidecektin.

Ben televizyon izlerken aynı odada otururduk. Seninle aynı hayalin topraklarında olabilmek için o an aklından geçen yerleri bulmaya çalışırdım. Benim haritamda işaretli değildi oralar, bulamazdım. Yalnız başıma oturur, sırtından geçen kervanları izlerdim. 

Geri geldiğin anları saatin kadranına işaretlerdim. Gittiğin yerlerde zaman daha hızlı geçiyor olmalıydı. Yorgun dönerdin. Avurtların çökmüş olurdu. Saçlarının birkaç teli daha kırlaşmış. Gözlerinin kenarlarında yeni kırışıklıklarla gelirdin. İçinde yeni kırgınlıklarla. Ellerinde yeni çatlaklarla. Kalbinde zamansız büyümüş duygularla.  Kaybolurduk bazen kelimelerinin uğradığı duraklarda. Vazgeçerdik öpüşmekten konuşarak yıpranmış dudaklarla. Ne yapsam bulamazdım seni oturduğun kadife koltukta. Ne kadar dokunsam tenine, değemezdim. Sana her daim teğet geçerdim.


Kedi ansızın çıktı sandalyenin altından. Sağanak şimşeklerin gürültüsünden korkmadı. Dışarıda ıslanan sokak kedilerini bir an bile umursamadı. Gerindi. Önümden geçerken bir an durup yüzüme baktı. Yüzümde sıcak yaz öğleden sonralarından kalan bir iz aradı.  Bulamadı. Tutundum kuyruğuna. Yalnızlıktan birer tasma taktık. Onun tüyleri, benim saçlarım sonsuzluğa uzadı. Var olamadık, yok olamadık. Zamanın ucunda bir yerde asılı kaldık. 


Asırlar sonra bir gün, dönüp, baktın. Kalktın. Evin tüm odalarında aradın beni. Dünyanın tüm sokaklarına bakındın. Ayağında ev terlikleriyle koştun boş sokaklarda. Saklanacak yer bulamadın. Kimsenin  oturacağı taş, yaslanacağı duvar, açacağı kapı olamadın.
Ben çekmecelerde yoktum. Duvardaki çatlaklarda hiç bulunmadım. Kirli çamaşırların arasında olmadım. Takımyıldızların ucuna tutunmadım. Senelerdir giymediğin bir ceketinin mendil cebindeydim. Çok aradın  beni ama bulamadın.


3 Ekim 2011 Pazartesi

Son kara parçası.

Gece mavisi sessizlikte uzanıyorum. Çok uzak bir dünyadan az önce geri dönmüşüm. Kafam çok uzun zaman suyun içinde kalmış, tam boğulurken biri tutup beni çıkarmış. Daha önce zaman üzerimden akıp giderken, şimdi içimden geçiyormuş. Midemin çeperlerine çarpıp etkisi azalıyormuş saniyelerin. Yelkovan, yağız bir at gibi dörtnala koşarken karanlıkta; akrep bir bacağı topal, ona yetişmeye çalışıyormuş. Bu yatak, boşlukta duran son kara parçasıymış. Etrafım sisli bir sonsuzluk. Boşlukta uzanıyorum.


Uzandıkça, bacaklarım kollarım ayrı ayrı uzamaya başlıyor. Uzansam, dağların eteklerindeki taze karlara dokunabilirim. Bozkırların kollarında uzanan bir vadiyim. Bir karınca kafilesi ritmini hiç sektirmeden üzerimden geçiyor. Geçtiği her yerde edepsiz bir fırtına kokusu bırakıyor. Antenlerinde binlerce gün doğumu gün batımına dönüşüyor. Ayaklarının birbirine sürtündüğünde çıkardığı sesi duyuyorum. Benim ayaklarım en az yirmi ton, kımıldayamıyorum. Tüm iç organlarım kurak topraklar gibi çatlıyor. Yerimden kalkıp, bir damla su bulamıyorum. Gökyüzü bin kanallı bir televizyon. Yağmursuz bulutlar avare avare dolaşıyorlar. Parmak uçlarım hissiz. Çatıdan sarkan buz sarkıtları gibi uzanıyorlar ellerimden aşağıya. Havalanıyor yatak yerden. Aşağıya bakamıyorum. Karanlık yeryüzü beni ürkütüyor.


Kapının açıldığını duyuyorum. Hafif adımlarının son dünya toprağına yaklaştığını. Bana asla varamayacakmışsın; son adımında yer paramparça olacakmış, düşecekmişsin gibi hissediyorum karadeliklerden birine. Gözlerimi kapatıyorum. Kapatsam da görmeye devam ediyorum eğilip yüzüme baktığını. Saçlarımı okşarken hangi saç tellerime dokunduysan onlara isimler koyuyorum. Uzun bir yoldan gelmiş gibi halin. Sanki senelerdir görmemiş gibi bakıyorsun yüzüme. Sanki ilk kez gördüğün birine bakar gibi. Umduğunu bulamayıp, erken çıktığın bir filmden çıkarken sinema perdesine son kez bakar gibi. Okumaktan vezgeçtiğin bir kitapta kaldığın yeri işaretler gibi gezdiriyorsun parmaklarını yanağımda. Işığı açmıyorsun, ben de gözlerimi.


Yavaşça inerken yatak yere, ahşap döşemede derin bir yarık açılıyor. Kalbimde daha derin bir tane. Biliyorum ki sen kendi ellerinle açtığın bu yarayı istesen de iyileştiremeyeceksin. Ben kendi ellerimle yarattığım seni değiştiremeyeceğim. Dünyanın üzerinde dolaşan bu yatakta, yolları asla kesişmeyen iki yabancı gibi birbirimizi arayıp duracağız.