Bakmayın artık, diye bağırdığımı hatırlıyorum. Dinlemiyorlar. Gözlerini bile kırpmadan bakmaya devam ediyorlar.
Oysa ne kadar çıplak bir anım. O çukurun yanındayım. Eğilip bakıyorum. İçi rengarenk ve rüzgarlı. Serin bir yaz akşamı gibi kokuyor. Çok derin. Derin bir nefes kadar, derin. Aynı derinliklerden edepsiz bir his gelip yerleşiyor karın boşluğuma. Hayatta kalma içgüdüsü kadar kuvvetli. Çukurda ne varsa benim olsun istiyorum. Ellerimi renklerin içine sokuyorum. Turuncular ellerimden akıp giderken, sarılar reçine gibi tırnaklarımın aralarına yapışıp kalıyor. Çıkarmaya uğraşmıyorum. Çaldıklarımı ceplerime koymaya çalışıyorum. Ne kadar çok şey alırsam, içeride o kadar çoğalıyorlar. Bazılarını geride bırakmam gerek, biliyorum ama yapamıyorum. Plastik kutular var. Kirli makyaj pamukları. Yanmış izmaritler. Boynundan yaralı şişeler. Çekirdek kabukları. Dökülmüş saçlar. Yara bantları. Sümüklü mendiller. Patlak bisiklet tekerlekleri. Yenmiş tırnaklar. İğnesi kırık şırıngalar. Yarısı parçalanmış kayalar. Sulara gömülmüş şehirler. Kurumuş dere yatakları. Kaymış yıldızlar. Kökünden sökülmüş ağaçlar var. O kadar büyükler ki cebime sığdıramıyorum.
Ceplerim doldukça, içimde duvarlar yıkılıyor. Bir şeyleri birbirine bağlayan vidaların gevşeyen seslerini duyuyorum. Korkunç bir deprem anında havada asılıyım. Korkmuyorum. Olmasından korkarak yaşadığım her şey bir anda oluyor gibi hissediyorum. İçimde kıtalar çarpışarak birleşiyor. Darmadağın bir dünyanın ortasında, hava ne kadar berrak. Yemyeşil çimenlerde çırılçıplak yuvarlanıyorum.
Bakıyor musunuz hala, diyorum. Yoklar. Uzaktan seslerini duyuyorum. Ne dedikleri anlaşılmıyor.