4 Temmuz 2015 Cumartesi

Gidilmemiş yerler atlası-8

Biz, mesela seninle ayrılsak, kesin her yerde karşılaşırız, dedi durup dururken. Biliyordum ki böyle sözleri asla durup dururken söylemiyordu. Bu sabah beni sabah alarmı çalmadan bir saat önce uyandırmıştı. Rüyamda duyduğum konuşmanın gerçek olduğunu fark edince açmıştım gözlerimi. Kendi kendine ya da kafasındaki bir sesle konuşuyordu. Ayrılmaktan bahsettiğini duyduğum cümleyle beraber algım birden açılmış olmalı. Öncesinde sürdürdüğü konuşmanın ilk birkaç cümlesini duyamamıştım ve ömür boyu merak edecektim. Ona doğru döndüğümde yastığını dikleştirmiş, her ay aldığı edebiyat dergileri yığınından birini seçmiş, okuyordu. Bitirdiği sayfayı diğerinin üzerine katlayıp, okumaya devam ederken elini uzattı, yanağımı okşadı. Bence hiçbir yerde karşılaşmayız, dedim. Saatin ne kadar erken olduğunu görünce, neden erkenden uyandın, dedim. Bilmem, uykum bitmiş, dedi. Haydi kalk, kahvaltıya gidelim.

Terasının alçak duvarlarındaki martıların tüylerini iyice kabartarak kürk mantolu orta yaşlı kadınlar gibi şüphesiz birini yahut bir saati bekledikleri ancak bize hiçbir ipucu vermedikleri bir kafedeydik. Buz gibi bir kış sabahıydı. Bulutların çamur rengine baktıkça içimden yatağa geri dönüp günlerce hiç kalkmadan uyumak geliyordu. Tabağımdaki sandviç ben kesip parçalara ayırdıkça, çoğalıyordu. Kahvemi üzerinden biraz içip biraz süt ekleyerek, karamel rengi bir bulamaca çevirmeyi başarmıştım. Yün atkımı çıkarmadığımdan boynumda sıcak bir el varmış gibi hissediyordum. Masalarda hep birbirimize mesafeli otururduk, yine öyleydik. Biri uzaktan bize baksa, az önce sırada beklerken tanıştığımızı ya da yer olmadığı için aynı masada oturduğumuzu düşünebilirdi. Benim karışımla ancak üç karış gelen mermer masanın iki yanındaki sandalyelerimiz ancak birbirine karşıt görüşlü iki grubun liselerde yaptıkları münazaralar esnasında görülebilecek şekilde konumlanmıştı.


Benim yüzümden.
Ben sevmeyi yirmi beş yaşından sonra bisiklete binmeyi öğrenen biri gibi zar zor öğrenmiştim. Bu yüzden de acemiliğimi kim biraz dikkatlice baksa görebilirdi. Güzel sevememek, yenmeye çalıştığım bir hastalık gibi bazen nüksediyor, içimde nefes alabileceği bir sükunet bulduğunda hafifliyordu. Hafiflediği zamanlar, sinemada uzanıp elini tutuveriyordum, dondurma yerken dudağında kalan çikolata parçasını parmağımla alıp yiyordum, sokakta yürürken birden durup kalabalıklar içinde öptüğüm, arkadaşlarının yanında gidip göğsüne yaslanıverdiğim oluyordu. Kendimden umudumu kaybetmiyordum. Belki de sadece bu sabahın kimyası bozuktu. Bu hissin benimle ilgisi yoktu. Yine de ellerimden anlıyordum, bir şeyler yolunda gitmiyordu. Parmaklarım biraz atkımda dolaşıyor, saçlarımı sağdan sola dağıtıyor, su şişesinin etiketini söküyorlardı. Arada bir onları durdurabilmek için, kollarımı göğsümde çapraz yapıp bağlıyordum, nafile. Biraz sonra yine ekmek kırıntılarında dolaşan serçeler gibi oradan oraya uçuşuyorlardı.

 Başka biri mi var, dedim birden.

 Durup dururken.
 Daha cümle ağzımdan çıkarken, tüm harflerin tek tek belini kırmak istedim. Mümkün olsa sesleri dilimle havada yakalayıp nereden çıktılarsa oraya geri sokuverecektim. Yapamadım. Bir an ikimiz de havada asılı kalan soruya baktık. O an her şey o kadar yavaş çekimde yaşanıyordu ki bunun ne kadar sürdüğünü kestirebilmek olanaksızdı. Belki o zaman diliminde 9:15 vapuru yanaşmıştı iskeleye ve yolcular paltolarının önlerini sıkı sıkı kapatarak başlarını öne eğmiş, rüzgarda savrularak işlerine varmışlardı. Belki bir sonraki vapur gelene kadar susup bakmıştık birbirimize. Belki biz orada öylece otururken mevsimler dönmüş, bir sonraki kış gelmişti. Gökyüzünde nereye gideceğini bilmeyen kelebekler gibi öbek öbek uçuşmaya başlayanlar da bir sonraki kışın karlarıydı. Ölmüştüm belki ben orada otururken. Bir sonraki hayatımda nasıl bir tesadüfler zinciriyse artık, yine aynı adamla aynı yerde oturuyor, çoktan soğumuş kahvemi her seferinde ağzıma götürüp içmeden masaya geri koyuyordum.

Hayalimde, bu soruya, hiç anlam veremeden bakmış, ağzına çarpık bir gülümseme yerleşmiş hemen sonra da kaşları çatılmıştı. Nereden çıkarıyorsun bunları, deyip yüklenecekti bana birazdan. Dönüşmekten en çok korktuğum kadın gibi davrandığım için, az sonra kendimden nefret etmeye başlayacaktım. Başımı öne doğru eğecek, sesimi çıkaramadan bardağın dibindeki iki damla buz gibi kahveyi bir dikişte içip bitirecektim. Seni aldattığımı nasıl düşünürsün, dedikçe, nasıl düşündüm gerçekten, diye uzun uzun düşünecektim. İşe giderken biraz buruk ayrılacaktık. Tüm gün beni bir kez bile aramayacaktı. En yakın arkadaşını öğle arasında arayıp, ben nerede yanlış yapıyorum da bu kadın bunca yıldan sonra hala bana güvenmiyor, diye dert yanacaktı. Bütün gün içim içimi yiyecek, ağzımı haddinden fazla sıcak çaylar ve kopkoyu kahvelerle terbiye edecek, dudaklarımı bütün gün kemirerek cezalandıracaktım. Akşam eve giderken manava uğrayıp, pırasa, taze soğan ve bolca dereotu alacaktım. Evdeki her eşyaya yemek kokusu sinecek, yeni tabakları sofraya koyacak, daha o gelmeden bir buçuk kadeh şarabı içip bitirmiş olacaktım. O yokken içli şarkılar dinleyip hüzünlenecek, beş dakikada bir saate bakacaktım. Beni arayacaktı arabayı park ederken. Hiçbir şey alma, kendin gel diyecektim. Kapıyı açınca sanki yıllardır birbirimizden uzaklarda yaşamışız gibi özlemle sarılacaktım. Bir sonraki sabah kafam göğsünde uyanacaktım. İçimdeki bir yer daha tamir olmuş olacaktı ve başka biri meselesinden bir daha asla bahsetmeyecektik.


Ona baktığımda kafası önüne düşmüştü. Yüzüme bakamıyordu. Benim göremediğim bir cevap yazılıymış gibi çamurlu ayak izlerimizin kuruduğu ahşap döşemeye gözlerini dikmişti. Ellerini nereye koyacağını bulamadıkça terastaki martılar bir yerden havalanıp başka bir yere konuyorlardı. Kapkara bulutlar üzerimizde toplanmıştı. Kar hızlanıyordu. Dışarıda kara yakalananlar kendilerini içeriye attıkça, kalabalık giderek artıyordu. İnsanlar ellerinde evrak çantaları, omuzlarında karların buz tuttuğu paltoları, şemsiyeleri, yerlere kadar atkıları, ceplerine tıkıştırdıkları eldivenleriyle akın akın etrafımızda birikiyorlardı. Hepsi kendine oturacak bir yer, alacak biraz hava, içlerini ısıtacak bir yudum kahve bulmaya uğraşıyordu. Giderek artıyorlar artıyorlar artıyorlardı. Biri gelip topuklu çizmesiyle ayağıma basıyor, annesinin elini tutan sarı montlu çocuk elindeki kekin kırıklarını eteğime döküyor, girecekleri sınavla ilgili son tekrarları yapan öğrencilerden iri olanı koltuğumun kolçağına kalçasını dayıyor, arkamda dikilen takım elbiseli adam kahvesini ağzına götürdükçe elinde tuttuğu paltosunun kenarını saçıma değdiriyor, yere kadar mantosunun önü hala sıkı sıkıya kapalı olan kız erkek tıraşı kesilmiş saçlarındaki karı silkelerken çıkardığı ıslak eldivenleri elime değiyor, içimi ürpertiyordu. Kalabalığın içinden ara ara hırlayan bir köpek sesi bile duyuluyordu. Yine de merdivenlerdeki ayak sesleri bitecek gibi değildi. Bütün şehrin kalabalığı etrafımızda toplanıyor olmalıydı. Nefes alamamaya başlayınca atkımı çıkarıp kucağıma koydum. Saçlarımı çantamın ön gözünde arayıp bulduğum lastikle topladım. Açılacak bir pencere görebilir miyim diye kalabalığın içine bakarken, evet, dedi. Evet, mi dedim. Dosdoğru yüzüme bakıp, evet, dedi. Başka biri var.


Etrafımızdaki tüm kalabalık o saniye yok oldu. İskeleden gelen vapur düdüğüne kafamı çevirip baktığımda, o kadar insanın bir vapura sığmaya çalıştığını, az önce yanımda dikilen sarı montlu çocuğun beresinin güverte korkuluklarına takılı olduğunu, öğrencilerin ders notlarının iskele turnikelerinin yanında yerde çamura bulanmış halde durduğunu gördüm. Her yer bir anda ıssızlaştı. Teras duvarlarındaki martılar bile kaybolmuştu. Gökyüzü bomboştu. Tek bir kahve höpürtüsü, simit çıtırtısı, ayakkabı tıkırtısı, köpek hırıltısı yoktu.


Dünyada kalan en son canlı ben olabilirdim.