29 Aralık 2011 Perşembe

Git

Git.
Her gece başka yastıklarda dal uykuya, başka çarşaflara dolan.
Her sabah başka kokularda aç gözlerini. Ama ne olur  koklama. Çekme içine.
Göğsüne hapsetme.
Bilirim tenin kaydetmez geceleri. Aklın bir anda tanımaz olur dün gördüğü yüzleri. 
Yabancı biri ol.
Anımsama.
O saçları okşama. 
Başını onların göğüslerine yaslama. Derin uykulardan uyanıp sarılma.
Ellerini sakın dudaklarında dolaştırma. Kapat gözlerini. Onları yarın hatırlama.
Yine o vücutlara sarılıp beni gör rüyanda. En uygunsuz anında sevişmelerin, kulaklarına benim adımı fısılda.
Beni düşünürken bul kendini eve dönüş yollarında.
İtiraf etme kendine.
Bana tek bir söz söyleme. Tamam.  Ama inkar edip beni uykusuz gecelere de mahkum etme.
Sessizce oturalım. Susalım. Kelimeler hislerin cılız gölgeleri. Umursamayalım.
Uzat elini. Parmak uçlarıma dokun.
Ne kadar acı varsa içinde, içimden geçiririm. 
Tenim çok ince benim. En ufak bir kıymık batsa ellerine, hissederim.
Kaldır başını. Kaçırma gözlerini.
Her gece,  sana fırlatılmış zehirli bir ok.
Pencereden bak. Dünyada acı ne kadar çok.
Uzatmayalım. 
İçindeki o dolmayan boşluğun benimkinden  farkı yok.

20 Aralık 2011 Salı

Apartman boşluğu

Mutfağa her gidişimde durup bakıyorum. Şu an ne yapıyorlar, diye düşünüyorum. Işıkların sönük olduğu geceler, neredeler, diye merak ediyorum. Karşı karşıya pencerelerimiz. Limon bitse evde, pencereden uzatabiliriz. Yapmıyoruz. Çok yakın olabiliriz birbirimize. Olmuyoruz. Mümkün olduğunca birbirimize bakmıyoruz. Bazen birbirimizin aynası oluyoruz. Aynı anda bulaşıkları yıkamaya başlıyoruz. Ben hep ondan önce bitiriyorum. Ellerimi kurulayıp pencereyi kapatırken göz göze geliyoruz. İkimiz de yorgunuz. Gülümsüyoruz. İyi geceler diliyoruz. Ben apartman boşluğunu ona emanet edip yatmaya gidiyorum.


Yatınca bir süre daha su sesleri duyuyorum. Tabak tıngırtıları. Çatal şıngırtıları. Sonra buzdolabını açıp, elmalar portakallar çıkarıyor. Yıkıyor uzun uzun. Melamin bir tepsiye koyuyor meyve tabağını. Aslında hiçbir şeyi kesemeyen kahverengi saplı meyve bıçaklarından var elinde. Kapatıyor ışığı. Salona gidiyor. Tepsiyi kucağına alıp tek kişilik kadife koltuğa oturuyor. Maç izliyor o sırada adam. Kadın bir yandan meyve soyuyor, bir yandan maç özetlerini izliyor. Ya da adamın göremediği başka bir ekrana dikiyor gözlerini. Bilemiyoruz. Portakalları halka halka kesiyor. Upuzun soyuyor elmanın kabuklarını. O kadar uzun ki bir ucu gelip ayaklarıma dolanıyor. Kalkıyorum.


Biri yarına yemek pişiriyor olmalı bu geç saatte. Kavrulmuş soğan kokuyor tüm dünya. Mutfak penceresini açıyorum. Koku içeriye giriyor mu, dışarıya çıkıyor mu belli değil. Karşısı karanlık ve sessiz. Açık pencereden karşı mutfağa bakıyorum. Birinin iç organlarına açıp bakmak gibi bir evin mutfağına bakmak. Kurutulmuş biberlere, reçel kavanozlarına, sıra sıra dizilmiş her boy börek tepsilerine bakıyorum. Kendi mutfağım plastik meyveler gibi. Tatsız tuzsuz. Diyet bisküviler gibi. Hastane yemekleri gibi. Çok zayıf çocuklar gibi. Sevimsiz. İçinde yaşanmadığı her halinden belli.


Kafamı uzatıp apartman boşluğuna bakmaya çalışıyorum. Aşağısı dibi görünmeyen bir kuyu. Dibinde neler var, diye düşünüyorum. İnsanın bildiğini bilmediği şeyler aklın neresinde saklanıyorsa, orası gibi bir yer. Unutmaya çalıştığımız insanlar neresindeyse kalbimizin ya da, aynen orası. Kara delik bu. Girişi yok çıkışı yok. Baca gibi aynı zamanda. Apartmandaki tüm hayatları içinden geçiriyor. Hepimizin yediğini, içtiğini, söylediğini hemen ötekilere yetiştiriyor. Dedikoducu bir komşu. Çok da sevilmeyen bir akraba gibi. Eğilip bakmasam, göz göze gelmesek, çok da karşılaşmasak ne iyi. Aşağıdan bebek ağlayışı geliyor. Bir çocuk flüt çalıyor odalardan birinde. Bu saattte hala yemek yiyenler var. Kocaman bir ev gibi beraber yaşıyoruz boşluk sayesinde.


Kadın tam o an ışığı yakıyor. Elindeki meyve kabuklarını çöpe döküyor. Tepsiyi yıkayıp, bulaşıklığa dayıyor. Durup bakıyor mutfağa uzun uzun. Buzdolabına doğru yaklaşıyor. Kapağını açmaya yelteniyor. Vazgeçiyor. Oturuyor küçük masanın yanındaki taburelerden birine. Ocağın yanından çakmağı alıyor. Bir sigara yakıyor. Ne kadar dalgın. Beni fark etmiyor. Üst katta kavrulan soğandan gözleri yaşarıyor. Elini çenesine dayayıp usul usul ağlıyor. Kapatıyorum camı sessizce. Sigaranın dumanı içimizi dağlıyor.

13 Aralık 2011 Salı

Bir gün

1.gün:  Ellerim poşet dolu. H. faturaları portmantoya bıraktı. Çok sağol, dedim kapatırken kapıyı. Sen sağol, dedi yüzünü yerden kaldırmadan. Kabanımı çıkarmadan poşetleri mutfağa götürdüm. Işık yok. Ses yok. Bomboş odalar. Mutfağa geri döndüm. Havuçları doğramaya başladım. Ocağın bütün gözleri dolu olacak birazdan. O kadar çok yemek pişecek ki, doydukça unutacağız sandım kırgınlıkları. Kapaklarını kapatınca tüm tencerelerin, aradım. Uzun uzun çaldı telefon. Sonunda açtın. Gürültüden duyamadım önce. Anlamıyor musun, dedi ses bana. Bitti. 


2. gün:  İçimde kaynayan bir kazan var. Etrafa sıçrayan kaynar sulardan iç organlarım yanıyor. İşe geç kaldım. Oysa erkenden uyanmıştım sabah. Belki de hiç uyumamıştım, bilmiyorum. Ayaklarım yollarda kendiliğinden yürüyor. Dudaklarım ezberlediği  konuşmalara devam ediyor. Günün sakinliği çıldırtacak gibi beni. G. öğlen gelip yanıma oturuyor. Yüzün bembeyaz, diyor. Bir şey mi oldu?. Öylece bakıyorum yüzüne. Sahi, ne oldu?


5. gün:   Eve giderken ekmek aldım. Kapıyı açınca yüzüme küf kokusu vurdu. Tencerelerde yarısı pişmiş yemekler hala  duruyor. Buzdolabını açtım. Şaraba baktım. Rakıya, biralara baktım. Süte, meyve sularına. Buz gibi su şişesine. Kocaman bir bardağa ağzına kadar su doldurdum. Tabureye oturdum. Ceketimin önünü açtım. Bir dikişte içtim hepsini. Susuz kalmış toprak gibi içtim. Soyundum. Yattım.


19.gün:  İçimde sebepsiz bir serinlik var. Sabah yüzüme vuran güneşle uyandım. Kıpırdamadım. Yataktan kalkmadım. Pencereyi açıp, üstümü iyice örttüm. Üşüdüm biraz. Üşüyünce bütün hücrelerim hareket etti sanki. İçimde ne varsa kalkıp başka bir yere oturdu. Aniden gülümsedim. Anıları deste deste istifledim. Seni özledim. Öyle eskisi gibi kahredici bir özlem değil bu. Ilık ılık. Akşam üzeri esen meltem gibi sakin bir his. Kalktım. Camdan dışarıya baktım. Sonra da gidip kendime bir omlet yaptım.


47.gün:  Bu öğlen lokantada sana rastladım. Geldiğini hissetmiş gibi, içeriye girdiğin an başımı kaldırdım, baktım. Nasıl dayanıyor kalp bunca hırpalanmaya anlamadım. Bir an gerçekten duracak sandım. Başınla selam verdin bana. Daha fazlasını yapmadın. Gidip o esmer kadının tam karşısına oturdun, arkana yaslandın. Pırasa ip ip olup boğazıma dolandı, öleceğim sandım.


54. gün:  Nasıl oldu anlamadım. Bu sabah senin tişörtlerinden birini giymiş halde uyandım. Kalktım. Panjurları kaldırdım. Faturalara baktım. Hepsini teker teker açtım. Sonuncu zarfa gelince dondum kaldım. Beni ne zaman terkettin sen de zarfla anahtar bıraktın? Çantamdan çıkarıp birbirinin eşi iki anahtara uzun uzun baktım. Tişörte sarıldım. Anahtarı bırakanla bu tişörtü giyen aynı adam olamaz, diye düşündüm bir an. Soyundum, saatlerce yıkandım.


78.gün: Islak bir yağmurluk gibi çıkardım seni üzerimden. Bulamayacağım bir yere astım. 


151. gün:  Yazmadım. Kimselere sormadım. Aramadım.


304. gün: Zaman sen gidince başladı. Anladım.


3040.gün: Yok. Hayır. Unutmadım.

4 Aralık 2011 Pazar

Çukur

Elimdeki menünün sayfalarını ezbere biliyorum. Garson, yanı başımda dikiliyor. Sabırsız değil. Bakışlarını yere eğmiyor. İlk resmini çizen çocuğunun başında bekler gibi durup bakıyor benimle beraber menüye. Karar veremesem elimi tutup, düz bir çizgi çizecek sanki sayfanın ortasına. Sayfalara bakmıyorum ki ben, ne yiyeceğim sabahtan beri aklımda. Menünün üzerinden insanların yüzlerine bakıyorum. Bildiğim, çoğunu okşayıp, sevdiğim yüzlerde cuma akşamının tatlı ferahlığı var. O an dünya, bir ilkokul sınıfı kadar sıcak ve havasız. Aydınlık ve umut dolu aynı zamanda. Hiçbir şey için endişelenmiyoruz. I. bir çırpıda sayıyor siparişlerimizi. Gülümsüyor garson. Menüleri çocuğunun başarısıyla gururlanan bir baba gibi alıyor elimizden. E.ye bir kadeh rakı dolduruyor. Bazen hayat ne kadar güzel, diyor birisi içimden. Başımı sallıyorum.


Loş içerisi. Gittikçe ısınıyor. Mutfakta pişen balıkların kokusu yayılıyor havaya. Bir kedi, kuyruğu havada, kapının önünde dolanıp duruyor. Kafamı kaldırırsam göz göze gelebiliriz. Biz aşağıdayız, çukurda. Pencereden baksak farklı yerlere geç kalmış yüzlerce çift koşturan ayak da görürüz. Bakmıyoruz. Gözlerimiz mezelerin rengarenk ekranına kilitlenmiş. Dünyanın dışında bir yerdeyiz. Diğer her yerin alternatifi bir yer. Deniz kıyısının. Ormanın ortasında yeşil bir düzlüğün. Beyaz bulutlu mavi bir gökyüzünün. Yatağın dengi bir yer mesela. Giyinikken çıplağız aslında. Oturuyoruz ama çoktan yattık. Konuşuyoruz ama sevişiyoruz belki bir yandan. Her kadehte aslında güzel bir rüyadayız. Mutlu bir gece. Orası kesin. Gökyüzü lacivert. Tabaklar sakız beyazı. Gözlerimizde yıldızlar yanıp sönüyor. Bazen göktaşları düşüyor kadehlerimize şişeden. Saatlerimizi girişteki askıya astık. İç organlarımız hükmediyor zamana. Karnımız doyana, başımız dönene, gözlerimiz kızarana kadar buradayız.


Arka masadan  biri çatalını yere düşürüyor. Biri tabağını sıyırıyor. Biri yanındakinin kulağına ayıp şeyler fısıldıyor. Gülüyorlar. Biri peçetesine uzatıp ağzını siliyor. Unutuyor elinde peçete olduğunu, konuşurken peçete ağzını kapatıyor. Karşısındaki havaya yükselip patlayan harfler görüyor yalnızca, ne dediğini anlamıyor. Gülümsüyor yine de. Başını sallıyor. Salladıkça aklındaki kelimeler parçalanıp dökülüyorlar ortalığa. Durgun bir suya düşer gibi salata tabağına düşüp dalga dalga yayılıyorlar. Suyunu salmış kara lahanalara karışıp, limona denk geldikleri an eriyorlar.


İlk kadehlerin sonunu görmeden yabancıyız birbirimize yine de. Karşımızdakinin anlattığı hikayeye çok aşina ama sesine biraz uzak. Sesi hiç olmasa el hareketlerinden, dudaklarını büzüşünden, saçlarını kulağının arkasına atışından hikayesinin nerelerinde sevinip üzüldüğünü anlayabiliriz. Masadaki herkesi en az bir şeye ağlarken gördüğümü hatırlıyorum. Pek çok insani hırsın duvarını yıkıp attığımızı düşünüyorum aramızdan. Yine de bazen tuhaf sayılabilecek sessizlik oluyor. Aynı anda susup, çatal bıçak seslerini dinliyoruz. Ayın yeri değişiyor zamanla. Yanaklarımız ısınıyor,  daha çok anlatmaya başlıyoruz. Ş., her zamankinden heyecanlı, ellerini nereye koyacağını bulamıyor oturduğumuzdan beri. Bu gece herkes kimsenin bilmediği bir sırrını anlatsın, diyor. Derin bir nefes alıp veriyoruz. Yok ki, diyoruz. Bakışlarımızı kaldırmıyoruz tabaklarımızdan. Bıçaklar kendiliğinden hızlanıyor ellerimizde. Sözcüklerimizi bileyliyoruz uçlarında. Mutlu anıları ortalarından delip geçiyoruz. Anlatmıyoruz. Değiştiriyoruz konuyu. Kavunun ne kadar lezzetli olduğundan bahsediyoruz.