23 Ağustos 2013 Cuma

Kanatlar


Sabah, aslında iyi başlamıştı. Yalnızca işe gelirken sokaklarda gördüğüm, tekerlekli bavulunu kaldırımlarda yalpalaya yalpalaya işe ulaştırmaya çalışan adamları ve kadınları biraz kıskanmıştım.  Hayal dünyamda, aslında bunların hafta sonunu iş yerinde çok çalışarak geçirecek insanlar olduğuna inanmak istemiştim. Bavulun içinden, gece masanın üzerine koyup kafalarını yaslayacakları ortopedik  yastıklar, yalnızca hafta sonu çalışan insanlar kullandığı için normal çalışanların asla fark etmediği, koridorun sonundaki gizli banyoda giyilecek pofuduk terlikler, gece uykuları gelmesin diye içilecek kahveler için küçük boy bir su ısıtıcı, plastik bardaklar, şekerler, yedek sigara kartonları çıkabileceğini düşünerek avunmuştum. Üzülmüştüm hatta bir an onlar için. O bavulun içinde mayo, havlu, keten elbise üçlüsünden herhangi birinin sessizce,  yarın sabah yerinden çıkıp, özgürlüğüne kavuşacağı anı bekliyor olması ihtimali, sıcak  İstanbul sabahlarında dayanılacak şey değildi. Bunu düşündüğüm sırada yokuşlu bir sokağın başındaydım. Şehrin sesleri, renkleri ve hızı, bir şey hakkında gerçekten ve uzunca düşünmemizi nasıl daima engellemeyi başarıyorsa, yine yaptı. Yokuşun sonuna geldiğimde bavul, sahil, şezlong, tatil gibi milyonlarca hayalin arasına karışıp yok olmuştu. Ben de şimdi ne olduğunu hatırlamadığım bambaşka şeyler düşünmeye dalmıştım.

Az sonra otobüsteydim. Yanımda oturan kadının yediği sandviçten roka kokusu geldiğini fark ettiğim ve ön tarafta şoförün 'inmek istiyorsanız düğmeye basacaksınız' diye bir yandan söylenip bir yandan da dikiz aynasından hangi münasebetsiz yolcunun sorun çıkardığını anlamak için arka tarafı markaja aldığı an, onu okudum. İki cümleydi. Baksan her gün yazdığımız harflerdi. Tuhaf bir halleri yoktu. Yalnız  öyle ağır iki cümleydi ki; yaz başından beri hayali  bir denizde, suyun kaldırma kuvvetine emanet, sırt üstü bıraktığım bedenim birden suya gömülmeye başladı. Çünkü gerçeklerdi. Bu yüzden okundukları an nefes borusundan geçip, sol akciğerin hemen altında bir yere yerleşeceklerdi. Ağırlıkları yüz ölçümleriyle ters orantılı olarak artacak, zaman geçtikçe beni daha da derine  iteceklerdi. Birkaç dakika içinde battım sandım.


"Yere çakılana kadar kanatlarımın olduğuna inanacağım." 

Zaten hayat da yere çakılana kadar yaşanan bir şeydi.


Ağlayacak gibi oldum önce. Biz  burada ne yapıyoruz ? 

Herkes aynı şekilde yaşadığı için artık olağanlaşan bu hayatları gerçekten istiyor muyuz? Tüm yazı beton bloklar arasında içimiz sıkılarak, sıcaktan bayılarak geçirmenin bedeli ay sonunda aldığımız maaşlar mı? Kaç yaz gecesi dolunaya bakarak sahilde oturduk? Kaç kere gece denize girdik? Kaç defa deniz kokan bir balığın kılçıklarını masanın hemen altında oturan kediye yedirdik ellerimizle? Kaç kere karpuz, kaç tane kokusu aklımızı başımızdan alan şeftali yedik bu sene? İncirlerden, adada bağ bozumu zamanı olduğundan kaçımızın haberi var? Güne sahilde yürüyerek başlamanın, fırından taze ekmek almanın, evde kahvaltı etmenin yalnızca üst gelir sınıfına ait alışkanlıklar olabildiği bu şehirde ne işimiz var? Gelecek yaza ertelediğimiz düşler iyi güzel de, hala hayatta olacağımızın garantisi mi var? 

Türkiye' de bir çalışan, yılın 1877 saatini işte geçiriyor. Norveç için sayı 1360, Hollanda için 1426. Buna Türkiye' de kayıtlara geçmeyen, çoğu için ücret talep edilemeyen fazla mesailer dahil değil. 8 saatlik çalışma için hesaplarsak 234,6 günümüz çalışarak geçiyor. Buna bir çalışanın evden çıkma- işte koltuğuna ulaşma süresi olan 1,5 saati ilave edelim. Dönüşü de düşünürsek günde iyimser tahminlerle 2.5-3 saatimiz de yolda geçiyor. Bu da yılda 29.3 gün eder. Bu bir Hollandalının asla tahayyül edemeyeceği türden bir işkence ve zaman kaybı. Biz metrobüste vahşi bir yer kavgasının göbeğindeyken, o, bisikletiyle kanal boyunca yolda karşılaştıklarına selam vererek, evine ulaşıyor. Buna sevmediğimiz insanlarla yediğimiz ve ne yediğimizi tam olarak bilemediğimiz öğle yemeği saatlerini, iş dönüşü eve vardığımızda yemek sepetinden ne yiyeceğimizi seçmeye çalışarak geçirdiğimiz zamanları eklemiyorum. Yemekten sonra uykudan hemen önce geçirdiğimiz yaklaşık 3-4 saate de hayat dediğimizi hatırlatıyorum. 

İçimizde müthiş yetenekli ressamlar, müzisyenler, yazarlar, atletler, şarkıcılar, oyuncular, açacağı fırında harikalar yaratacak, dünyanın en güzel çiçeklerini yetiştirebilecek insanlar var. Her biri sabahları yanımızdan öylece geçip gidiyorlar. Biz de, onlar da içlerinde ne olduğunun farkında değiliz. Çünkü herhangi bir uğraşımıza odaklanacak vaktimiz yok. Şimdi yukarıdaki 1877 saati hatırlarsak, neyi ne için harcadığımızı tekrar düşünelim.

Her şey bittiğinde gözlerimizi kapatırken, ne güzel bir hayat yaşadık, diyebilecek miyiz?

En kısa sürede gerçekten neyi yaşamak istediğimize ve bunu nasıl yapacağımıza karar vermeliyiz.
Yere ne zaman çakılacağımız belli değil ve kanatlar gerçekten yok.