25 Mayıs 2018 Cuma

Bulantı

O öğleden sonra dünyada olan biten hiçbir şeyden haberdar olmak istemediği, kendisi dahil insanlığın tümünden uzakta, biraz hüzünlü müzik ve bolca alkolle geçirmek istediği bir zaman dilimiydi. 

İçinde ne teşhis ne de tedavi edebildiği bir his vardı. Trafik kazasında kopmuş bir bacak gibi içinde bir yerin koptuğunu ama hiçbir yere gitmeden de orada durduğunu hissediyordu. Saatin yelkovanı ilerlemiyordu. Rüzgar esmiyordu. Telefon çalmıyordu. Yoldan kimse geçmiyordu. Hiçbir şey olmuyordu. Hiçlik. Bir şeyler yer değiştirse ya da birden bir şimşek çaksa dünya değişecekti. Olmuyordu. Salondaki tüm eşyalar öylece duruyorlardı. Şişeyi her seferinde bıraktığı yerde bulması gerekiyordu, o bile kendiliğinden kalkıp gelmiyordu. Evin her noktası eskimiş, modası geçmiş, pislenmiş gibiydi. Salonun tam ortasına, parkelerin üzerine oturdu. Bir parkenin üzerinde sanki sadece o parçayı bir ağacın gövdesinden koparıp getirmişler gibi bir oluk vardı. Oysa hepimiz onun da bir fabrikada üretildiğini biliyorduk. Hepimiz bu günlerin bir yere varmadığını, çocuklukta kurulan hayallerin geride kaldığını, hiçbirinin gerçekleşmediğini de biliyorduk. Yetişkin denen şeyin ta kendisi olmuştuk. Sıradanlaşmaya karşı koydukça akşamları yığıldığımız kanepelerde uykuya dalmıştık. Olmayız dediğimiz kim varsa olmuştuk. Hatta anne babalarımızın birebir kopyası. Zamanda geriye gitmek mümkün değildi. İleriye gidişte ise tatmin edici bir vaad yoktu. Öylece yaşıyorduk. Yolun üzerindeki ağaçlar gibi. Denizde yol alan tankerler gibi. Kamyonetlere yüklenip giden yeni cilalanmış ev mobilyaları gibi. 

 İç cevizlerin durduğu kavanozu açıp ağzına bir tane daha attı. İç cevizin kilosu yüz otuz lira olmuştu. Yirmi lira verince bir kese kağıdının içine bir avuç ceviz koyuyorlardı. On beş liralık cevizi çoktan yemişti. Aç karnına içki içip sarhoş olmaktan korkuyordu. Bir yandan da sarhoş olmak istiyordu. Hiçbir şeyin olmadığı şu tuhaf günde sarhoş olmak bile bir yaşam belirtisiydi. Kendisi gerçekten var mıydı yoksa hayal ettiği bir insan mıydı, en azından bundan emin olabilirdi. Hiç bilmediği şarkıcıların acıklı şarkılarından oluşan bir müzik listesi açtı. Tanıdık gelen şarkılarda azıcık ağladı. Bazılarını çok saçma bulup dinlemeden atladı. Genç insanlar artık kendi dillerinde şarkı dinlemiyorlardı. Çok saçmaydı. Kendi dilini sevmek istiyordu. Ait olmak istediği topraklara köklerini salıp orada öylece durmaya muhtaçtı. Ya da buraya ait değilse bir başka yere savrulup orada bir telefon direğine kendini bileğinden kelepçelemeye. Bunları düşünürken sehpanın üzerinde duran orkidelere takıldı gözü. Orkideler yine seramik saksılarının içindeydiler. Orkidelerin bakımıyla ilgili çok video izlemişti. Orkideler aslında yağmur ormanlarında ağaçların üzerinde , onların gövdelerine tutunarak büyüyorlardı. Tropikal iklimde. Şimdi bu ülkede, bu iklimde, plastik şeffaf saksılarının içinde durmadan çiçek açıyorlardı. Kafeste kuş beslemekten ne farkı var, diye düşündü. Bunu onlara nasıl yapıyorduk? Kendimizi hayatlarımızın içine hapsettiğimiz yetmiyor, bir de elimize geçen her türlü canlıyı aynı hayata mahkum ediyorduk. Onlar da pencerenin açıldığı zamanlarda tomurcuklarına çarpan  yalandan rüzgara, şehir şebekesinden verdiğimiz sulara kanıp yaşıyorlardı. Belki aynı şey bizim için de geçerliydi. Bu betonarme çukurun içinde avuç içlerini dayayacak tek bir ağaç gövdesi bulamayan bizde de durum aynıydı. İçi tükenmişti. Ne kadar şarj etmeye kalksa dolmayan bir pil gibi bitmişti. O halde hem orkideleri hem de kendisini kurtarması için yapması gereken her neyse onu yapacaktı. 

Hızla ayağa kalmak istedi ama yapamadı. Sarhoş olmuştu. Baş dönmesiyle kalktığı yere geri oturdu. Midesi bulanıyordu.