30 Ekim 2017 Pazartesi

Uyku

''Bizler ki düşlerin mayasından yaratılmışız,
şuncacık bir adadır hayatımız, ağır uykularla çevrili. ''-W.shakespeare

 Uykuya daldığımız an yok oluyoruz. Kepenkleri indirilmiş bir mağaza vitrini gibi duruyor yüzümüz olduğu yerde. Yarı ölüm dedikleri bu. Oysa öldükten sonra başka bir dünyada ruhun yaşamaya devam edeceğine inanan herkes insanın uyuyunca da başka bir aleme geçtiğini kabul etmeli.

Buz tutmuş ayaklarını ısıtmanın bir yolu yoktu. Açtı yorganı. Demir birer külçe gibi sakız beyazı çarşafın üzerinde duruyorlardı. Her kıvrımlarına uzun uzun baktı. Topukları ne kadar sert, tabanları tenine göre ne kadar da koyu renkti. Bir an insanın en ilkel kalmış yanı ayakları, diye düşündü. Sanki yalın ayak çorak topraklarda koştuğum bambaşka bir önceki hayattan kalmışlar gibi vücudumda, dedi. Taraklılar diye çocukluğundan beri sevmediği ayakları, baktıkça daha da çirkinleşti. Gittikçe büyüdü. Tam o anda T. kapıyı açtı. Dosdoğru pencereye gitti. Önce perdeleri sonra pencereleri açtı. İçeriye sapsarı bir gün doğdu. Her damla ışık  havada binlerce kez patlayarak çoğaldı. Yerdeki tozların, yorgandaki her kıvrımın, aynadaki görüntülerin, çerçevelerdeki fotoğraflarda gülümseyen yüzlerin, her yana saçılmış kitapların arasındaki ayraçların, tarakta kalmış bir kaç tel saçın, komodinin üzerindeki  cam su bardağının her zerresine ayrı ayrı düştü. Kızın yüzündeki kıvrımlar, perdelerin arasındaki gölgeler çoğaldı. 

- Ne bu saçının hali, dedi T. kıza. Bir yandan yere atılmış tişörtleri, etekleri alıp tek ayağı kırık sandalyenin arkasına asıyordu. Sandalye yükünü taşıyamayıp tökezleyince alıp duvara yasladı sandalyeyi de. Elindeki çorabın bir tekini aramak için eğilip  yatağının altına bakarken, kız , neyi varmış ki, yeni uyandım işte, dedi. Bir yandan da eliyle saçlarını yoklayıp anlamaya çalıştı. Elini yatağın altına sokup iki tane birbirinden farklı çorap teki çıkardı. Onlarla beraber küçük bir kağıt parçası da çıktı. Ucundan toz topakları sarkan kağıdın üzerinden büyük harflerle, yarın, aynı yerde, yazıyordu. T.  bir kağıda bir de kızın yüzüne baktı. Kız o sırada pencereden dışarıya bakıyordu. T. çorapları toplayıp götürürken, notu da cebine attı. Kahvaltı hazır, dedi. Kızın o günden tüm hatırladığı bu kadardı.


Birdenbire gözlerini açtı. Nefes nefeseydi. Ağzı kupkuruydu. Bütün iç organları çorak topraklar gibi boydan boya çatlamıştı sanki. Korkunç bir rüyaydı belli ki ama tek bir şey hatırlamıyordu. Başucundaki lambayı yaktı. Sürahiden bir bardak su doldurdu. Birkaç damla geceliğinin yakasına döküldü. İçti. Bir bardak daha doldurdu. Elinde bardakla, yatağın içinden dünyanın karanlığına baktı. Duvarlardaki çatlaklara, tavandaki gölgelere, tam karşısında asılı duran resimdeki dağların yamaçlarına baktı. Odanın şekline baktı. Tam bir kare, dedi. Bir rubik küp kadar kare. Bunu çizen mimar acaba bir kez olsun bu odanın ne kadar kare olduğunu düşünmüş müdür diye düşündü. Bu kare odada yerini bir türlü bulamayan eşyaların her gün oradan oraya volta atacaklarını biliyor muydu. Tavanı yükselen evlerin duvarlarının aynı oranda yükseldiğini fark etmiş miydi? Bu sessizliği ya da? Bu evleri kim bu kadar sessiz yapmıştı? Hiçbir odadan diğerine tek bir nefes alışın, ufacık bir gülümsemenin, iç çekişin geçmediği duvarları kim iyi bir şey sanmıştı? Şu an biri çıkıp ,o uyurken tüm dünyanın birden sona erdiğini ve bu odanın uzayda bir boşlukta asılı kaldığını söylese, inanırdı. 


Aynı anda T.  plastik terliklerini çıkardı. Ayaklarını mutfağın soğuk seramiklerine dayadı. Ayak parmaklarından sırtına kadar uzanan upuzun bir ipin ciğerlerine dolandığını hissediyordu. Her nefes alıp verişinde içindeki kocaman iplik topağı biraz daha genişliyordu. Gündüzleri sokakta attığı her adımın izini, geceleri aklından geçirdiği on düşünceden beşini, uykuların en derin yerini bitmek bilmeyen upuzun bir kaşkol gibi örüyordu bu his. Yaz gecelerini yün süveterlere, kaşkollara, çoraplara dolanmış geçiriyordu. Balkondan gecenin serinini eve sokmaya çalışıyor ama ne yapsa serinleyemiyordu. Sigara dumanının balkonda yanan ısığa doğru uzayıp gidişini izledi. Karşı apartmanda açık unutulmuş bir televizyonun rengi sürekli değişen ışığına baktı uzun uzun. O sırada  her biri gecenin elini sıkı sıkıya tutmuş bir kaç genç gülüştü sokak lambasının altında. Koyu bir rakı kokusunun da havaya karıştığını dikkatlice baksa görürdü T. Onlardaki yaşam sevincinin tazeliğini, taze yüzlerindeki pembeliği alıp saklamak geldi içinden. Bir parçası havada asılı kalmış gülüşlerini alıp, cebine, dün kızın odasında bulduğu notun yanına koydu. Terliklerini eline alıp, parmak uçlarında geçti koridoru. Saçlarının hışırtısı da olmasa insan onun var olduğuna bile inanamazdı bu sessizlikte.


O gece ikisi de uykuya tutunamadı. 


Sabah her zaman geldiği saatte gelip aydınlığını yüzlerine vurdu.

T. yatağın kenarına oturmuş, kızın yüzüne bakıyordu. Dün gece sokaktaki gençlerden çaldığı bir parça sevinci madalyon gibi takmak istiyordu kızın göğsüne. Dudaklarına eliyle bir gülümseme çizip bırakmak istiyordu. Oysa parmak uçlarının yalnızca gölgesi değiyordu kızın yanaklarına. Uyandırmak için gelmişti kızın yanına ama şimdi, yanında durup uyurken birine bakarken insan çok mahrem bir şeye bakıyormuş gibiydi. Uyuyan birine bakmak sanki bir anahtar deliğinden bir odaya bakmak gibiydi. İçeride ne olduğunu göremese de görmeye çalışmaktı. Göz kapaklarını eliyle tutup kaldırsa sanki orada bin kanallı bir televizyon ekranı vardı. Her kanalı ayrı bir dünyanın alanı. Gözlerinin hareketine bakınca kızın şu an burada yattığına inanmak ne zordu. Kepenkleri indirilmiş bir mağaza vitrini gibiydi yüzü.  Karadan ulaşılamayan bir güzel cennet koyu. Haritalarda dahi işaretli olmayan ıssız bir ada. 

Ağır uykularla çevrili.






3 Ekim 2017 Salı

Antikacı

Bugün seni aradım. Açmadın.

Sesinde neler vardı, göremedim.  Bu artık benimle ilgili her şeyi silip attın demek olabilir.  Senin ucunda olmadığın bir uzun telefon çınlamasının benim içimde ilmek atması yıllar süren kaç düğümü açıverdiğini bilirsin. Ben de senin yüzyılın en büyük acılar antikacısı olduğunu bilirim. Söylediğim kötü sözler, ettiğim hakaretler etine olta ucu gibi saplanıp kalmıştır. Gözünün içine bakarak ettiğim ahlar omuz kemiklerini vurup geçen kurşunlar gibidirler. İlk anda olayın sıcaklığıyla anlamamışsındır da gece yatağına yatıp uyumaya çalıştığında canın çok acımıştır. Omzun kırılıp kucağına düşmüştür. Gece yarısı acil servislerde doktor aramışsındır. Ne yapsalar yerine düzgün kaynamamıştır. O günden sonra kimseye dilediğin gibi içten sarılamamışsındır. Kafanın üzerinde beraber dolaştığın kapkara bir bulut gibi, bu da senin lanetin olmuştur. Açmamışsındır.

En son kapıyı öyle bir vurup çıkmıştım ki duvardaki boyalar halının açık renk olan yerine dökülmüştü. Kapı, ben ne yaptım, der gibi menteşelerinden sallanmıştı. Sen öylece bakmıştın. Öylece bakan gözlerinde, birkaç martı çatıdan atlayıp intihar etmişti. Camdan yapılmış gibi hassas midende bir yer kasılmaya başlamış, bir dalga gibi büyümüş ve ben daha apartmanın alt kapısından çıkarken seni klozetin önünde iki büklüm kusar hale getirmişti. Diline cam kırıkları batmıştı. Onlar bana hiç söyleyemediklerindi. Hepsi boğazın pis sularına karışıp gitmişti. Bir uskumru tesadüfen yemiş ve kırk yıl sonra tüm sürüleri boğaza geri dönmeye ikna edebilmişti. Oysa sen ağzını açıp tek kelime etmemiştin. Onun yerine ağzından tuhaf kokulu, buhar gibi bir -poh- sesi çıkmıştı. Yolda kaldıktan sonra takviyeyle çalıştırılmış eski bir arabanın egzozundan ilk çalıştığı an çıkan bir ses gibi. Poh. Bir tıkanıklık aniden açılmış gibi. Belki miden kasılmaya içinden çıkan o sesten sonra başlamıştır. O ses bulutu havadaki toz zerrecikleriyle kol kola girmiş, irileşmiş, pencereden çıkıp gitmiştir. Kesin aceleyle, önüne bakmadan gidiyordur, kendi halinde gökte asılı duran bir yağmur bulutuna çarpmıştır. Hiç beklenmeyen bir zamanda zavallı fanilerin üzerine yağmur yağmıştır. Telefon çalarken gök gürlüyordur, duymamışsındır.

Hiç affetmediğini bilirim. Ne kadar affetmediğini düşününce aklıma çöp evler geliyor. İnsanların pis, gereksiz, sıradan, hastalık yuvası dediği ne kadar anı varsa kolundan tutup getiriyorsun. Muhabbetleri kötü. Nefesleri iğrenç kokuyor. Üstlerinde paçavraya dönmüş kıyafetler. Hangi köşede görsen, çirkin suratlarını hemen tanıyor, aklında bir koltuğa oturtuyorsun. Ben seni şuradan hatırlıyorum, diye başlıyorsun lafa. Hafızanla şaşırtıyorsun. Kahve molası bile vermeden saatlerce konuşuyorsun. Her seferinde içinde bir karanlık oda daha inşa ediliyor yenilerini misafir etmek için. Aklının iplerinden biri daha kalitesiz halatlar gibi ufalanıp gidiyor. Sırtına bir ürperme geliyor. Boğazın ağrımaya başlıyor. Ne gerek var, diyorum. Neden, kendine işkence ediyorsun? Oysa sen kendini affedemediklerini unutmayarak besliyorsun. 

İnsan en çok sevdiklerini en zor affediyor. Sen beni affetmenin kenarındaki dahi geçmiyorsun. İçinde beraber var olabileceğimiz hiçbir fotoğrafı çekmiyorsun. Sarhoşluğunda beni hatırlayacağın içkiler içmiyorsun. Nereye oturmak istersiniz diye soruyorlar, cam kenarını seçmiyorsun. Sokağımdan geçmiyorsun. Aklıma gelmekten vazgeçmiyorsun. Saksılara yeni sardunyalar dikmiyorsun. Deniz kıyılarında gitmiyorsun. Güvercinlere yem vermiyorsun. Karpuzdan irice bir dilim kesip kollarından sularını akıtarak yemiyorsun. Gülümsemiyorsun. Bomboş tarlalardan geçip bir domates tohumu dahi ekmiyorsun. Bekliyorsun. Loş bir odanın sessizliğinde. Telefon çalıyor çalıyor çalıyor. 

Açmıyorsun.