21 Haziran 2015 Pazar

Gidilmemiş yerler atlası-5 / Üst katta oturan adam

Bu masayı seviyor. Masif çam. Burnunu dayayınca, uzaklarda bir ormanının loş, nemli ve kuytu taraflarından kokular duyuyor. Çok uzaklarda bir orman bu. Şimdiye kadar çok az insanın içine adım atabildiği. Düzlüklerinde yabani atlar dörtnala koşuyor.

Elini masanın üzerinde gezdiriyor uzun uzun. Yere kadar inen daracık çekmecelerine koyacak şeyler buluyor mahalledeki eskicilerden. Bazı hafta sonları uzun uzun yürüyüp uzak semtlerin antikacılarına gidiyor. Saatlerce eski şeylere dokunuyor. İçlerinde hafifçe atan kalpleri dinliyor. Parmaklarına eski zamanların, güzel ve kötü anıları olan şeylerin ruhu değiyor. Eve her seferinde gazete kağıdına sarılmış, üzerinde değişik ülkelerin damgaları basılı, birbirinden lüzumsuz ve birbirinden anlamsız eşyalarla dönüyor. Gümüş kaplama İngiliz malı tereyağlıkları seviyor. Kim bilir kaçıncı Hollanda malı cep saati durup durup çalışıyor. Kül tablaları, bir teki daha olmayan Çin porseleni fincanlar, kimin kime gönderdiğini hiç bilemeyeceği kartpostallar, bozuk paralar, sapı çatlamış gözlükler, iç astarı yırtılmış cüzdanlar, desenlerine katı sabunların dolup bir türlü çıkmadığı yüzükler, sedef saplı kitap ayraçları... Akla gelmeyecek bin türlü eşya. Dünyanın eskisini ve eskimeyen hikayesini evinde topluyor. Eve dönerken, hep aynı fırından taze bir francala alıyor. Yolda ucunu yemiyor. O coşkulu zamanları geride bıraktı. Sıcak ekmek kokusunun ayartamadığı bir adamdan bahsediyoruz. Kumaş pantolonunun ütüsünden, saçının taranmış tellerinden, ceketinin cebindeki mendilin bıraktığı sabun kokusundan tanıyabileceğiniz birinden. Akşam balkon demirine konan güvercinlerin, aralık kalmış salon perdelerinden içeriye baktıklarında, kucağındaki tepside birkaç yulaflı bisküvi ve bir fincan ıhlamurla, ana haber bültenini izlediğini gördükleri adam bu. Deniz kıyısı bir bankta otururken nasıl olup da bu kadar dalgın olduğunu merak ettiğiniz. Bu adam ki yaz akşamlarını ayvalıktaki evinin önüne attığı masada, bir kayık tabak kavun ve yirmilik klup rakı şişesiyle geçiren. Bahçesindeki onlarca çeşit çiçek kokusu biraz olsun üzerine sinmeyen adam. Evin önünden siz elinizde deniz şemsiyeniz, topunuz, dondurmanız, olgun şeftaliniz, gazetenizle geçerken bir eliyle şapkasını düzeltip, diğerindeki hortumla bahçeyi sulayan. Sabahın altısında herkes uykunun kollarında tutsakken denizin en mahrem yerlerinde yüzen, basılmamış deniz kabuklarında ayak izlerini, kayalara buruşmuş ellerinin tuzunu bırakan o. Yok hayır tanımıyorsunuz onu. Tanısaydınız belki severdiniz.

Zaten o artık hiç kimseyi değil yalnızca bu masif masayı seviyor. Bakkalın her sabah kapısına bıraktığı gazeteyi alıp, oturuyor masanın başına. Çörek otlu galeta çubukları çayına banıyor yumuşasınlar diye. Masadaki saate bakıyor arada. Alışkanlıklarını öldüremiyor insan ne yapsa. Bir yerlere geç kalma hissini bağrında evcil bir hayvan gibi besliyor. Kuş pazarına gitsem bugün, diye düşünüyor, mısır çarşısından taze ada çayı alsam ya da. Gün o kadar uzun ki önünde. Ucu bucağı görünmeyen bir okyanusun ortasında daracık bir sandalda gibi hissediyor kendini. Zamanın çokluğunda boğulacak gibi oluyor. Bitmeyecek bu hayat diyor. Bu sandalyede herkes öldükten sonra bile yaşamaya devam ediyor olacağım. Masanın ikinci çekmecesini açıp küçük bir şişe lavanta kolonyası çıkarıyor. Ellerine, sakalına, şakaklarına döküyor. Fotoğraflara çevirmiyor kafasını. En alt çekmeceden ona seslenen beylik tabancasına da tıkıyor kulaklarını. Gel diyor, Rauf Bey, seninle bugün Eminönü'ndeki ahbapları dolaşmaya gidelim. Evet, kendi kendisiyle, tam da böyle bir tonda, başka birisiymiş gibi konuşuyor. O sandalyede tüm gün oturamasın diye aklını çelmeye, kandırıp temiz hava alabileceği bir yerlere götürmeye uğraşıyor. Beden mi daha yaşlı, ruh mu, bilemiyoruz. Biri diğerini kandırmaya çalışıyor.

Bu masayı seviyor. Masif çam. Damarlı elleri yaşlılık lekeleriyle desenli. Masanın üzerinde resimli bir takvim gibi duruyorlar. Uzunca zamandır tutulmamışlar, soğuklar. Tırnak diplerinden yenmişler yer yer. Kötü alışkanlıklar birer organ gibi içeride yer etmişler. Zamanla yok olmuyorlar. Ne ada çayı, sıcak ekmek, bozulan musluğa cıvata almaya gitmek istiyor bugün, ne bir parkta aylak aylak oturup gelen geçene bakmak ne de kuş pazarlarında tanımadığı esnafla muhabbet etmek. Oturuyor. Yaşamak ne kadar çok diyor içinden oysa ölüvermek bir tane. Doğru bir tane mesela ama yalanlar bin tane. Aydınlıkta her şey ne kadar çok oysa karanlıkta bakılacak şey yalnızca bir tane. Aklımdan geçen insanlar yüzlerce mesela düşünmeye başlasam ama şu an beni düşünen insan muhtemelen hiç yok. Zaman dediğimiz şey insanın hevesi olduğu kadar. Bıktığın an senle beraber duruyor. Ya da zaman çok uzaklarda nemli ve kuytu bir orman. Geçen zamanı düşündükçe düzlüklerinde yabani atlar dörtnala koşuyor.

Kalkıp salonun kadife perdelerini açıyor sonuna kadar. Tozlar havada dağılıyor, uçuyor uçuyor ve kendilerine konacak yeni yerler buluyorlar. Tozlu terliklere basa basa balkonun ucuna kadar gidiyor. Balkonda boş bir kuş kafesi asılı. Tünek kısmı kış yağmurlarıyla başa çıkamamış, paslanmış. Arada bir güvercinler gelip kafesin önündeki balkon demirlerinde yan yana sıralanıp, kafalarını sağa sola çevire çevire, bir toplama kampının kalıntılarına bakar gibi kafesi inceliyorlar. Mısır tarlalarına dikilen korkuluk gibi bir şey olmalı bu onlar için ama azıcık bile korkmuyorlar, diyor adam içinden. Hayret bir şey, diyor sesli sesli. Ayağıyla ortanca saksısını düzeltip diğerleriyle aynı hizaya getiriyor. Akşamüzeri sularım bunları, diyor. Eğilip, sokağa bakıyor. Bakarken alt katın balkonunda oturan kızı görüyor. Masaya konmuş kuş, ekmek kırıklarını tırtıklarken kızın gözü dalmış, uzaklara bakıyor. Bu kız demek ki geceleri ağlayıp duran, diyor. İyice eğilip bakıyor. Kızın kıvırcık saçları suratının üzerinde sonradan biri gelip kalemle karalamış gibi duruyor. Bembeyaz yüzü. Yanakları içine çökmüş. Ne acaba derdi, diye düşünüyor. Çenesindeki çukuru görüyor nasıl beceriyorsa o kadar uzaktan. Ölen karısına benzetiyor kızı birden. Sürekli hüzünlü bakan gözleri, yüzündeki hep bir derdi varmış da diyemiyormuş ifadesi, ellerinin bembeyazlığı, ufacık kavgalarda titremeye başlayan alt dudağıyla nasıl da çocuk, nasıl da güzeldi derken aklında Bozcaada'da teyze kızının düğününde çektirdikleri fotoğraf canlanıyor. Uçuşan mavi etekleri ne hafifmiş diyor. Belki bu kız da o yaşlardadır şimdi. Kocası yok herhalde, şimdiki gençler nedense evlenmiyor. Oysa kendi kızları liseyi bitirdikleri gibi kocalarının kollarına koştular. Oğlu evlenmeyip otuzlarına yaklaşınca korkuya kapılıp, yakın çevreden iyi bir ailenin kızıyla öyle böyle tanıştırıp, aralarını yaptılar. İyice sarkıyor balkondan aşağıya. Unutmasa yüzünü belki merdivende karşılaşınca, nasılsın yavrum, der. Sanki derdinin çaresini biliyormuş da söylemiyormuş gibi baktı kıza. Gençlikte de insan her şeye ne çok üzülüyor, dedi. Kız onu hiç fark etmedi. Birden kalkıp içeri girdi. Balkon kapısını çarparak, kapattı. Adam arkasından bakakaldı. Rauf bey, dedi gel seni geçen gün gittiğimiz pastahaneye götüreyim de bir kazandibi ye. O an gençliğin de, gençliğin o bitmek bilmez dertlerinin de geride kaldığına içten içe seviniyordu. Kendini hafiflemiş buldu masanın başına tekrar oturduğunda. Gözlüklerini taktı. Açıp takvime baktı. Üstten ikinci çekmeceyi açtı. Üst üste koyduğu defterlerden en alttakini eline aldı. Fihristteki N harfini buldu. Masanın üzerindeki telefonun tuşlarını her seferinde her sayıya defterden tek tek bakarak çevirdi. Nuran hanım, merhaba, Rauf ben, dedi. Evet evet, sağ ol. Ben bu hafta sonu gibi gelirim artık diyorum, sen benim evi temizletsen yine oralardan birilerine, olur mu? Olur, ben sana günü tam söylerim yine arar. Ne güzel olur yapsan o sarmalardan. Sağlıcakla kal kızım, sağ ol, deyip kapattı. 
Henüz kimselerin olmadığı buz gibi denizde suya dizlerine kadar girmiş, ellerini beline dayamış, gözlerini kısınca uzakta görebildiği Yunan adalarına bakıyordu. Bu hayalle beraber ihtiyarlığın çok da kötü bir şey olmadığını düşünmeye başladı. Daha sadece altmış yedi yaşımdayım yahu, ölmedim ya, dedi. İyice keyiflenerek ,Talat'la Kenan'ı da çağırırım akşam rakıya, dedi. Çocuklar da gelir bir iki hafta sonu. Tazecik tekirler, bahçeden kopardığı rokalar, dalından şeker gibi kavunlar, masanın yanı başında tüten mangal, radyoyu da açarsa. Dolabın kapağını açıp yarım kollu, mavi kareli gömleği geçirdi üzerine. Kız marketin önünde dergilere bakarken, kızı fark etmeden, önünden yürüyüp gitti.

Akşam saatlerinde büyük kızı arayıp, Talat amcayı kaybetmişiz baba, dediğinde masanın başına çökecekti. Uzun zaman sesi çıkmayınca kızı telaşlanacak, yaşlı başlı adama telefonda böyle haber verilir mi, ya kalp krizi geçirse adam yapayalnızken diye kendine kızacaktı. Adam ne zamandır açmadığı kristal viski şişesinin kapağını açacak, sabaha kadar balkonda oturacaktı. Sabah ilk otobüse binip cenazeye yetişebilirdi ama gitmeyecekti. Fihristten T harfinin olduğu sayfayı açacaktı bir ertesi sabah, başı ağrıdan çatlayarak. Otobüs acentesindeki kızla hiç adeti olmamasına rağmen sert sert konuşacaktı. Cam kenarında bir koltuk bulması konusunda ısrar edecek, yaz sezonu beyefendi dedikçe kız, diretecekti. Bir sonraki otobüs olsun o zaman kızım, bana ne fark eder, derken yumuşayacaktı sesi. Sonra da depo gibi kullandığı odadaki dolabın üzerinden en büyük boy valizi eve ekmek getiren bakkalın çırağına indirtecekti zar zor. Yarım kollu gömlekler, sakız beyazı fanilalar, jilet gibi ütülenmiş açık renk keten pantolonlar üst üste sıralanırken; yıllardır toplanan saatler, kaşıklar, tereyağlıklar, kartpostallar boyunlarını eğip bakacaklar,  nasıl olup da adamın alnının bir gecede bu kadar çok kırışabildiğine anlam veremeyeceklerdi.