26 Mayıs 2016 Perşembe

Karışıklık

Kafam çok karışık, diyor. Bunu derken uzaklara dikiyor gözlerini. Oysa çok uzaklarda görecek bir şey yok. Ya da miyop olduğum için bana öyle geliyor. Sessizliğim anlatması için cesaret olur diye susuyorum. Susarken sessizce kafamı sallayarak kafasının ne kadar da karışık olduğunu açıp içine bakmış ve karışıklığı görmüşüm gibi onaylıyorum. Ne de olsa adamın kafası karışık. Kafa karışıklığı. Karışıklık.

Sıraya girme görgüsüyle büyütülmedikleri için yetişkinliklerinde birbirlerinin üzerine basarak metrobüse binmeye çalışan insanlar canlanıyor gözümde. Bence bu karışıklık. Elinden kaçıp darmadağın olmuş bir çile yün, karışık. Üzerinden çıkardığı her şeyi günlerdir yatak odasındaki sandalyenin üzerinde biriktirmiş, çorabının tekini dağınıklığın içinde bulamayanın insanın odası da karışık. Ortaya karışık söylenen kebaplar var dilimizde. Orada karışacak hiçbir şey olmamasına rağmen. İşte bu adana, bu kaburga, burada biraz şiş. Alıp yiyebilirsin. Yine de sırayla. Karışıklık çanta içinde olur. Kalabalık meydanlarda. Çamaşır sepetlerinde. Denizin dibinde. Kafanın karışması. Enteresan.

Bu arada adam anlatmaya devam ediyor. Ne yapacağımı bilmiyorum, diyor. Bu işler nasıl çözülecek. Dudağımı bükerek işlerin ne kadar da zor olduğunu onaylıyorum bu kez. Çözülemeyen işler meğer kafasını karıştırıyormuş. Hı hı, diyorum. Nedense içim sıkılıyor. Fenalık basıyor. Nefes alamaz gibi oluyorum. Hava mevsimini şaşırmış gibi soğuyor aniden. Gök yavaştan kararıyor. Kararımı veriyorum. 
Öyleyse bak şimdi, dedim. Fikirlerin var ve de duyguların. Umarım ikisi de vardır diyorum içimden. Ama içimden. Kafası karışık adamı daha fazla üzmüyorum ilk anda. Fikirler karışmaz. Onlar askeri düzende durup, akla gelecekleri anı beklerler. Duygular hiç karışmaz. Çünkü onlar yaşandıkları an vücut bulurlar. Dediğin gibi o kadına hala aşıkken, bir diğerine de barda gördüğün an  aşık olmuş olamazsın. Eskisi için doğurduğun duygular artık sonsuz bir uykudalar. Kabullen. Gömsen rahat edersin. İkinci kadın için, içinde büyüttüğün duygular da doğacak, yaşayacak ve toprak olacaklar. Bunu da kabullen, dedim. Sen mutlu aşk yoktur, diyorsun yani, dedi birden. Durumunu bu kadar sıradanlaştırmış olmama bozuluyordu. Çok üzülmem ya da bu çetrefilli durumunun dünyanın en büyük derdi olduğunu bir kez onaylamam yetmezdi, o masadan kalkana dek her an bir kez daha tasdik etmeliydim. Mutlu aşk diye bir şey, dedim. En azından bence, var. Hem aşık hem mutlu olduğun zamanlar olduğuna göre, var. Gel gör ki sen öyle bir mutluluğu hak etmiyorsun.

Suratı bir an şaşkınlıkla çarpıldı. Adamı uzun zamanlardır tanırdım. O da beni. Benim ona asla böyle cümleler kurmayacağıma inancı tamdı. O yüzden iki kadını birden idare ettiği heyecan dolu hayatını hiçbir ayrıntısını atlamadan bana içtenlikle anlatıyordu. Anlattıklarından sonra benim de onun uzun zamandır tanıdığım ciğeri beş para etmez biri olduğuna inancım tamdı. İstemsizce gülümsedi. Gülmek istediği için değil. Yüz kasları ne yapacağını bilemediği için. 
Hatta, dedim, keşke bir kadınla karşılaştığında o kadının çantasında senin duymadığın ama sen hariç herkesin duyduğu bir alarm çalsa. Kadın koşup kaçsa da kendini kurtarsa. Sen mahvettiğin ruhlarla besleniyorsun. Yediklerini sindiremeyip, içinde biriktiriyorsun. Dedim. Aynen böyle dedim. Son cümlemden sonra oturduğumuz masayı da ters çevirip yola fırlatsam çok fiyakalı olurdu ama yapmadım. Ayağa kalkıp gülümsedim. Yüz kaslarım ne yapacağını bilemediği için değil. Tam olarak söylemek istediklerimi söyleyip içimdeki sıkıntıdan kurtulduğum için. Derin bir nefesin muadili bir gülümseme. Yüzüne baktım. Bir şey daha söyleyecek gibi oldum. Vazgeçtim. Yürüdüm gittim.

Yolda yürürken kafam karışıktı. Klimayı ofisin hangi duvarına takacağıma bir türlü karar veremiyordum. 
Şaka yahu. 
Ne karışıklığı.

5 Mayıs 2016 Perşembe

Orman

O gün gelip benim dalıma konmuştun.

 Kimbilir hangi rüzgarın çirkin sözleri seni küstürmüştü de yolundan sapıp bir hayalin peşine düşmüştün. Nasıl bir acı iç çekişte tüylerini parlatıp, kafanı boyundan büyük dalgalara gömmüştün. Hangi gölgenin karanlığından ürküp, yüzünü güney illerine dönmüştün. Nasıl bir an, dünya durmuş da sen hiç sönmez dediğin bir büyük yangının içinden hiç anlamadan geçip, canın yanmadan sönmüştün. Kimlerin gülüşlerinde soyunup, en parlak kahkahanı gecenin leyli vaktinde kalbinle beraber bin parçaya bölmüştün. Belki de ölmezlik iksirinden içtiğin günün akşamı bir çocuk parkında salıncaktan düşüp ölmüştün. Ya da birinin soğuk kasım gecesine karla kaplı bir çatı olup sabaha karşı ansızın çökmüştün. Dünyanın zembereğinin nerede olduğunu seher vakti görüp, ne yapıp edip yerinden sökmüştün. Ben kafamı gömmüş toprağın altında bir yudum suyun izini ararken belki sen üzerime edepsiz seller, küfürbaz fırtınalar dökmüştün. Upuzun bir yolculuğun sonunda tek bir yükseltinin olmadığı o uçsuz bucaksız ovaya vardığımda, gözlerimi kısıp sapsarı buğday tarlalarına bakarken yolumu kaybettiğimi anladığım an, gelip dudağımın tam kenarından öpmüştün. Bir bitmez rüyanın ucunda durmuş kabuslarla yorulurken uykunun rengi solmuş kenarını serçe parmağınla tutup bükmüştün. Önceki günden ne kadar gam keder kalmışsa evimin sokağında, gün ağarırken gelip, silip süpürmüştün. Ne çeşit bir meyveyi cebinde kurutup yemiştin de bir anda bir aklı selime dönüşmüştün. Bilemiyorum.

O gün gelip benim dalıma konmuştun.

O dal senin ağırlığınla yavaşça aşağıya salınmıştı önce. Ayaklarının bastığı yerdeki incecik kumlar ezilmişti. Ezildikçe her zerre kum, inceden gülümsemişti. Ağırlık uçup gitmeye engeldir, diye neşelenmiş bile olabilirlerdi. Dayanılmaz hafifliklerinin yorgunluğu dinmişti. Sımsıkı tutundukları her şeyi bırakıp ellerini ceplerine sokmuşlardı. Soyunmuşlardı. Hep özendikleri çöl kumları gibi yüzlerini güneşe dönmüşlerdi. Derin bir oh çekmişlerdi. Azad edilmişlerdi. Rüzgara karışıp gittikleri korkunç rüyalar görmekten korkmadan derin ve huzurlu bir uykuya gömülmüşlerdi. 

Dalın bağlandığı gövdede loş ve ıslak zamanları seven bir sarmaşık yaşardı. Kumların tatlı rüyasını delice kıskandı. Bunca zaman sarıldığı gövdede mutlu olmadığını da o an anladı. Geldi ayak bileğine yavaşça dolandı. Daha önce kimseye söylemeye cesaret edemediği tüm sırlarını kulağına fısıldadı. Cilveliydi. Dişiliğin yapraklaşmış hali gibi boynundan dudaklarına her zerresiyle temas etti. Kürek kemiklerinin tam ortasında yeni bir sürgün verdi. 

Gövdenin ucundaki kök derin bir uykudaydı. Dallarındaki hareket onu uyandırınca gür sesiyle sinkaflı küfürler etti. Bazı kırlangıçlar bu sözleri üzerilerine alınıp kırıldı, uçup gitti. Kalanlar umursamadan konuşmalarına devam etti. Yaşlıydı kök. Huysuzdu. Bencillik amansız bir hastalık gibi her yerini sarmıştı. O aşağıdan bakınca bunu sarmaşık sanıyordu. Yukarıya bakmaya devam etti. İyice çevirdi başını. Uzun zamandır yukarıda neler olduğunu merak bile etmemişti. Baktıkça tansiyonu düştü. En üstteki yaprakların arasından gökyüzünü gördü. Bayılacak gibi hissetti. Mavilikten gözünü alamadı. Büyülenmiş gibiydi. Bu belki babasının masallarında anlattığı gök olabilirdi. Midesi bulandı. Kafasını çevirip kendi dibine uzun uzun kustu. Asırlardır bir şey yememişti. İçinden yalnızca yosunlu sular dökülüyordu.

Toprakta o sırada bir salyangoz olan bitenden delice korkarak kabuğuna çekiliyordu. Bir solucan büklümlerini mümkün olduğunca kısaltıp içine dalacak bir delik arıyordu. Bir kirpi dikenlerini açabildiğince açıyordu kaslarını yorarak. Pis bir koku geliyordu yanından geçtiği kapkara böcekten. Uzakta bir ateş yanıyordu. Kapkara dumanları üzerimize doğru geliyordu rüzgarla. Evet, o an iklime hiç uymayan bir rüzgar kafasını senelerdir saklandığı bir ağaç kovuğundan çıkarmıştı. Bir uğultu derelerin sesine karışıyordu. Yaprakların hışırtışlarının arasına ne olduğu anlaşılmayan kelimeler karışıyordu. Yer biri dev adımlarıyla üzerinde koşuyormuş gibi sallanıyordu aralıklarla. Kanatlı her şey uçarken yönünü şaşırıyordu. Karıncalar delice koşuyorlardı bir yerlere ama yuvalarını bulamıyorlardı. Çok belliydi, bir şeyler oluyordu.
 Kimse anlamıyordu. 

O gün sen gelip benim dalıma konmuştun.