19 Ocak 2014 Pazar

Cumartesi gecesi

Cumartesi gecesi. 

Çok kalabalık bir yer. Hayatlarının en eğlenceli gecesini geçirmeye yemin etmiş bir topluluk etrafımızda. Gecenin başında çalan yabancı şarkılar bir saatten sonra Türkçe popa dönüverdi. Taksimde üç bira içilecek paraya aldığımız biralarımız, sıcağı  yüzlerimize vuran elektrikli ısıtıcların altında hızla ısınıyor. Masada kabanlarımız üst üste yığılmış, sessizce aralarında konuşup bize gülüyorlar. Biz de gülüyoruz. Hayattan konuşuyoruz. İşteki yeni kızdan, eski sevgililerden, orada o gece olmayan birilerinden, sesimizi asla duymayan garsondan, yan masadaki kovboy gömlekli adamdan, tuvaletin yerinden  bahsederken hep gülünecek şeyler buluyoruz. Oysa bir meyhanede olsak, ilk dublenin sonunda renkler bir ton koyulaşır, nefes alıp verişlerimiz yavaşlar. Gülünecek değil üzülünecek şeyler artar. Konu birden yeni sevgililerden eski sevgililere, hep özlenen ama kavuşulamayan birilerine gelir ve tıkanır. Öyle bir tıkanır ki ağlarsın. Burası öyle değil. Burada birazdan, gecenin sonunda gel, diye mesaj atan insanlardan bahsedilecek. Yüzü olmayan isimler birer saniye masaların üzerinde uçuşup, kaybolacak. Garson siparişleri hızla getirecek, boşları kaşla göz arasında toplayacak, sürekli yeni birileri gelip boş masa aradığından içimizdeki yer işgal ediyormuşuz hissi bizi rahatsız edecek. Hızlı hızlı ve bağırarak konuşurken birden koşmaya başlayacak gibiyiz. Birkaç saat daha o masada otursak bir tramplenden pazar gününe atlayabiliriz.

Durup derin bir nefes alıyorum. Taburede ağrıyan sırtımı ovalarken kafamı kaldırıp etrafa bakıyorum.

Bu cumartesi gecesi dünyası öyle bir yer ki; tüm kızlar en güzel eteklerini giyip, en koyu renk rujlarını sürmüşler. Önlerinde saatlerdir duran az alkollü içkilerini arada bir içer gibi yaparken, makyajlarını bozmuyorlar. Ellerindeki telefonun ışıkları sürekli yanarken, pek çoğu çaresizce tuş kilidini açıp kapıyor. Muhabbetler kısa süreli bağrışmalara dönüştüğünden boğazları acıyor, konuşmaktan vazgeçiyorlar. Tuvalet kuyrukları hep çok kalabalık. Barın önünde anlamsız bir topluluk var. 
Yaşanacak bir an bekleniyor. Tek başına sigara içmeye çıkıldığı an birinin çakmağını uzatacağı, tuvalet sırasında birinin gelip merhaba diyeceği, size bir içki ısmarlayabilir miyim repliğinin duyulacağı, ansızın, kendiliğinden, şairane bir tanışmanın gerçekleşeceği bir an. Bu anı beklemenin, hem de tüm gece ve bir hayat boyu beklemenin gerginliği herkesin üzerinde. Başka bir işle meşgul olunduğundan kaçıp gidebilecek bir aşık olma fırsatına mani olmak için herkes tetikte. Gözler yan masaları, yeni gelenleri, tuvalete gidenleri sürekli tarıyor. Saatler ilerledikçe bir bıkkınlık yerleşiyor yüzlere. Geri dönülecek evler, eve ulaşmak için gidilecek uzun yollar, evde soğuk yataklar, yalnız uyanılacak tatil sabahları gözlerinin önüne gelirken yapılamayacak geç pazar kahvaltıları, pazartesi arkadaşlara anlatılamayacak bir aşk hikayesi daha yitip gidiyor. Mutluluğun kendisinin bile değil, mutlu olma ihtimalinin kaybediliyor olması düşüncesi, içlerini kopkoyu bir hayalkırıklığına boyuyor. Herkes aynı anda  böyle bir yalnızlığı hak edecek ne yapmış olabileceğini düşünürken, eski sevgililerinin isimlerini bir bir aklından geçiriyor. Dolayısıyla dünyanın farklı yerlerinde birbirlerini aslında hiçbir zaman sevmemiş bambaşka insanlar birbirlerini düşünüyorlar. Dünyanın dönüş hızındaki artış saatleri hızlandırıyor. Kadınların rimelleri akarken, adamlar apaçık esnemeye başlıyor. Müziğin sesi daha da yükselirken yenilgiyi kabullenmiş ilk tabur, masalarını bırakıp, kapıya yöneliyor. Bu sırada  yepyeni bir şarkı çalmaya başlıyor. Sarıla sarıla uyut, diye bağıran kadın şarkıcıya içerideki herkes tüm içtenliğiyle eşlik ediyor.

Cumartesi geceleri başka hiçbir şey, yalnızlık kadar acı vermiyor.



2 Ocak 2014 Perşembe

Mars

Kadının gülüşü narin. Yüzü güzel. Elleri kendi omuzlarına sarılırken biraz tedirgin. Abartılı bir nezaket var bakışlarında. Samimi bulamıyorum. İnanacak gibi oluyorum sözlerine ama nedense bir türlü emin olamıyorum. Belki heyecanlı diyorum, belki de mizacı böyle. Karar veremiyorum.

O kadın, Türkiyeden Mars' ta koloni kurmak üzere seçilen dört kadından biri. Günlerdir onu düşünüyorum. Canım neye sıkılsa, aklıma geliyor kendiliğinden. Kendi sıkıntılarımdan tatmin olmazsam başkalarının üzüntüleri üzerinden mukayese etmeye çalışıyorum. Ne yaşasam dünyadan geri dönmemek üzere gitmeye karar veririm, bulamıyorum. Oysa o sorulara çok rahat cevap veriyor. Onun rahatlığına baktıkça daha çok hayret ediyorum. İçimden koşup sıkıca sarılmak, gitme diye ağlamak geliyor önce. Birilerinin bunu çoktan yaptığını düşünüyorum. Yakınımdaki biri böyle bir şeye karar verse, bir sandalyeye bağlayıp eve kapatırım gibi hissediyorum.  Annesi diyorum ne diyor bu duruma, zaten telefonda konuşuyoruz, yine konuşuruz, dediğini görünce, duraklıyorum. 

Kadının görüntüsü gözlerimin önünde değişmeye başlıyor. Teni şeffaflaştıkça içindeki buz mavisi yalnızlık hissini görüyorum. Bir çeşit zehirli gaz gibi içindeki her boşluğa yerleşmiş hüzün ortaya çıkıyor. Her nefesinde içindeki organlara batan hayalkırıklıklarının bakırdan sivri uçları parlıyor. Ardından parşömen sayfalar gibi dağılıyor kadının organları. Her birinin üzerinde vazgeçilmiş bir hayat yazılı. Çaresizliğin en dipsiz kuyularına defalarca çarpmaktan tuzla buz olmuş bir kalp, ayaklarımın altına seriliyor. Hava alamamaktan solmuş, arıtmaktan yorulmuş ciğerler bir an nefes alıyor. Çok zor, diyen bir ses belli belirsiz çınlıyor uzaklarda. Tanıdık biri gibi, çok net duyuyorum. O kadar ki, biri bana seslenmiş gibi irkiliyorum. Gazeteyi katlayıp kenara koyuyorum. Kadının vücudu normal haline geri dönüyor. Ben dünyaya geri dönüyorum.

Ertesi gün yolda gri gökyüzündeki bulutların hareketini izliyorum. Yağmura, yapraklarını dökmüş çınar ağaçlarına, denize, denizdeki vapurlara, martılara, nergislere, nergis satan çiçekçi kadınlara; atlası açıp okyanuslara, nehirlere, asla gitmeyeceğim ülkelere, yılbaşı için çekilmiş güzel şehir fotoğraflarına, telefon rehberime, pijamalarıma, yoldan geçen insanlara son kez görüyormuş gibi bakmayı deniyorum. Kendimi uzayda durmuş, masmavi bir top gibi duran dünyayı izlerken hayal ediyorum. Tanıdığım herkesin, bildiğim tüm hayatın, sahip olduğum tüm alışkanlıkların, edindiğim tüm bilgilerin artık ulaşılamaz ve geçersiz hale geldiğini idrak ettiğim anı tahayyül etmeye çalışıyorum. İnsanın kendi ölümünde ölmemiş olması gibi bir his gelip bağrıma oturuyor. Haykırmak istiyorum. Çocukken gördüğüm kötü bir rüyanın içinde gibiyim. 

Eve gelince gazeteyi bulup tekrar açıyorum.
Kadının gülüşü narin. Onu gitmekten vazgeçirecek kadar hiçkimseyi sevememiş hayatta. Kahkaha atsa kırılır dudakları. Yüzü güzel. Her gece yalnız yatağına girmeden önce bir maske gibi çıkarıp asıyor başucuna. Elleri her daim tedirgin. Bir çocuğun başını, bir kedinin karnını, bir çiçeğin yaprağını, bir adamın yanağını okşamamış ömründe. Biri eline değse baştan başa çatlar parmak uçları. Abartılı bir nezaket var bakışlarında. Baktığı hiçbir yerde görecek yeni bir şey olmadığına inandırmış kendini. Bir gün oturup ağlasa, parça parça olur göz kapakları. Belki sonradan oldu diyorum, belki mizacı böyle. Oturup hiç tanımadığım bu kadının yıldız tozuna dönüşecek hayatına ağlıyorum.