2 Ocak 2014 Perşembe

Mars

Kadının gülüşü narin. Yüzü güzel. Elleri kendi omuzlarına sarılırken biraz tedirgin. Abartılı bir nezaket var bakışlarında. Samimi bulamıyorum. İnanacak gibi oluyorum sözlerine ama nedense bir türlü emin olamıyorum. Belki heyecanlı diyorum, belki de mizacı böyle. Karar veremiyorum.

O kadın, Türkiyeden Mars' ta koloni kurmak üzere seçilen dört kadından biri. Günlerdir onu düşünüyorum. Canım neye sıkılsa, aklıma geliyor kendiliğinden. Kendi sıkıntılarımdan tatmin olmazsam başkalarının üzüntüleri üzerinden mukayese etmeye çalışıyorum. Ne yaşasam dünyadan geri dönmemek üzere gitmeye karar veririm, bulamıyorum. Oysa o sorulara çok rahat cevap veriyor. Onun rahatlığına baktıkça daha çok hayret ediyorum. İçimden koşup sıkıca sarılmak, gitme diye ağlamak geliyor önce. Birilerinin bunu çoktan yaptığını düşünüyorum. Yakınımdaki biri böyle bir şeye karar verse, bir sandalyeye bağlayıp eve kapatırım gibi hissediyorum.  Annesi diyorum ne diyor bu duruma, zaten telefonda konuşuyoruz, yine konuşuruz, dediğini görünce, duraklıyorum. 

Kadının görüntüsü gözlerimin önünde değişmeye başlıyor. Teni şeffaflaştıkça içindeki buz mavisi yalnızlık hissini görüyorum. Bir çeşit zehirli gaz gibi içindeki her boşluğa yerleşmiş hüzün ortaya çıkıyor. Her nefesinde içindeki organlara batan hayalkırıklıklarının bakırdan sivri uçları parlıyor. Ardından parşömen sayfalar gibi dağılıyor kadının organları. Her birinin üzerinde vazgeçilmiş bir hayat yazılı. Çaresizliğin en dipsiz kuyularına defalarca çarpmaktan tuzla buz olmuş bir kalp, ayaklarımın altına seriliyor. Hava alamamaktan solmuş, arıtmaktan yorulmuş ciğerler bir an nefes alıyor. Çok zor, diyen bir ses belli belirsiz çınlıyor uzaklarda. Tanıdık biri gibi, çok net duyuyorum. O kadar ki, biri bana seslenmiş gibi irkiliyorum. Gazeteyi katlayıp kenara koyuyorum. Kadının vücudu normal haline geri dönüyor. Ben dünyaya geri dönüyorum.

Ertesi gün yolda gri gökyüzündeki bulutların hareketini izliyorum. Yağmura, yapraklarını dökmüş çınar ağaçlarına, denize, denizdeki vapurlara, martılara, nergislere, nergis satan çiçekçi kadınlara; atlası açıp okyanuslara, nehirlere, asla gitmeyeceğim ülkelere, yılbaşı için çekilmiş güzel şehir fotoğraflarına, telefon rehberime, pijamalarıma, yoldan geçen insanlara son kez görüyormuş gibi bakmayı deniyorum. Kendimi uzayda durmuş, masmavi bir top gibi duran dünyayı izlerken hayal ediyorum. Tanıdığım herkesin, bildiğim tüm hayatın, sahip olduğum tüm alışkanlıkların, edindiğim tüm bilgilerin artık ulaşılamaz ve geçersiz hale geldiğini idrak ettiğim anı tahayyül etmeye çalışıyorum. İnsanın kendi ölümünde ölmemiş olması gibi bir his gelip bağrıma oturuyor. Haykırmak istiyorum. Çocukken gördüğüm kötü bir rüyanın içinde gibiyim. 

Eve gelince gazeteyi bulup tekrar açıyorum.
Kadının gülüşü narin. Onu gitmekten vazgeçirecek kadar hiçkimseyi sevememiş hayatta. Kahkaha atsa kırılır dudakları. Yüzü güzel. Her gece yalnız yatağına girmeden önce bir maske gibi çıkarıp asıyor başucuna. Elleri her daim tedirgin. Bir çocuğun başını, bir kedinin karnını, bir çiçeğin yaprağını, bir adamın yanağını okşamamış ömründe. Biri eline değse baştan başa çatlar parmak uçları. Abartılı bir nezaket var bakışlarında. Baktığı hiçbir yerde görecek yeni bir şey olmadığına inandırmış kendini. Bir gün oturup ağlasa, parça parça olur göz kapakları. Belki sonradan oldu diyorum, belki mizacı böyle. Oturup hiç tanımadığım bu kadının yıldız tozuna dönüşecek hayatına ağlıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder