31 Ağustos 2015 Pazartesi

Gidilmemiş yerler atlası- 13/ Ferhan

Başkalarının konuşmalarını dinlemek çok ayıp, diyor bana. Kafamı önüme eğiyorum ama kulak öyle açma kapama düğmesi olan bir organ değil. Duymaya devam ediyor. Üstelik onları bırakıp seni dinlemek isteyecekleri kadar heyecanlı bir hikaye de anlatmıyorsun bana, diyorum içimden. Yan masada otursam keşke biraz da. Ama çocuğum ve sen annemsin. Seni dinliyorum. Sen ne anlatsan en doğrusu budur, diye düşünüyorum. Yine de kusura bakma, kıvırcık saçlı kızın terk ettiği adamı ve ne kadar pişman olduğunu, adamı belki de öğleden sonra arayacağını, adamın da nasıl ayrılmaya hazırmış ondan, bir kez bile ayrılmayalım deyip ayaklarına kapanmadığını falan, bütün hikayeyi baştan sona dinlemek istiyorum. Yan masayı dinleme hastalığımın teşhisini de tam o gün, o çay bahçesinde, ılık sütümün kalanını bir dikişte bitirirken koyuyorum. Çocuksak o kadar da değiliz, ne olduğumuzu bal gibi biliyoruz.

Pencerenin önünde dikilmiş dışarıya bakıyorum. Seneler sonra bir bahar sabahı. Bu havayı yiyebilsem, tadı, yeni ılımış bir fırın sütlaç gibi olurdu, diye düşüyorum. Ağzımı açıp kapatıyorum suyun dışına atılmış bir balık gibi. Birden kendimi ciddiyete davet ediyorum. Sağ kulağım, klima sistemi, havalandırma menfezi, slot gibi bazı kelimeleri daha havada uçarlarken bir tokat darbesiyle yere seriyor. Çoğunun bana ulaşması böyle engelleniyor. Geriye kalan kelimeler ise sütlacın üzerindeki tarçın taneleri gibi savruluyorlar. Havada bir süre asılı kalıp, döne döne üzerime yağıyorlar. Ellerimi başımın üzerinde sallayıp savuşturuyorum hepsini. Karşımda çam ağaçları var. Ağaçların önünde, belediyenin iki gün önce beyaza boyadığı, yüksekliği omuzlarıma gelen bir duvar. Duvarın üzerinde, bakışlarını uzaklarda bir yere sabitlemiş yürüyen, sarı kuyruklu dünya çirkini bir kedi. Besili. İyi muhitlerin hayatlarında hiç kuru ekmek yememiş hayvanlarından. Oysa ben bile yedim. Dümdüz duvarın sonundaki çöp tenekelerine doğru yürüyor. Yufka yürekli bir yaşlı olduğunu tahmin ettiğim birinin bıraktığı yemek artığına doğru gidiyor. - Kıymalı makarna. Ben de başkasının yemediği makarna artığını yemedim hiç. Bir noktada kediden daha iyi bir hayat yaşadığıma dair bir kanıt bulmanın sevinciyle, izlemeye devam ediyorum. Sarı kuyruk, menüden memnun değil, yanından yürüyüp geçiyor bir iki defa kokladıktan sonra. O sırada iki adam zar zor taşıdıkları üç adet eski traktör lastiğini getirip çöpün yanına bırakıyorlar. Koltuk altlarında ter izleri var. Ağızları kurumuş. Yorulmuşlar. Belli ki tekerlekleri uzun yollardan buralara taşımışlar. Şehrin apartmanlarla çevrili, en kalabalık semtlerinden birinde yaşamasak ve en yakın traktörü görme olasılığımız en az iki yüz kilometre uzakta olmasa, belki şaşırmazdım. Şaşırıyorum. Lastikler birbirlerinden güç alarak zorlukla ayakta durur gibiler. İkisi, daha sağlam duran üçüncüye yaslanmışlar. Nereye geldiklerini bilemez halde etraflarına bakıyorlar. Hayretle karışık bir korku gözlerinden okunuyor. Oysa sarı kuyruk hiç şaşırmıyor. İki hamlede sıçrayıp gölgede kalan lastiğin üzerine bir güzel kuruluyor. Güneş de ağaç dallarının arasından süzülüp tam o an onların üzerine vuruyor. Sahne sırasının çirkin bir kediye ve ürkek traktör lastiklerine geldiği bu anda camın önünden çekilip kendime bir kahve yapıyorum. Traktörüm orada otlayadursun.

Günler hiç geçmiyor gibi. Yine camın önündeyim. Manzara aynı, hava biraz değişik. Bugün içsem, haddinden fazla soğuk su gibi bademciklerimi iki saate şişirir, beni ıhlamurlara, ballı ada çaylarına mahkum eder diye korkuyorum. Seslerin çaresine her zamanki gibi kulağım bakıyor. Saçlarımı tepeden at kuyruğu yaptım ki kulak kepçem tenis raketi gibi ona doğru yaklaşan gereksiz sözcükleri karşılayıp, tek hamlede karşı tarafa göndersin. Yine de vaevienler, otomasyon sistemleri, güvenlik düğmesi gibi laflar duyuyorum. Yarın belki de şapkayla gelmeliyim işe. Kesin çözüm. Derken, sarı kuyruk yürüyerek geçiyor önümden. Topuklu ayakkabılarımla kordonda salınsam belki bu kadar kadın olurum, daha fazla değil. Hiç acelesi yok. Kuyruğu sağdan sola sallanırken bana bir şey demek istiyor gibi geliyor. İkimizin bakışları aynı anda çöpe varıyor. Bir bakıyoruz, iki tane oymalı kakmalı tekli koltuk, çöpün yanında dikiliyorlar. Dikiliyorlar çünkü krem rengi kadife kumaşları, gül ağacından ayakları ve sırtlarındaki tavus kuşu desenleriyle o kadar başka bir dünyaya aitler ki; etraflarına ne kadar baksalar oturacak bir yer beğenemiyorlar. Asaletleri bana da  sirayet ediyor. Ağırlığımı bir bacağımdan diğerine verirken sırtımı dikleştiriyorum. Kedinin umurunda değil. Çamurlu ayaklarıyla bir hamlede sıçrayıp, minderin bağrına kuruluyor. Pis pis sırıtıyor. Bu koltuklar dün kimin salonundaydı? Birden kimin aklına, ne geldi de bu ikisini atıverdiler kapının önüne diye düşünmeden edemiyorum. Lise öğrencileri geçiyor çöpün önünden. Öğle arası olmuş. Kalabalıklar, yürüyorlar. Biri bile yolun ortasında duran koltuklara kafasını çevirip bakmıyor. Ha, normal yani bu, deyip masama geri dönüyorum. Dünya galiba bir tek bana bu kadar acayip geliyor.

Çöpü, diyorum Nimet Abla, verin ben atarım. İkimiz de bir süre kendimize doğru çekiştiriyoruz siyah poşeti. Sonunda galip geliyorum ya da onun zaten canına minnet, kazanmışım gibi hissetmeme izin veriyor. Alıyorum. E, peki Ferhan hanım, sağ ol diyor. Çıkıyorum. Sarı kuyruk, biliyorum, yine birilerinin terk edilmiş eşyalarının peşinde. Henüz ortalarda yok, birazdan meydana çıkacak. Duvarın önünde dikiliyorum. Etrafa bakıyorum ve çöp gerçekten çöp kokuyor. Nedense bugün üşüyorum. Gerçekten neyi bekliyorum, diye düşünüyorum. Kediyi bekliyorum. Herhalde artık gerçekten deliriyorum. Bu sırada çöp kamyonu dönüyor köşeyi. Tüm azametiyle üzerime geliyor. Yanaşıyor sessizce.  Kamyonun arkasından sarkan iki adam bana bakıyor. At abla içine, diyorlar. Atıyorum. Çöpte tek bir ilginç eşya görmüyorum. Ne tuhaf diyorum. Daha dün tam benim dikildiğim bu yerde oymalı koltuklar dikiliyordu. Gök gürlüyor birden. Apartmanın boyası kirlenmiş cephesinin arkasında gümüş bir şimşek parlıyor. Çöpün yan tarafındaki apartmanın metal rüzgarlığına  yağmur damlalarının vurduğunu duyuyorum. Saçağın altında sarı bir kuyruk dikkatimi çekmeye çalışır gibi iki yana sallanıyor. Göz göze geliyoruz. O an, bugün çöpteki tuhaf eşyanın ben olabileceğim aklıma geliyor. Gülümsüyorum. 


-Başkalarının konuşmalarını dinlemek çok ayıp, diyor bana. 
Asıl kedilerin konuşması çok saçma, diyorum. Çenesindeki çamuru yalamaya çalışıyor bir yandan. 
Hem ben, kimseyi dinlemiyorum. Koşarak saçağın altına giriyorum. O uzun zamandır kullanılmadığı çok belli bir masanın paslı tarafına yaslanmış.  Çok yalnızım çünkü. Tanrının unuttuğu bir çölde develerimle yaşıyor gibiyim. Issız buralar. Bazen susuzluktan kavruluyorum bazen soğuktan donuyorum. Duyulacak tek bir ses yok. 
-Saçmalama diyor. Başkalarının çöplerini bile dinliyorsun. Rahat bırak bizi. Üstelik öğle aralarında çöpün yanında oturman da çok acayip. 
Derken, kulağım o çirkin sarı kuyruğunu tuttuğu gibi, kediyi  yerden yere vuruyor. Yağmur sesinden başka bir ses duyulmuyor. Pişman değilim. Vicdan azabı çekmiyorum. Suratında donup kalan o tuhaf gülümseme hala benimle dalga geçer gibi. Gideyim artık, diyorum. Çöpün yanından koşarak geçerken şaşkınlıktan ayağım tökezliyor. Dev bir mızıka çöpün kenarında parlıyor. Sıraya dizilmiş bir kedi orkestrası cenaze marşını çalıyor. Sarı Kuyruk hala yerde. Kuyruk kıpırtısız. Kuyruk sözlerinin bedelini ödüyor. Terk edilen şeylerin kalbini kıran kediler ve kendi hayatı olmayan şeyler ölüyor. Bazıları güpegündüz bazıları içinden.

Ve ben, işte o günün akşamı, Sarı Kuyruktan yalnızca birkaç saat sonra karşıdan karşıya geçerken, beceriksizce ve hiç beklemediğim bir zamanda bir dolmuşun altında kalıyorum. Ölüyorum. Benden geriye tek bir anı kalmıyor. Dünyada yaşadığımı belgeleyen tek şey bir vatandaşlık numarası. Tesadüf eseri ya da hayatın cilvesi diyelim. Öldüğümün ertesi günü, Bahadır ona yazdığım son mektubu posta kutusunda buluyor. Ayrılalı çok oldu, ortak arkadaşımız yok. Öldüğümden haberi olmuyor. İşe giderken pastahaneden sıcak bir simit alıp yiyor. Öğlen kafasını çevirip televizyondaki haberlere baksa adımı görürdü, görmüyor. Akşam eve geç saatte yorgun geliyor. Hemen yatıp huzurla uyuyor. İçine tek bir kötü his bile doğmuyor. Cenazeme gelmiyor. Mektubun son satırları, ona, gittiğinden beri zaten ölüyüm, diyor. Neredeyse komik. O gün değildim, oysa işte şimdi, tam olarak ölüyüm. Yazarken belki insan bilmediği gizemli ve sisli bir gelecekten ip uçları seziyor ama kendini gerçekliklerine inandıramıyor. Öğrendiğinden beri Bahadır bazı geceler beni düşünüp bodrum katındaki odasında sessizce ağlıyor. Bazı sabahlar uyandığında beni fikirlerine mıhlanmış gibi kafasında buluyor. Aklından çıktığım saatlerde, yapması gereken çok önemli bir şeyi unutmuş gibi huzursuz oluyor. Birden aklına öldüğüm geliyor. Midesinde derin ve keskin bir acı hissediyor. En zoru pişmanlık, diyor o kızla barda oturup başka şeylerden bahseder gibi benden bahsettiğinde. Biliyorum ki o da beraber olsak, evlensek o ilk kez birbirimizi görüp aşık olduğumuz gün ve şimdi iki çocuğumuz olsa, ben yine de ölür müydüm diye düşünüyor. Beni hızla üzerime gelen dolmuştan son anda kurtardığı düşler gördüğü oluyor. İkimizin de Balıkesir'in aynı sokağında büyüdüğümüzü öğrendiğimiz o gece kurduğum hayali, sen bana fazlasın, dediği gün ucu keskin bir baltayla lime lime etmese, neler olurdu merak ediyor. Yaşanmamış mutluluk ihtimalleri demirden bilyeler gibi ceplerine dolup, belini, sırtını, boynunu ağrıtıyor. Duruşu bu yüzden gün geçtikçe tuhaflaşıyor. Çok üzülüyor. İpini bana bağladığı bazı anılar sonsuza kadar kaybolduğu için mi yoksa ölüm başlı başına çok hüzünlü bir şey olduğu için mi, bilmiyorum. Bazı anlar kafasının içini dinlerken, çok genç ölen benim yerime kendisi ölmediği için her şeyi unutup, anlık bir yaşama sevinciyle dolduğunu bile görüyorum. Kızmıyorum. Aksine içimi derin bir şefkat hissi kaplıyor. Uzanıp sıkıca sarılmak, sakalını okşamak ve başkalarıyla ettiği her sohbette söze karışıp onu teselli edecek bir cümle kurmak istiyorum.
Evet, artık ölü olduğumuz için her konuşmayı dinleme hakkımız var. Kediler ve ben özellikle yağmur yağan günlerde dünyaya kafamızı iyice uzatıp, konuştuklarınızı dinliyoruz. Ölü bile olsam bazen bu durumdan biraz utanıyorum. Ama çok değil.
Sarı kuyruk da burada. Yakınımdan geçtiği günler oluyor. Ama çok değil.

26 Ağustos 2015 Çarşamba

Gidilmemiş yerler atlası-12/ Bahadır'ın cebindeki mektup


Sevgili Bahadır,

Ayrılırken, beni bana bırak, kadar acıklı kaç cümle kurabilirsin? Sonunda bir kuş gibi ellerinden uçup gitmemi göze almak da erdem ama hiç sahip olmadan da sevebilir misin? Ne kadar sevebilirsin? Bileklerimi mesela ya da dirsek içlerimi, ne kadar içten öpebilirsin? Saç tellerime parmak uçların dikenli tellerle çevriliymiş gibi ihtiyatla dokunabilir misin? Gerçekten, yapabilir misin? Sarhoş olduğum bir gecede, ama kör kütük sarhoşluk diyorum, önümü göremez haldeyken, ne kadar şefkatle koluma girebilirsin? Hasta gecelerimin kaçında elin alnımda, için huzursuz, uykusuz, bir tahta iskemlede oturup gün doğsun diye başımda bekleyebilirsin? Kimsenin çare olamayacağı bir üzüntüye içim dağlanır gibi ağlarken, içine sokmak ister gibi sarılabilir misin? Yapamazsın gibi geliyor bana. İçinde deli divane uçan kuşlar, kafeslerini zorlayan vahşi hayvanlar var. Her gülümsemenin altında beni bir yerimden bıçaklayan bir hınç. İçten içe hep başka bir şeye gülüyor gibisin. Özlemiyorsun. Çok özledim dediğin zamanlarda bile ağzın çarpılıyor sağa doğru. Sözlerin inanılmaz. Söylediklerinin acayipliğinden değil de, nefesinde uçuşan bir şeylerden. Gözlerimin içine bakarken bile mükemmel yalanlar kurar gibisin kafanda. İnanamadığım kelimelerin olağanüstü yakışıklılar. İçimden her birinin ensesinden tutup uzun uzun öpmek geliyor. Ellerimi incecik çeperlerinde uzun uzun gezdirmek. Sonra tam bir ruh hastası gibi incecik boyunlarına sarılmak. Solukları yüzümdeyken bir an gözümü kırpmadan ümüklerini sıkmak. Her birini aynı nefretle, yavaş yavaş ve  tek tek öldürmek istiyorum. İşte onlar öyle kelimeler. Öyle kelimeler birleşip senden bana esiyorlar sabahları rüzgarla. Bir şey anlatıyorlar. Gözlerim dehşetle ve yerlerinden uğrayacakmış gibi açılıyor. Aşk böyle şey. Göz göre göre, ne desen inanıyorum.

Gözüm görmesin, diyorum şimdi seni soran biri olursa. Hemen arkasından yüzünü özlüyorum. Bunlar neredeyse aynı anda oluyor. Nasıl oluyor da aynı anda olabiliyor? İçimdeki yerler nasıl bu kadar arsız ve iflah olmazlar? Ne kadar anlatsan cebinde beş kuruş para olmadığını anlamayan çocuklar gibi baloncuların önünde yerlerde yuvarlanıyor, durmadan ağlıyorlar. Yok artık, gitti o, dedikten beş dakika sonra yine, nerede kaldı, hala gelmedi diye camın önüne oturup yoldan gelen geçene bakıyorlar seni görme ümidiyle. Her akşamüzeri sofrayı kurup, yolunu gözlüyorlar. Ne zaman baksam yoğurtlu köz patlıcanlarla şeker kavunlar mavi beyaz porselen kayık tabaklarda servise hazırlar. Göbek rakın dolapta soğuyor. Çok acılı mezelerin soğanları kokuyor sen gelmedikçe. Kokular her yeri sarıyor, dolaptaki yumurtalar rakı şişesinden kaçan anasondan sarhoş oluyor, kavunun suları tabağın dibinde birikiyor, zaman yavaşlıyor. Denizdeki dalgalar yepyeni dalgalarla yer değiştiriyor. Uykum gelip yatağa yattığımda, bu saatlerde nerelerde neler yapıyorsun diye meraktan ölüyorlar. Başka bir kadın kokusunda uyuyakalırsan diye akılları başlarından gidiyor. Kapının üst kilidini çevirirken umutlarını kaybeder gibi olup paniğe kapılıyorlar. Gelmeyecek, diye haykırıyorum apartmanın sessizliğine doğru, anlamıyor musunuz? Susuyorlar. Her şey susuyor. Mahallenin gürültücü köpek çetesinden Afrika ormanlarının ortasına doğru uçmaya başlamış göçmen kuşlara kadar, yaşayan ne varsa, susuyorlar. Bozuk musluğun kaçırdığı su damlasından döndükçe gıcırdayan yatak yaylarına, uykuda sıkılan dişlerden sinirlendikçe seğiren göz kapaklarına, her şey susuyor. Sessizlikte tek bir kalp atışı yok. Öldüm mü, diye aynada nefesimi kontrol ediyorum. Nabzıma bakıyorum bileğimi tutup. Bir şeyim yok, basbayağı yaşıyorum.

Oysa ikimiz de biliyoruz, gittiğinden beri yaşamıyorum.

Sevgiyle,
F.


25 Ağustos 2015 Salı

Gidilmemiş yerler atlası-11

Göbeğinin üzerine kadar çektiği pantolonunun koyu yeşil askıları var. Giydiği yarım kollu gömleği gün aşırı değiştiriyor. Bugünkünün lacivert ince çizgilerinin aralarında  kırmızı kalın çizgiler var. Mokasen ayakkabıları boyalı. Pırıl pırıl. Yuvarlak çerçevesiz gözlüklerinin arkasından anlamsız bir neşeyle bakıyor. Sabahın bu saatinde elinde çay tepsisiyle kaldırımdan geçip giderken bile yürüyüşü dengeli. Orta yaşa kadar nerelerde çalıştı, neler yaşadı bilmiyorum. Oysa sorsam, hemen bir tabure çekip anlatmaya başlayacak gibi. Acıklı bir hikayesi yok bence. Çocukluğumdan beri çaycı olmak istemiştim, sonunda bankacılığı bırakıp, hayallerimi gerçekleştirdim dese, inanırım. 
Bana gelip, sen sabahın bu erken saatinde bir barın kapısının önünde neden oturuyorsun diye sorsalar, işte ona, hemen cevap veremeyebilirim. 

Barı Bahadır'ın açtığı sabahlardan biri olduğundan, onun sokağın köşesini elinde pastahane poşetiyle dönüvermesini bekliyorum. İşsizliğin zor yanı bu. Birden dünyanın ortasına düşüvermiş gibi, neyin ne zaman yapıldığını unutmuş oluyor insan. Çalışmak çok büyük itaatkarlık. Birilerinin sana şimdi acık ve öğlen yemeğini ye, demediği bir dünyada karnının açlığından bile emin olamıyorsun. Benim de birkaç gün pençesine düştüğüm gibi evde öğlene kadar uyumak çok kolay. İnsan ne çok uyuduğunu fark ettiğinde önce bir suçluluk hissi duyuyor. Erken de kalksa bir şey yapmayacağını hatırlayınca da panik hissi doluyor. Bu tuhaf hisler zamanla azalıyor. Bu günlerde gerine gerine uyanıyorum. Beni uyurken görecek tek bir insan evladı dahi olmadığından bazı çok sıcak gecelerde çırılçıplak yatıp, her yerim tutulmuş olarak uyanıyorum. Bazı geceler evde unutulmuş büyük boy bir erkek tişörtüyle. Üzerinde hala kokusu duruyor. Gece terledikçe tişörtle kokularımız birbirine karışıyor. O zamanlar gözlerim açık tavana baktığım, sabahlara kadar uyuyamadığım geceler geliyor aklıma. Çok uzakta değiller. Birden özlüyorum. Beraber uyuduğumuz uykuları. İki uyku arasında beni bulan avuçlarını. Yatağa düşen kirpiklerini. Vücudundaki benleri. Sabah uykunu hiç alamayışını, biraz. Hazırladığın kahvaltıları, çok. Küçük bir kız çocuğu gibi kafamı okşayıp, saçlarımı öptüğün uyandırmaları, en çok. Özlemek çok büyük bir his. İçine ne koysan sığıyor. O kadar ki, özlemler de bir süre sonra birbirine karışıyor. Üst kattan gelen tıkırtıları da özlüyorum aynı anda. Bir süre sonra bakıyorum annemi de çok özlemişim. Yaz öğlenleri yaptığı  peynirli patlıcanın yanında karpuz yemeyi de. Birden canım karpuz çekiyor deliler gibi. Üzerimi giyip telaşla evden çıkıyorum. Marketten aldığım altı kiloluk karpuzun ağrıttığı sırtımla, kendimi, barın önünde buluyorum.

Barın önünde kucağımda karpuzla otururken çaycı bir kez daha geçiyor elinde dolu bir tepsiyle. Ben de bir açık çay alabilir miyim, diyorum. Birden dönüp, günaydınlar, diyor. -lar hecesini hiç bitmeyecekmiş gibi uzatıyor. Pür neşe. Devam ediyor. Ne dediğimi anladı mı, emin olamıyorum. Bahadır uykulu gözleriyle köşeyi döndüğünde çayım gelmiş, ben yarısını içmiş oluyorum. Şaşırmıyor beni gördüğüne. Bu adam neye şaşırıyor ki, diyorum. Bana şaşırmadın, karpuza şaşırsaydın. Ona da şaşırmıyor. Günaydınlar, diyerek açıyor kapıyı. Bütün heceler aynı derecede kısa ve net. Elinde pastahane poşeti yok. Ya kahvaltı etmiş ya her sabah geldiği yoldan gelmemiş. Soramıyorum. Oysa o getirdiği çıtır simitlerden de çok istiyor canım. Canım gerçekten de her şeyi ne çok istiyor. Mutsuzluk geçiyor demek bu bir yandan. İştah, mutlu zamanların işi benim için. Ağzımın kenarları kendiliğinden yukarıya kıvrılıyor. İyileştiğini fark eden ama kabul edemeyen müzmin hastalık hastaları gibiyim. Karpuzumu iki avucumun ortasına yerleştirip bara taşıyorum. Bar tezgahının üzerine bırakıp, ben, diyorum simit alıp geleyim, yersin değil mi. Ses çıkmıyor ağzından. Işıkları açmak için arka tarafa doğru yürürken kafasını sallıyor yalnızca. Keyifsiz ve iştahsız. Sonradan anlıyorum ki benden daha aç. Aldığım üç simidin ikisinden fazlasını kendi başına yiyor. Ben de karpuzun yarısını.


Çaycı gelip bardağını alıyor. Günün ilk müşterileri tostlarını yiyor. Öğlene doğru içerisi doluyor. Boşalıyor. Akşamüzeri tekrar kalabalık oluyor. Sonra kalabalık giderek artıp geceyle buluşuyor. Güzel suratlar, çirkinler, gülümsemeli ya da asık olanlar, boş boş bakanlar ve karşısındakinin tek bir kelimesini bile atlamadan dinleyenlerle, bir gün daha üzerimizden geçiyor. Bahadır çok az konuşuyor. Bir şey mi oldu, diyorum, dayanamayıp. Akşam anlatırım diyor. Karanlıkta görünmez olan şeylere kendi hisleri de karışır diye umuyor. Bana sorsalar, Bahadır yalnızca ışıkları kapatınca öpüşüyor. Ben, gelip geçene bakıyorum. Dışarıdan. O ortamın insanı değilim. Sabah karpuz çekirdeği düşürdüğüm bar tezgahı bir tür ameliyat masasından başka bir şey değil benim için. Tuvalet sırasında beklerken yan taraftaki adam, e ne iş yapıyorsun, diye sorunca bir an orada gibi oluyorum. İşsizim diyorum. İlgisini hızla kaybediyor. Ya da bana öyle geliyor. Bahadır gelip dokunuyor omzuma. Gel, sigara molasına çıkıyorum, diyor. Barın arkasında bira kasalarının hemen yanında duruyoruz yan yana. İçmediğimi bile bile her seferinde paketi önce bana uzatıyor. Sağ ol, diyorum. Pantolonunun arka cebinden muntazam katlanmış bir beyaz kağıt çıkarıyor. Uzatıyor. Yüzüme bakmıyor hala. Açıyorum. Gizlice ceplerini karıştırıp bulmuş gibi tedirginim. Baştan sona okuyorum. Bir kez daha okuyorum. Geri veriyorum. Hiç bakmadan alıp cebine geri kokuyor. Sigarasını yere atıp, ayağının ucuyla eziyor. İyice. Öldüğünden emin olmak istiyor. Tüm ağırlığı ayak ucunda. Vücudu sağa sola sallanıyor. Taş gibi ağır. Hava hiç esmiyor. Daha fazla ayakta durmaya tahammül edemiyor. Çömeliyor yere. Titremeye başlıyor. Önce inceden inceden. Giderek şiddetle. Sarsılıyor az sonra. Ne yapacağımı bilemiyorum. Kafasını tutup göğsüme bastırıyorum. Soramıyorum. O da söyleyemiyor. Gece barı kapattıktan sonra sabaha kadar bahçede oturup içiyoruz. Konuşmadan geçen saatlerin sonunda, o, diyor, kazada ölmüş. Bir daha bu konu asla açılmıyor. Bahadır asla ilk tanıştığım günlerdeki pervasız neşesine geri dönemiyor.