30 Ekim 2012 Salı

Pervasız.


Her kararını aklıyla vermekle övünen bir neslin çocuklarıyız, diye bu mutsuzluğumuz.
Uzun uzun düşünüp, kalbi yenik düşürecek bahaneler üretmekten bitap düşüyoruz. Çok derinlerde bir yerlerde, aslında ne aradığımızı biliyoruz. Sadece onları bulacağımız yerlere gitmeye cesaret edemiyoruz. En çok istediğimiz şeylerden, sesini duyduğumuz ama göremediğimiz korkunç masal kahramanları gibi ürküyoruz. Her sabah bulduklarımızı, gece yarısıyla beraber kaybediyoruz. Her günün sonunda yenik düşenler hanesine adımızı yazdırıyoruz. Tam uykuya dalmadan önce, içimiz sıkılıyor. Alın yazısı, olmadı, diyoruz. Avunuyoruz.

İsimlerini bir bir bildiğimiz duyguları hissedemiyoruz. Gölgesinde uyuduğumuz ağacın yaprağına değemiyoruz. Hepimiz durmadan sürgün veren ağaçlarken, havuç gibi sebzelere dönüştük. Havaya üfleyip hafiflemek varken içimizden geçenleri, toprağa doğru biriktiriyoruz. Bir anda yeşerip, aniden çürüyoruz. İçimizdeki bir yere saplanıp kalmışlıktan kendimizi kurtaramıyoruz. Bir havucun hisleri ne kadardır bilemiyorum ama biz kendi günlük rotalarımıza prangalıyız, düşündüğümüz şeylerin yarısı kadar bile olan biteni hissedemiyoruz. Kendimizi günlük heveslerden kırbaçlarımızla terbiye edip, mutluyuz zannediyoruz.

Oysa hayatın içinde hissettiğimiz anlar kadar varız. Manzaraya ne kadar baksak yine de aklımıza kazıyamıyoruz. Sonsuza kadar saklamak istediğimiz anları bile ertesi gün unutmaya başlıyoruz. Halbuki kalple her anı ayrı ayrı damıtıyoruz. Yıllar sonra hep onun şişesinden çıkan kokularda sarhoş oluyoruz. Yıllardır içeride ne saklandıysa, geceleri onunla rüyalarda geziyoruz. Bazı geceler aklın ne işe yaradığını bile hatırlayamıyoruz. O zamanlar hafifliyoruz. Kanımız ısınıyor. Sessizce gülümsüyoruz. Yine de büyük harflerle ağlayamıyor ve kimseler duymuyormuş gibi içimizden gelerek gülemiyoruz. Toplasak bir defter sayfası bile etmez kahkahalarımız. Belki de sadece ölüm gibi anlarda pervasızız.
Bu yüzden ıssız odalarda bu kadar patavatsızız.