26 Kasım 2014 Çarşamba

Leblebi

Çok seviyorum ama, dedi sonunda. Sustum. Bazı cümlelerin, kendilerinden sonra gelecek başka bir cümleye tahammülü olmadığını biliyordum.

Çok seviyorum, dedikten sonra bar taburesinden yalpalayarak, zar zor indi. Yorgun suratlı genç garsona tuvaleti sordu. Öyle bir hali vardı ki; içimden onu uyutup sabaha kadar ayak ucunda oturmak, uyku arasında ağlayarak uyandıkça, tamam, geçti deyip, avucunu okşamak geliyordu. En savunmasız haliyle oturuyordu akşamın erkeninden beri karşımda. Savaş meydanının ortasına her şeyden habersiz dalan bir çocuk saflığındaydı. Bir gram makyaj yapmamıştı. Yüzü incelmiş ve eskimişti. Kestane saçları başına sonradan eklenmiş gibi yerini bulamıyor; her teli ayrı istikamete savruluyor, gözlerine batıyor, konuşurken ağzına giriyordu. Gözlerinde delikler açılmıştı. İnsan biraz uzun baksa, içindeki karanlığı görüyordu. Kalbiyle beraber vücudunun zembereği kırılmış, elinin kolunun ayarı kaçmıştı. Masanın üzerinde konacağı yere karar veremeyen bir sinek gibi dolaşan ince parmakları hareket ettikçe, kafamı başka bir yöne çeviriyordum. İçimdeki acıma hissi, yavaşça tadı ekşi başka bir şeye dönüşüyor, kaçmak istiyordum. Onun bu halinden arkama bakmadan kaçıp gitmek ve söylediklerini sonsuza kadar aklımdan çıkarmak için ölüyordum. Şimdi o yokken kalkıp gitsem ve onu burada bu haliyle bıraksam diye düşünürken, garson yeni bir tabak karışık çerez getirdi.

 Ne kadar acıktığımı o an fark ettim. Bol acılı bir kase işkembe çorbası, sarımsaklı ıslak hamburger, ağzını açmış bol limonlu bir porsiyon midye ve içi alınmış yarım ekmeğe doldurulmuş, bol baharatlı kokoreç selam vererek önümden geçtiler. Ben yemem ki böyle şeyler, dedi. Tuvaletten dönmüştü ve demek ki, aklımdan geçenleri o da görmüştü. Zaten kim çok mutlu olduğu sakin bir pazar öğleden sonrası birden bol acılı ve sarımsaklı kelle paça çorbası içmek ister ki, diye düşündüm. Her gün biraz daha derine gömülüp, her gece seni ağlatan o şeyleri öldürmek için kendini rakı sofralarına, tuzlu tekila kadehlerine, içinde dağ gölleri oluşturan litrelerce biraya vurduktan sonra, tüm güzel anıların gittiğini ama onların kaldığını gördüğünde. Evet,  işte tam o an. Kendinden alacağın intikam bir yarım ekmek kokoreçe dönüştüğünde. Dudaklarından midene acı baharatlar ip gibi uzadıkça, dilin yanıp, gözlerin doldukça. Tenin ısınıp, yanakların hafiften kızarınca. Öyle iki lokmada bitecek gibi değil.  Çiğnedikçe ağzında büyüyen ısırıklar. Lezzetli değil, ekmek taze değil ve sen zaten aç bile değilsin. Ağzında çoğaldıkça çoğalan beyaz ekmek birazdan içinde ölmeyen o şeylerin üzerine beyaz bir yastık gibi çökecek. Nefessiz bırakıp hiç olmazsa seslerini kesecek. Ve sen ertesi sabah hayal meyal hatırladığın bu anlardan, tiksineceksin. Bir an önce sindirip, vücudundan atmak isteyeceksin. Ya da son lokmayı yutup; bir köşeyi dönecek, birkaç adım atacak ve kusacaksın. Yüzlerce insanın ortasında, kimsesiz biri gibi. İçinde ne biriktiyse bırakıvereceksin ortalığa. Belki zehirlenip ölmüşlerdir diye düşüneceksin birkaç dakika. Kafanın içinde beyaz bir sessizlik olacak. Birine tutunacaksın ya da bir duvara dayanıp, duracaksın. Bunları sessizce düşünüyordum ama sanki onun bu yeni hali, söylemediğim şeyleri bile duyar gibiydi. Kafasını salladı.

Saatler geçti. Gece, çocukluktan ilk gençliğe adım attı. Bitmeyecek bir hikaye dinliyordum; anlamış ve kabullenmiştim. Çerez tabağının içinde beyaz leblebiler sağa sola çarparak yuvarlanıyorlardı. Zaten ilk seçilen bademlerle sizin aynı midede buluşacak olmanız başlı başına bir hikaye, diyerek, onları da attım ağzıma. Ne kadar çok sevip ne kadar çok haksızlığa uğradığını anlattığı hikaye devam ediyordu. Fark etmeden, ne vardı bu kadar sevecek, deyiverdim. Kafasını kaldırıp tam yüzüme baktı. Yüzümde bir yere dikkatlice, uzun süre bakarsa söylediklerini anlayacakmışım gibi. Kirpiklerini küçük bir kız çocuğu gibi kırpıştırdı. Ağlayacaktı. Durdurulamaz bir noktada olduğunu görüyordum. Uzanıp kolunu tuttum. Kalk dedim, gidelim. 

Yürüdükçe açıldı. Nefes alış verişi düzeldi. Kalabalık onun kafasını dağıttı, benimkini karıştırdı. O an, nerede, ne yaptığını ikimizin de bilmek için delirdiği aynı adam, onu mahvettiğinden habersiz, telefonumun cevapsız aramalarında bir isim olarak duruyordu. Birazdan mesajlar atacak, buluşalım diyecek, ben mesajları okurken suratımda en ufak bir gülümseme olmasın diye tüm kaslarımı hizaya dizecektim. Yine de bir saniye bile düşünmeyecek, neredeyse oraya, nehre düşmüş kuru bir yaprak gibi sürüklenecektim. 

Balık pazarından çıkarken, şu midyelerden yiyelim, diye tutturdu. Durduk. Narin ellerinde bembeyaz yarım ekmek, bir tepeye çökmüş bulut gibi duruyordu. Nefes almadan, beni şaşırtarak yedi. Her lokmayı, ne olur tadına bak, diye ısrar ede ede çiğnedi. Günlerdir doğru düzgün bir şey yememişti, belliydi. Ellerini kolonyalı mendile sildi. Çöpünü katlayıp kenara koydu. Koluma girdi. Caddeye çıktığımız an iki büklüm oldu. 
Sonrasında ayakkabılarımın üzerindeki kusmukları ve cebimde ısrarla titreşen telefonu hatırlıyorum.