Karanlıkta duvara yaslanıyorum. Buz gibi. Ürperiyorum.
Bu duvar, tam 18 ay 5 gün önce boyandı. Boyanın ismi, çöl pembesi. 2020 yılı renk kartelasının üstten ikinci sırasında, en solda. Seçtiğim rengi gösterdiğimde, yani, demişti boya ustası, a harflerini mümkün olduğunca uzatarak. Ne yani, demiştim. Biraz bulanık bir renk demişti, insanın içini bayıyor. Pek çok şeyden vazgeçtiğimiz anların işte tam da karşımızdakinin yanilediği, sessiz kaldığı ama sessizliğin içinde bunun saçma bir fikir olduğunu bağırdığı anlar olduğunu öğrenmiştim. Beğenmedin mi, demiştim. Dışımdan. İçimden, sana ne ya, sana ne, beğenmiyorsan kendi evini boyama bu renge, derken ellerimi başımın üzerinde dolaşan kara sinekleri kovalar gibi sallayıp durmuştum. O sırada ustanın telefonu çalmıştı, konu değişmişti. Boyadıktan sonra, valla ben güzel olacağını düşünmemiştim baştan ama beğendim, deyince tuhaf bir galibiyet hissiyle ellerimi göbeğimin üzerinde kavuşturmuştum. Yedi buçuk aylık hamileydim. Göbeğim, ellerim, gözlerim ve boya kokusunu duymamak için sıktığım burnum tam oradaydılar. Yani burada. Bu koridorda.
Hamilelik insanı sürekli gelecek planları yapan birine dönüştürüyor. Şimdi, geleceğin bir provasına eviriliyor. Bir de oturduğunuz evde çocuk odası olabilecek bir oda daha yoksa emlakçılarla ve kiralık ev ilanlarıyla uzun bir mesai sizi bekliyor. Emlakçı bize bu evi gösterdiğinde çok sıcak bir mayıs günüydü. Kadın o kadar sevimsizdi ki, sırf onu bir daha görmemek için evi tutmayabilirdik. Gel gör ki o gece rüyamda sapsarı bir güneşin yıkadığı çocuk odasında kendimi görmüştüm. Hayalet gibi, ayaklarım yere değmeden havada süzülüyordum. Hemen hayra yordum. Rüyamda bu kocaman odalara ne koyacağımı düşünmemiştim. Ya da yerden ısıtmanın çalışıp çalışmadığını. Aidatın kış aylarında ne kadar olduğunu da sormamıştım. Banyodaki rutubet kokusunun nereden geldiğini de. Böyle detayları görmezden gelir, sinek kovalar ya da terden sırılsıklam olmuş bacaklarımı gazeteyle yeller gibi başımdan savarım, gider. Koltuklar kapıdan geçer mi, yatak başı apartman sahanlığından döner mi, aklım bunları teferruat olarak görür. Başıma gelen nahoş olayların bir kısmını bu bakış açısına borçluyum. Bu genleri olduğu gibi bir küçük insana aktarmanın eşiğinde, belki babasına benzer yahu, deme iç ferahlığına da sahibim. Eski evimiz buna kıyasla o kadar küçüktü ki getirdiğimiz eşyalar salonun ortasında başka bir dünyadan gelmiş gibi kifayetsiz kaldılar. Eşyalar eve yerleştiklerinde ay sonuna yetmeyen maaşlar gibi nereye gittiklerini bile anlayamadık. Nakliyecilerin başındaki adam sırtındaki tekli koltuğu salona bırakıp, abla bir çocuk için evi bu kadar büyüttüyseniz ikinci çocukta şatoya taşınırsınız, demişti. Sende kaç çocuk var, demiştim. Beş, tane, deyince, e çok değil mi ne para yeter ne sabır onlara bakmaya, demiştim. Yani, demişti. A harfinin ne kadar uzun olduğunu tahmin edersiniz. Oda gerçekten ferah, aydınlık ve sabah saatlerinde güneşten sapsarıydı. Rüyalar, gece uykuları, yatak başı, üzerine yatamadığım karnım, daralan nefesim ve de geleceğe dair tüm ballı lokma hayaller oradaydılar. Yani burada. Bu koridorun hemen arkasındaki odada.
Uzun uzun dekorasyon dergilerini inceledikten sonra, ki artık karnım bir çeşit sehpa işlevi görecek büyüklüğe ulaşmıştı, salona bir cam masa sipariş etmeye karar verdim. Demirden, döküm ayakları olacaktı. Üzerinde de şahane bir camdan oval. Masada otururken hem metal ayakların parlamasını hem de kendi bacaklarımızı görebilecektik. Yemek yerken tabaklar, çatallar bıçaklar ve bizim hareket eden ellerimiz havada uçuyor gibi olacaktı. Ustayla salondaki kanepede oturmuş, masanın duracağı boşluğa bakarken, bu cam nasıl duracak peki bu ayakların üzerinde kendi kendine demişti, bağlantısı olmayacak mı? Nasıl bir bağlantı olacak, demiştim. Önündeki kâğıda ilkokul çocuğu ürkekliğiyle birkaç çizgi çizmişti. Arkeolojik kazıdan çıkmış bir tableti inceler gibi bir süre baktıktan sonra anlar gibi olmuştum. E böyle olursa cam olamaz ki üzerindeki demiştim. Ahşap yapalım abla, Allah korusun çocuk da geliyor, asıldı mı cama iner kafasına yavrucağın, demişti. Bakın iç ferahlığı ve olmazlara dik durmak bende ağırlık kaldırarak çalıştırılmış pazular gibi gelişmiştir. Orası Allah'ın takdiri artık, biz karışamayız, demiştim. Yani, demişti. Bu yani, basbayağı, deli kadın, yakacak çocuğun başını demekti. Sipariş verdikten bir süre sonra bazı uğursuz olaylar yaşandı. Önce demircinin babası vefat etti. Ardından kendisi zatürre oldu. Ardından demir döküm makinası arızalandı. Sonra elindeki işler çok biriktiği için uzunca bekledik. Uzunca beklemek demek, akşam yemeklerini salondaki sehpada iki büklüm yemek demekti. Umursamadık. Yeni eve davet etmediklerimize, vallahi evde yemek yiyecek masa yok tatlım, derken içimiz rahattı. Yalan söylemiyorduk. Sonunda bir gün, cam masanın tablasını üç kişinin güç bela altıncı kattaki evimizin kapısından içeriye soktuklarını gördüğümde işte, demiştim, artık doğurabilirim. O gün cam tablayı bu duvara dayadıklarında çöl pembesinin üzerinde çizikler oluştu. Ayaklarını taşırken vurduklarında derin olmayan çatlaklar. Parmaklarım, cam tabladaki parmak izlerini her gün silmeye yetecek takatim, yaşama sevincim ve de iflah olmaz heveslerim oradaydılar. Salonun tam ortasında.
Saat üç kırk altı. Evde mutlak sessizlik hâkim. Gidecek çok fazla yer varmış da hangisine gideceğime karar veremiyormuşum gibi kafam karıştı. Birden yoruldum. Yere çöktüm. Yalnızca hassas kulakların ve derin bir yalnızlık içindeki insanların duyabileceği tiz bir ses yükseldi. Parmaklarım hayali tuşlarda dolaştı. İnce do ve de mi bemol. Diyezler hapis tutuldukları kapıları yumrukluyor. Uzaklardan duyulan bir gemi düdüğü. Zamanın içindeki kaydıraktan düşüyorum. Düştüğüm zemin belki Beyoğlu’nda bir sokağın Arnavut taşı ya da pırıl pırıl parlayan bir meze dolabının camıdır. Gece, ağzımda iyi yapılmış bir lakerda gibi dağılıyordur. Dostlar hala vardır ve de etraftadır. Belki yumuşacık bir yastığın kafa kıvrımıdır. Uykunun bölünmek gibi huyları yoktur ve de kış günü içilen sıcak bir kâse sütlü çorba tadındadır. Hiç belli olmaz belki cam gibi bir göldür, dibinde bin yıllık bir bazilika gömülüdür. Zeytin zamanıdır da yere düşen bir tane içindeki yağı toprağa salarken ben de tam o iğne ucu kadar yere denk gelmişimdir. Cebimden çıkardığım çıtır bir dilim ekmeğin ucunu banıyorumdur. Söyledim mi hatırlamıyorum, mevsim sonbahar. Ve geceler çok uzun. Yalnızca uyumayanların bildiği bir zaman dilimi başlıyor gecenin bir yerinde. Faydalı bir şey yapmanın mümkün olmadığı bir zaman. Hiçbir iyi düşüncenin uğramadığı izbe bir karanlık. Duvarlara, tavanlara, parkelerdeki aralıklara boş boş baktıkça uzayan sakızdan bir fenalık. Parmak uçlarımda P.’nin odasına yürüyorum. Kafam içine doğru göçmüş gibi hissediyorum. Volkanik bir dağ patlamış ve tüm medeniyet lavlarla kaplı bir deliğe düşmüş. Uzun süreli uykusuzluğun yarattığı tahribat bu, diyorum. Eğilip, yüzüne bakıyorum. Hangi iklimin meyvesi gözlerin? Çok sevmenin bir tür efsun gibi bizi sardığını ama panzehrinin de geceleri içilen sütlerde, ansızın uyanılan sabaha karşı saatlerde, pişik kremlerinde ve iki karış uzunluğundaki zıbınlarda olduğunu kabul ediyorum. Kim olduğumu hatırlayamayarak uyandığım sabahlarda kimsenin anlayamayacağı haritalar çizip geceleri kaybolmamak için beşiğin baş ucuna diktiğimi bir tek ben biliyorum. Kollarım artık benim kollarım değil. Memelerim bir başka vücuttan alınıp benimkine bağlanmış gibi hissederken, dolaptaki askılarda sallanan kıyafetler gibi içinde olduğum ana da sığamıyorum. Fermuarı kapanmayan, düğmeleri patlayan ya da bacaklarımdan yukarıya geçmeyen bir kocaman sıfatın içine sığmaya çalışıyorum. Dudaklarım, dilim, sıktığım dişlerim. Hepsi burada. Ayağıma bir oyuncak batıyor. Doğru delikten attığında kutuya sokabileceği sarı bir üçgen. Ah diyorum. Çatıdaki martılar bana gülüyor. Hormonlarım ip atlamaya devam ediyor. Beşiğin yanındaki koltuğa oturuyorum. Sırtım, boynum, belim, hepsi buradalar. Annelik de zormuş yahu, diyorum. Yani, diyor içimdeki ses.
Yani.