24 Şubat 2014 Pazartesi

Fotoğraflar

Fotoğraflarda zaman, olup olabileceği en fevkalade anda donuyor. En çirkin fotoğrafta bile insanlar gerçekte olduklarından  daha güzeller. Geçen zamanın aynasından yansıdıkça daha da güzelleşiyorlar. Belki de her geçen gün daha yaşlı ve o günkü halimizi özler olduğumuzdan bize öyle geliyor. Belki geçen zaman bir simyacı gibi tüm trajik olayları tatlı anılara dönüştürmeyi başardığından öyle sanıyoruz. Olabilir. Fakat bazı şeyler var ki göz ardı etmek imkansız. Mesela bir türlü bitiremediğin o kalın kitabın arasına koyduğun o fotoğrafta, senin o ayağın yok mu? O kalabalık masadaki yarısı yenmiş yoğurtlu mezelerle, henüz açılmış ikinci şişe rakıyla, arkanızdan geçen hiç tanımadığınız ve tanımayacağınız adamın suratındaki anlık şaşkınlıkla, mor suları bambaşka bir alemden gelip marul salatasına konmuş gibi duran turplarla, bakacağı yeri tutturamayan bazılarınızınki kapalı gözlerinizle, şakacıktan gülümseyen dudaklarınızla, hiçbir şeyle hiç ilgisi olmayan o çıplak ayağın. Masadaki herkesin sandaletleri, keten ayakkabıları, ince bantlı terlikleri kibarca yere basarken senin bacak bacak üstüne atmış duruşundaki pervasızlık. Havada asılı kalmış gibi duran ayağında, ayağının altında hiç güneş görmemiş bir beyazlık. Yerdeki tekinin yanında, uysal bir köpek gibi ayağının geri dönmesini bekleyen bir terlik. 
Ayağını görünce insan dönüp bir kez daha yüzüne bakmak istiyor bu ayağın sahibinin. Şöyle bir yüzündeki gülüşün sahiciliğine dokunmak istiyor. Şöyle bayağı bir elleri değsin istiyor yüzüne. Yüzünden dökülen bir şeyler avuçlarını doldursun istiyor. Sanki fotoğraftan geçen bir şey, insanın kalp atışlarını hızlandırıyor. Bir an, ben de o gün oradaydım, diyor insan. Oysa değildi, biliyor. Yine de bu benim de içinde var olduğum bir an olsun istiyor. Duvarına çerçeveletip asacağı birkaç dakikalık bir anı istiyor. O fotoğrafta yanında oturup, omzuna elini atmış olsaydı, hafiften bacağı değiyor olsaydı sana, gece hafifçe serinleyince saçlarından rüzgarla birkaç tel uçuşup koluma düşseydi, diyor. İnkar etmenin alemi yok, basbağı istiyor insan. Ne kadar sapkınca olursa olsun umrunda değil. Bir parçanı alıp götürmek istiyor. Gece yatağına yattığında sadece kokunun yankısını değil; gömleğinden kopmuş bir düğmeyi, birkaç saç telini, bir fotoğrafını, verdiğin bir bükülmüş kağıdı, bir şeyi, istiyor. Seni istiyor en çok tabii. Ama onu hayal etmeye cesaret edemiyor.

Fotoğraflara baktıkça insan elinden kaçırdığı mutlulukların listelerini çıkarıyor. Beraber gidilebilecekken gidilmemiş yerlerin, beraber içilmemiş çayların, limonataların, sahleplerin hesabını yapıyor. Kaç serin gecede birbirinin ayaklarına dolanarak uyumadığını, kaç sıcak günde yan yana havlulara uzanıp güneşlenmediğini hesaplıyor. Kaç porsiyon köftenin acılı, acısız, kaşarlı beraber yenemediğine,  gece yarıları ne ekmek arası kokoreçlerin, dönerlerin kaçırıldığına inanamıyor. Hele pazar kahvaltılarına gelince konu, içi kaldırmıyor, düşünmeye bile dayanamıyor. Kaç gün batımı, kaç gece yarısı, kaç ikindi vakti diye düşündükçe, içinde çok derinde bir yerler sızlıyor. Hoyrat bir makasla yanındaki yüzleri oyup, yerine kendi yüzünü yapıştırmak istiyor. Oysa orada üzeri güneşten esmerleşmiş, altı süt beyazı bir ayak var, havada sallanıyor. Fazlasıyla gerçek.  İnsan elini uzatsa dokunabilirmiş gibi, uzun süre baksa parmaklarını oynatacakmış gibi, biraz daha böyle dursa uyuşmaya başlayacakmış gibi, tam orada duruyor.

Fotoğraflar, diyorum evet. Hala fotoğraflar. Her gülüşünü ayrı ayrı yakalamış fotoğraflar. Karaköydeki fotoğrafçının ben gidip fotoğrafları bastırdıkça yüzüme deli diye bakıp, halime üzüldüğü fotoğraflar. Kitap ayracı, bardak altlığı, mendil, not defteri, zarf, pul, not kağıdı diye kullandığım fotoğraflar. Her gömleğimin, ceketimin bir cebine; cüzdanımın, çekmecemin bir yerine;  çerçevelerin en serinine, aynaların kenar çizgilerine; rüzgarlı akşamların göbeğine, yastık kılıflarının iç dikişlerine birer tane iliştirdiğim fotoğraflar. Posta kutusuna senden bir mektup gelirse yabancılık çekmesin diye koyduğum fotoğraflar. Gidince kendinle beraber götürdüğün güzel yüzünü ya aniden bir sabah unutmuş uyanırsam diye korkudan kendi yüzümden çok gördüğüm fotoğraflar. Sen belki anlamazsın ama o yüzlerde benim hiç yaşanmamış günlerim, sana saklayıp kullanmadan eskittiğim bir ömür var. 

Senle çekildiğimiz fotoğraflar sanki sigaradan sararan bıyıklar.







13 Şubat 2014 Perşembe

Alışkanlık

Alışkanlık bizimkisi artık aşk kalmadı, dediğinde ikimizin arasında upuzun bir sessizlik oldu. Ne desem içindeki mutsuzluğun yüzüne yapışmış gölgesini hafifletmeyecekti. Biliyordum. Bir kez mutsuz olmayı kafasına koymuş bir insanı hayatta durdurabilecek hiçbir şey olmadığını çoktan öğrenmiştim. Fincanın dibinde çoktan soğumuş kahvesinin son yudumunu içti, yüzünü ekşitti. Zayıflamıştı. Belli ki bardağın dibinde buz gibi olmuş kahve yudumlarını asla ziyan etmezken, yemek yemek pek aklına gelmiyordu. Bilekleri incelmişti sanki son gördüğümden bu yana. Yüzündeki mahzun ifade gözbebeklerini büyütmüş, yakışmıştı ona. Neşeli hallerini kaybedince daha sıkıcı ama daha dingin bir insan olmuştu. İkimiz güneşli bir öğleden sonra ağaçlı bir kafenin gürültüsünün içinde hayatlarımızın aynılığını ve asla değişmeyecekmiş gibi gözüken sıkıcı düzenini birbirleriyle yarıştırıyorduk. Görünüşe bakılırsa o tükendiğini düşündüğü ilişkisiyle, benden bir adım öne geçmişti. Yalnız olmanın iyi yanı; insanın bir kez alıştığında, kimseyle beraber olmamanın tatlı hüznü içinde başka bir trajediyle karşılaşmayacağından emin olabilmesiydi. Oysa sıcak yataklarda uyumanın kalp kırıklarıyla ödenmesi gereken bir bedeli vardı.

Yani, artık heyecanlanmıyorum onunlayken, dedi. Hikayesine yeterince üzülmememe alınmış gibiydi. Bunu farkedince elimdeki kaşığı boş fincanın içinde döndürmeyi bırakıp, tabağın kenarına dayadım. Aklımdan onunla alakalı olmayan düşünceleri kovup anlattıklarına odaklandım ve ne kadar uğraşsam ona hak veremeyeceğimi anladım.

Benim için biriyle beraber olmak; gittiğim her yere gömleğimin iç cebinde onu da taşımaktı. Onun olmadığı her yerde gördüğüm güzel manzaraları daha sonra anlatabilmek üzere aklıma kazımaktı. Dilimin ucunda mevsimin ilk çileklerinin, enfes pişmiş kuzu tandırlar, ılık fırın sütlaçların, bal gibi incirlerin, şahane ada üzümlerinin, ev yapımı portakal reçellerinin, yediğim içtiğim her güzel şeyin tadını, öptüğünde o da tadabilsin diye saklamaktı. Bittiğinde kalbini kırdığımı anladığım her konuşmayı, gün boyu kafamın içinde evirip çevirmek, kendimi kendime affettirecek milyonlarca cümle üretmekti. Bir kavganın en şiddetli yerinde haklı olup olmamayı zerre kadar umursamadan, tamam, barışalım, deyip sarılabilmekti. Akşam eve geldiğinde yan yana oturup, öğlen ne yediğini, sabahki açmanın midesini nasıl yaktığını, iş yerinde sevmediği kızın yine ne kadar aptalca şeyler yaptığını, akşam trafiğinin ne kadar yoğun olduğunu ve gitmeyeceğimizi bile bile bu şehirde artık ne kadar yaşanamayacağını, sakin bir yere taşınıp, bahçeli bir evde üç tane köpekle yaşamanın ne kadar harika olabileceğini konuşmaktı. Haftasonları akşamüzeri birasının yanına patates kızartsak ne güzel olur diyen sevgiliye, ben zaten fritöz alsam mı diyorum deyip, yok şu kızartma tencerelerin alalım demekti, gecenin bir yarısı kalabalık bir yemek masasının tam ortasında. Bir deniz kıyısında otururken güneşin batışında boynunun en güzel yerinden son kez olacakmış gibi korkarak öpmekti. Bir sinema salonunda ellerindeki avuç boşluğunu el yordamıyla bulabilmekti. Dudaklarının, çenesinin, yanaklarının, gülümseyince ortaya çıkan çukurların ve kırışıklıkların yerini milimetrik canlandırabilmekti gözlerimi kapattığımda. Her kavganın neresinde zıvanadan çıkacağını, neresinde susacağını bal gibi bilip, avazım çıktığı kadar bağırırken aslında hemen biraz sonra, çok tatlı bir barışın gelip omzuma konacağından içten içe emin olmaktı. Sırtını dönüp uyuduğu küs bir gecede, aniden dönüp sarılsam her şeyin düzeleceğini bilmekti. Ne yaşanırsa yaşansın, dünya bitene kadar belki farklı bir şekilde ve şiddette ama beni hep seveceğinden şüphe duymamaktı.

Biriyle tanışmak, sarhoş bir gecede öpüşmek, yalnız bir anında aramak, buluşmak için en güzel kıyafetini giyip her söylediğin cümleden önce düşünmek zor şeyler değil. Dünyadaki herhangi biriyle beraber olmak zor değil. Parlak taraflarını daha da parlatırken defolu yanlarını saklamaktan yorgun düştüğün bir ilişki bulmak zor değil. Hayatının en ilginç zamanlarını dinlediğin ilk buluşmalar zor değil. Eline dokunduğu an etrafa yayılan titreşimi hissetmek zor değil. İçindeki yalnızlığı tek hamlede öldüren neşeli şeylerin seslerini duymak zor değil. Daha zor şeyler var hayatta. Bir kez bulduğunda ne olduğunu tam olarak anladığın ve alışkanlıklardan kötü ve kolay bir şeymiş gibi bahseden birini duyduğunda suratına bir bardak suyu çarpmak istediğin bir şey. 

Evet, dedim başımı sallayıp en iyi hak veren gülümsememle yüzüne bakarken. Onu sevmeyi alışkanlık haline getirmiş adama üzülmekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. 
Heyecan çok önemli, evet.