3 Ekim 2017 Salı

Antikacı

Bugün seni aradım. Açmadın.

Sesinde neler vardı, göremedim.  Bu artık benimle ilgili her şeyi silip attın demek olabilir.  Senin ucunda olmadığın bir uzun telefon çınlamasının benim içimde ilmek atması yıllar süren kaç düğümü açıverdiğini bilirsin. Ben de senin yüzyılın en büyük acılar antikacısı olduğunu bilirim. Söylediğim kötü sözler, ettiğim hakaretler etine olta ucu gibi saplanıp kalmıştır. Gözünün içine bakarak ettiğim ahlar omuz kemiklerini vurup geçen kurşunlar gibidirler. İlk anda olayın sıcaklığıyla anlamamışsındır da gece yatağına yatıp uyumaya çalıştığında canın çok acımıştır. Omzun kırılıp kucağına düşmüştür. Gece yarısı acil servislerde doktor aramışsındır. Ne yapsalar yerine düzgün kaynamamıştır. O günden sonra kimseye dilediğin gibi içten sarılamamışsındır. Kafanın üzerinde beraber dolaştığın kapkara bir bulut gibi, bu da senin lanetin olmuştur. Açmamışsındır.

En son kapıyı öyle bir vurup çıkmıştım ki duvardaki boyalar halının açık renk olan yerine dökülmüştü. Kapı, ben ne yaptım, der gibi menteşelerinden sallanmıştı. Sen öylece bakmıştın. Öylece bakan gözlerinde, birkaç martı çatıdan atlayıp intihar etmişti. Camdan yapılmış gibi hassas midende bir yer kasılmaya başlamış, bir dalga gibi büyümüş ve ben daha apartmanın alt kapısından çıkarken seni klozetin önünde iki büklüm kusar hale getirmişti. Diline cam kırıkları batmıştı. Onlar bana hiç söyleyemediklerindi. Hepsi boğazın pis sularına karışıp gitmişti. Bir uskumru tesadüfen yemiş ve kırk yıl sonra tüm sürüleri boğaza geri dönmeye ikna edebilmişti. Oysa sen ağzını açıp tek kelime etmemiştin. Onun yerine ağzından tuhaf kokulu, buhar gibi bir -poh- sesi çıkmıştı. Yolda kaldıktan sonra takviyeyle çalıştırılmış eski bir arabanın egzozundan ilk çalıştığı an çıkan bir ses gibi. Poh. Bir tıkanıklık aniden açılmış gibi. Belki miden kasılmaya içinden çıkan o sesten sonra başlamıştır. O ses bulutu havadaki toz zerrecikleriyle kol kola girmiş, irileşmiş, pencereden çıkıp gitmiştir. Kesin aceleyle, önüne bakmadan gidiyordur, kendi halinde gökte asılı duran bir yağmur bulutuna çarpmıştır. Hiç beklenmeyen bir zamanda zavallı fanilerin üzerine yağmur yağmıştır. Telefon çalarken gök gürlüyordur, duymamışsındır.

Hiç affetmediğini bilirim. Ne kadar affetmediğini düşününce aklıma çöp evler geliyor. İnsanların pis, gereksiz, sıradan, hastalık yuvası dediği ne kadar anı varsa kolundan tutup getiriyorsun. Muhabbetleri kötü. Nefesleri iğrenç kokuyor. Üstlerinde paçavraya dönmüş kıyafetler. Hangi köşede görsen, çirkin suratlarını hemen tanıyor, aklında bir koltuğa oturtuyorsun. Ben seni şuradan hatırlıyorum, diye başlıyorsun lafa. Hafızanla şaşırtıyorsun. Kahve molası bile vermeden saatlerce konuşuyorsun. Her seferinde içinde bir karanlık oda daha inşa ediliyor yenilerini misafir etmek için. Aklının iplerinden biri daha kalitesiz halatlar gibi ufalanıp gidiyor. Sırtına bir ürperme geliyor. Boğazın ağrımaya başlıyor. Ne gerek var, diyorum. Neden, kendine işkence ediyorsun? Oysa sen kendini affedemediklerini unutmayarak besliyorsun. 

İnsan en çok sevdiklerini en zor affediyor. Sen beni affetmenin kenarındaki dahi geçmiyorsun. İçinde beraber var olabileceğimiz hiçbir fotoğrafı çekmiyorsun. Sarhoşluğunda beni hatırlayacağın içkiler içmiyorsun. Nereye oturmak istersiniz diye soruyorlar, cam kenarını seçmiyorsun. Sokağımdan geçmiyorsun. Aklıma gelmekten vazgeçmiyorsun. Saksılara yeni sardunyalar dikmiyorsun. Deniz kıyılarında gitmiyorsun. Güvercinlere yem vermiyorsun. Karpuzdan irice bir dilim kesip kollarından sularını akıtarak yemiyorsun. Gülümsemiyorsun. Bomboş tarlalardan geçip bir domates tohumu dahi ekmiyorsun. Bekliyorsun. Loş bir odanın sessizliğinde. Telefon çalıyor çalıyor çalıyor. 

Açmıyorsun.