25 Temmuz 2015 Cumartesi

Gidilmemiş yerler atlası-10


Yok canım, üzülmüyorum da, ne gerek vardı şimdi bu tatsızlığa. Yüz yüze bakacağız sonuçta burada, komşuyuz, derken topraklı tarafını yüzüne değdirmemeye çalışarak, elinin tersiyle yüzüne gelen saçları kulağının arkasına itti. Şu arkandaki kırmızı saksıyı uzatır mısın bana canım, yok, kırmızı olanı, küçük olan, evet o, diye temiz eliyle işaret etti. Hem zaten bana ne canım, diyen sesi söylediği her cümleden sonra kontrolsüzce biraz daha yükseliyordu. Parmaklarının uçlarıyla iyice bastırdı toprağa. Kökleri derine yerleşmezse tutmuyordu bu sardunyalar. Balkonun önündeki uzun saksıya geçen hafta diktiklerinden biri hemen kurumuş, sapsarı, uzun bir sopa gibi kalakalmıştı. Fışkın pembe dallarıyla insanın gözünü alan diğer saksıların yanında, ölümün hala bir şekilde var olmaya devam ettiğini hatırlatır gibiydi. Zaten bir şey gelip hatırlatmasa, insan burada zamanı tamamen unutabilirdi.

Bu coğrafyada vakit düz bir çizgide ilerlemiyordu. Yumuşak sakızlar gibi, insan ne kadar şişirirse o kadar büyük bir balon oluyor, patlamıyordu. Bazı sabahlar uyandıklarında yeni bir güne başlamış, bir gün daha yaşlanmış ya da içlerindeki yaşama hevesinden bir gram azalmış gibi hissetmiyorlardı. Dün, yana doğru uzamıştı, yaşanıp bitmemişti. Birazdan adam, kadının önüne getirip koyduğu tepsinin içindeki taze fasulyeleri ayıklarken de zaman geçip giden bir şey olmayacaktı. Güllerin dallarını budarken de. Akşamüzeri salatalıkları, kabakları, naneleri sularken de. Hava iyice serinlediğinde köpeği yürüyüşe götürürken de. Zaman, önlerinde duran, yanından geçerken ayaklarına takıldığında yerden alıp, başka bir yere koydukları bir şeydi. Giriş kapısının yan tarafındaki sundurmanın altında, tadilattan artan bir kutu mavi yer seramiği, sapı kırılmış güneş şemsiyesi, iç içe konmuş çatlak saksılar, mangal kömürleri, köpeğin eski mama kabı ve nedense bir türlü atmadıkları, yağmurdan çürümüş tahta çilek kasalarının hemen yanında, havası sönüp, rengi solmuş bir basketbol topunun sağ tarafında duruyordu. Bir yere gittiği yoktu. Bakınca hiç de koşup gidecek bir şeye benzemiyordu. Kimsenin onu umursadığı da yoktu. Arka bahçedeki domatesler önce yemyeşil çirkin bir hayvan gibi dallardan sarkarken de, hafifçe utanmış gibi kızarırlarken de, dalların boynunu eğip olgunlaşırlarken de, ehemmiyetsiz bir şeydi. Kokulu bir domatesi bileğinden tutup kopardıklarında sanki yazdan bir parça da kopup, ellerinde kalıyordu. O akşam çoban salatanın içinde zeytin yağına kendini teslim edip, ne kadar suyu varsa saldıkça, vakitler de önlerinde parçalanıyordu. Taş fırından aldıkları içi pamuk gibi ekmek dilimlerini salatanın suyuna banıp yedikçe sıcak haziran günlerini de yemiş oluyorlardı. Bamyaların uçlarından temmuzun nefes alınamayan öğleden sonraları sarkacaktı daha. Bir şeker kavunu koparıp kestiklerinde, çekirdeklerinde seviştikleri geceler tek tek açılacaktı. Asma yaz sonunda bütün bir kışın büyüttüğü hevesleri üzüm üzüm önlerine serecekti. Bağ bozumunda, bu yaz da gitmek isteyip bir türlü gidemedikleri amfi tiyatro konserlerini, klimayı açık unuttukları bir gece sabaha kadar üşüyüp hasta olduklarından içemedikleri buz gibi rakıları, çok dalgalı diye denize girmedikleri bir berrak koyu, birinin migreni diğerinin romatizması tutup yataktan çıkamadıkları billur bir ağustos gününü asma yapraklarıyla beraber sirkeli suya basıp, bir kavanozda bekleteceklerdi. Geçip, biten bir şey olmayacaktı.

Kadın çömeldiği yerden belini tutarak yavaş yavaş doğruldu. Arka bahçeye dolaşıp, bahçe hortumunu buldu, suyu açtı. Hortumun içinde kalan güneşte ısınmış suyla ellerindeki toprakları yıkadı. Öğlen oluyordu. Hiç rüzgar yoktu. Deniz çarşaf gibiydi. Bütün yaz eğlencesini ve bu yaza ait anılarını biriktirmek için birkaç günü olan tatilciler çoktan  kumsaldaki şezlonglara uzanmışlardı. Değişik milletlerin bayrakları gibi rengarenk havlularını buldukları yere sermişlerdi. Beyaz kumların bağrına terliklerini edepsizce saplamışlardı. Ayak parmaklarından göz kapaklarına tüm vücutları güneş kreminden parlıyordu. Hiç kıpırtısız. Tek ses çıkarmadan gözleri kapalı yatıyor da olsalar, içten içe aceleleri vardı. Çok gençlerdi. Sütun gibi bacakları arada bir sağdan sola, önden arkaya yer değiştiriyordu. Şezlongun ortasındaki desen dümdüz karınlarında dalgalı izler bırakıyordu. Havlularının üzerinde terliyorlardı. Tek bir kırışığın olmadığı göz altlarına hasır şemsiyenin aralıklı örgülerinden güneş vuruyordu. Sıcağın onlara yapmak istediği hiçbir şeye ses çıkarmıyorlardı. Şimdi kendilerini teklifsiz, sakınmadan açtıkları bu güneş, gece karanlığı denize düşerken kendini unutulamamış eski bir sevgili gibi hatırlatmaya başlayacaktı. Durup dururken içleri ürperecekti. Yatarken sırtları, bacakları rahat edemeyecek, için için yanacaklardı. Mideleri bulanacaktı gece yarısı. Bunlar yetmeyecekti. Bugün güneşin pürüzsüz parmak uçlarıyla  değdiği yerlerdeki körpe deriyi hatıra olarak burada bırakacaklardı. Kendi derisine sığamayan yılanlar gibi huzursuz, günlerce kaşınacaklardı. Senin tırnakların uzun, sırtımın şurasını kaşır mısın, diyeceklerdi yanlarındaki birilerine. Kendilerini soyup başka bir ten bulacaklardı altlarında. Ve bundan memnun olacaklardı.

Elleri kot şortunun ceplerinde, uzun uzun plajı izledi. Yere bıraktığı hortumdan akan serin suya değen ayakları ferahlıyordu. Terliklerini çıkardı ayağından. Çimenlere bastı. Suyu neden açtığını da, terasta can suyu dökülsün diye bekleyen sardunyaları da unutmuştu. Ellerini ceplerinden çıkarıp tişörtünün içinden göbeğine dokundu. Göbeğinden sonra yanlarındaki yağlara. Bacaklarının üst taraflarına baktı eğilip. Durduğu yerde sallandı. Derisini sıkıp, selülitlerini tarttı. Göbeğini içine çekti. Sabahları köpeği ben gezdirsem, yürüyüş olur, iyi gelir, dedi. Ya da kimseler yokken sabah erken denize girip yüzsem bir saat, bu göbek hemen erir. İçini çekti. Kaz ayaklarında dolaştırdı parmaklarını. Oradan boynundaki sarkık deriye değdi eli, ürperdi. Saçlarımı boyatmaya salı günü gitsem mi, biraz daha beklesem mi, diye düşündü. Yaşlanmaktan nefret ediyorum, demişti geçen hafta sonu kızıyla arka bahçede otururlarken. Kızı, aman anne sen daha yaşlı mısın, derken aslında basbayağı yaşlısın, demiş oluyordu. Menopoza girdiğinden beri çok alınganlaşmıştı. Hiç dert etmediği kadar dert ediyordu her şeyi. Geriye dönüp baktığında dolu dolu yaşanmış bir ömür görmesine rağmen, bu kadar mı, diyordu. Eskiden sokaktan geçerken topuk sesime dönen kafaları küçümser bakışlarımla ezen ben, neredeyim? Nişan fotoğraflarımızda bir kol sarılması kadarcık olan belim nasıl bu hale geldi? Açık bıraktığı su akmaya devam ediyordu. Ayaklarının altı çamur olmuştu. Aklına sardunyalar düştü birden. Ayaklarının altını yıkadı. Terliklerini giydi.

Adam gazetesinden kafasını kaldırmadan kadının ona yaklaştığını sezdi. Kadınla beraber oldukları yirmi üç senedir, ne zaman ona doğru yaklaşsa havaya incecik bir yasemin kokusu karışmış gibi olurdu. Şu hayatta ilk kez buluşup, dosdoğru göz bebeklerine baktığı kafe, deniz kıyısındaydı. Hava kar topluyordu o gün. Yıllardır görülmemiş bir soğuk, insanın nefesini havadayken donduruyordu. Gökyüzü bir parça kapkara pamuktan ibaretti. Henüz öğleden sonra olmasına rağmen kafenin bütün ışıkları yanmıştı. Kadın, içeriye girdikten yarım saat sonra bile atkısını boynundan çıkaramamış, üşümeye devam etmişti. İçtiği Türk kahvesinin üzerine bir büyük fincan da papatya çayı içmiş, parmak uçları ancak o zaman normal rengine dönebilmişti. Adam kadının morarmış tırnaklarını gördükçe yavru bir kumruyu alıp sever gibi, ellerini alıp kucağına sarmak istiyordu. Oysa o günlerin gelmesine daha vardı. Masanın karşılıklı sandalyelerinde, ayakları biraz haşarı hareketler yapsa kadına değebilecek mesafedeydi. Ne yazık masalar sanki incecik ağızlı fincanların cüsseleri sığmayacakmış gibi devasaydılar. Yukarıdan bakılsa daire şeklinde iki kafanın arasında kocaman bir kare, birbirlerine yaklaşmalarını istemeyen bir gardiyan gibi duracaktı. Adam papatya çayını fincanını koklamıştı çaktırmadan içinde biraz da yasemin mi var acaba diye. Kadın tuvalete gittiğinde eni konu dönüp arka taraflara bakmış, içeride bir saksıda yasemin mi yetiştiriyorlar diye aramıştı. Kadın gidince koku da yok olmuş, adam kadın gelip tekrar oturana dek buna bir anlam verememişti. Parfümü demek, diye düşünmüştü sonraları. Değildi. Beraber uyudukları ilk gecenin sabahında kadın saçlarından omuzlarına damlalar süzülerek banyoda dikilirken koku yine oradaydı. Hem de sarhoş edici biçimde yoğundu. Beraber deniz kıyısında yürüdükleri bir gece, kadına, biliyor musun, sen, yasemin kokuyorsun demişti durup dururken. Kadın gülümsemiş ama ne demek istediğini anlayamamıştı. Yasemin mi, demişti. Nasıl yasemin kokuyorum. Bilmem, sen bana yaklaşırken içime yasemin kokusu düşüyor öbek öbek, demişti. Öpüşmüşlerdi.  Adam, nasıl olup da bir insanın kendi kokusunu bilemediğine hayret etmişti.

Kadın elindeki hortum yavaşça köklerinde gezdirip, sardunyaları suladı. Her birini alıp teker teker terastaki yerlerine götürdü. Saksıların üzerindeki desenlerin hepsi aynı yöne bakacak şekilde yerleştirdi. Terasa döktüğü toprağı çalı süpürgesiyle süpürdü. Dikilip sırtını esnetti. Sıcak iyice bastırıyordu. Adam sandalyesinden kalktı. Yavaş yavaş yürüyerek kadının yanına geldi. Sırtına gölgesi düştü. Kafasını omzunun üzerine koydu. Boynunu kokladı uzun uzun. Ensesini öptü. Gel, dedi, güzellik uykusuna yatalım. 
Tatlı bir ürperti kadının ensesini uyuşturdu.

8 Temmuz 2015 Çarşamba

Gidilmemiş yerler atlası-9

Balkonda uzun uzun oturup kahvaltı ediyorum. Ben masada otururken kuşlar gelip balkon demirlerinde sıralanıyor. Kuşlar için evin yan sokağındaki temizlik süngeri, en adi marka deterjan, çalı süpürgesi, faraş, kedi maması, taşınanlara her boy boş koli ve ihtiyaç olmasa insanın asla aklına gelmeyecek bin bir türlü hırdavat satan dükkandan metal bir suluk aldım. Her gece ağzına kadar doldurduğum kırmızı çiçekli beyaz kabı sabah boş buluyorum. Bir kısmı havaya karışan suyun birazını susayan bir kuşun gagasını daldıra daldıra içtiğini bilmek tuhaf bir his. Balkon mermerlerine ufaladığım bayat ekmekleri, ben üçüncü bardak çayımı içerken toplanıp, yemeye başlıyorlar. Her sabah gelenler aynı kuşlar mı diye dikkatlice bakıyorum yüzlerine ama birini ötekinden ayırt edemiyorum. Tuhaf bir suçluluk duygusuyla benden önce ne yiyip içiyorlardı diye merak ediyorum.


Suluk almak için çıkmamıştım aslında evden o gün. 
İşi bıraktığımın ertesi gününün tamamını yatakta yatarak geçirdim. Akşama doğru acıkınca en büyük boy bir karışık pizza sipariş ettim. İki dilimini geldiği gibi, iki dilimini gece yarısı, bir dilimi sabaha doğru su içmeye mutfağa gittiğimde yedim. Öğlene doğru uyandığımda da kahvaltı olarak kalan son dilimi. O gün yatakta yatarken vücudumun stresten yavaş yavaş nasıl arındığını tüm benliğimde hissettim. İçimde binlerce antilop onlara doğru koşarak gelen aslanlardan kaçıyormuş gibi acelem vardı sabah uyandığımda. Nefesim bile düzensizdi. Artık her sabah yetişmem gereken bir yer olmadığını fark ettiğimde saçlarım dahil tüm uzuvlarım şaşırdı. Sizi taramayacağım bu sabah, dedim. Sıcak maşalarla hiçbir yerinizi kıvırmayacağım. Yatın. Yıkanmak da yok, dibinizden ucunuza kadar yağlanın.

Gün meğer ne uzunmuş. Öğlen olana kadar o günden sonraki hayatımla ilgili düşünmem gereken her şeyi düşünüp bitirmiştim. Terk edildiğime, yanlış işlerde senelerce mutsuz olduğuma, yalnızlığıma, başarısızlığıma defalarca ağlamıştım. Sonunda açlığım galip gelmişti. Bakkalı arayıp altı adet köy yumurtası, Edremit zeytini bir de Ezine peyniri istemiştim bir kalıp. Taptaze, sıcacık bir francala bul getir bana bir yerden, demiştim. Gülmüştü bana telefonda. Çırağı getire getire poşetli dilim ekmek getirmişti. Sesimi çıkarmamıştım. Kapıda sabahlıkla dikilirken ilk kez yüzüne bakmıştım çocuğun. Olsa olsa ortaokul öğrencisi olacak, kıvırcık saçlı, kavruk bir çocuk. Gözlerinin siyahı normal gözlerden daha parlak. Kafasını kaldırıp merdiven boşluğuna bakmıştı üst katta birine bakar gibi para üzerini verirken. Üst kata da mı sipariş var, demiştim. Yok abla sabah götürdüm gazetesini de, valizini çıkarttırdı bana, yazlığa mı gidecek diye merak ettim, demişti. Genç mi, nasıl biri, diye sormuştum. Üst kat komşumu tanımamama hayretle bakışını görmezden gelmiştim. Gazete getirme daha fazla diye arar gidecek olsa, demiştim. Çocuk bana gülümseyerek bakmıştı. Doğru dedin abla, demişti. Gülünce tüm yüzü büyümüştü. Dişleri bembeyazdı. Ağzı çocuğun yüzünden bağımsız biriymiş gibi, çocuk o kadar güzel değilken çok güzeldi. Hep gülse bambaşka bir yüzü daha olacaktı. Bozuk paraları avucuna tutuşturup, haydi kolay gelsin, demiştim. Sanki sabah okula giden oğlumu uğurluyordum. Tutup alnından öpecektim. Merdivende kayboluyordu ki, adın ne senin, diye seslenmiştim arkasından. Mahsun, demişti dönüp bakmadan. Hayatın kendisi bir komedi değilse neydi.

Peynirler sahanda eriyip biraz kıtır kıtır olana kadar başlarında beklemiştim. Her şeyde şairane bir yan buluyordum. Peynirlerin eriyerek tavada yarattıkları şekil bile bana bir şey anlatacak gibiydi. Üç tane yumurtayı, nasıl yerim yaz günü, bana çok değil mi diye bir saniye bile düşünmeden kırmıştım. Terk edildiğimden beri kendi içimden başka biri çıkmış ve alışkanlıklarımı yerle bir etmişti. Yaptığım hiçbir şeyi eskiden yaptığım gibi yapamıyordum. Göz göz yumurtalara ekmek banacak değilim diyerek tavadaki yumurtaları oralardan bir kasırga geçmiş gibi karmakarışık etmiştim. Yumurtaları karıştırırken dün gece üst kattan gelen sesler takılmıştı aklıma. Alıştığım saatte duymayı beklediğim sifon sesi, yer döşemesi gıcırtısı yoktu. Onun yerine sabaha kadar balkon kapısı açılıp kapanmıştı. Sabaha karşı mahur beste çalmıştı üst üste defalarca. Müziğin sesi o kadar açıktı ki gece yarısının sessizliğinde sokağın köşesinden bile duyulmuştur. Ağlama sesi bulmuştum sanki şarkı aralarında. Duyunca ben de ağlamıştım. Ben zaten kolayca her şeye ağlıyordum. Üst kat komşumdan da birkaç damla göz yaşını sakınmayacaktım. Balkonda rakı mı içmişti arkadaşlarıyla da, birkaç kadeh sonra kederlenmiş ağlamıştı. Öyle olsa konuşma sesi duyardım, yoktu. Yalnız başına oturmuş ağlamış mıydı? Neye üzülüyordu bu kadar? O da mı terk edilmişti yoksa daha acı bir olay mı vardı? Neden düşünüyordum bu kadar çok bunları. Yumurtayı çok pişirmeden kapattım altını. İki dilim ekmeği iyice kızarttım. Balkona çıkıp oturdum. Akşama kadar da oturdum. Bir demlik çayı tek başıma içtim. Hafif hafif rüzgar esti akşama doğru. Balkonu yıkadım, ayaklarım suyun içindeyken serinledim. Çiçekleri bol bol suladım. Okul servisleri doldurdu caddeyi öğleden sonra. Bir büyük bardak kahve içtim. Yanında normalde ağzıma sürmediğim sütlü çikolatalardan yedim. Yetmedi. Bir paket kakaolu bisküviyi birazını kahveme banarak, birazını iki parça bisküvinin arasındaki kremayı yalayarak, yedim, bitirdim. İş çıkış saati geldi. Geçti. İşten çıkanlar sokakları doldurunca biraz daha ağladım. Ağlamam geçince içeriye girip müziği açtım. Beraber dinlediğimiz şarkıları dinledim önce. Şarkıların bazı sözleri bazı Bozcaada şaraplarını çağırdı. Atlas'ta gördüğüm piknik görüntüleri gelip gözlerime dolandı. Yazın ortası olmuşken hala bir kez bile ayağımı sokmadığım denizler gelip beni boğdu. Henüz tadına bakmadığım şeker kayısılar, yarma şeftaliler, boynu bükük ahlatlar boğazıma sıralandı. Bir yerlerde pişen zeytinyağlı börülce kokusundan içim dağlandı. Okşamadığım kediler, emzirmediğim bebekler, beslemediğim kuşlar, kalbini kırdığım adamlar, dinlemediğim güzel şarkılar, isimlerinden listeler yapıp okuyamadığım kitaplar önümde sıralandı. Yapamadığım her şey, beraber gidilmemiş yerler, gülünmemiş hikayeler, anıya dönüşemeyen günler üzerime çullandı. Bir hayatın yükünü üzerimden atıyordum. Kolay değildi. Çok ağladım. Sabaha kadar ağladım. Bir yerde durdum yine. 

Karşı apartmanın karşı dairesinde yeni doğmuş bebeğini iki saatte bir uyanıp emziren Aysel, iki gecedir sabaha kadar ışığı yanan balkonlardan gelen müzik sesini dinlemişti. Balkona çıkıp hava alırken karşı balkonda oturan kıza bakıp, ne derdi var bu insanların bu kadar demişti. Derin bir nefes alıp yaz sonunda kızı biraz büyümüş olsa da annesinin Datça'daki yazlığına gidip kalsalar biraz diye düşünmüştü. Ev bebek kokuyordu. Birazdan her şeyi unutmuş, kafasını yastığa koyduğu an uyumuştu.

Önceleri işe giderken hızla ya saçımı toplayarak ya telefonumu, dosyamı, cüzdanımı aldım mı diye çantamı alt üst ederken geçerdim önünden hırdavatçının. Hırdavatçı çoktan kepenkleri kaldırmış, taburesini kaldırıma çıkarmış olurdu. Elinde tavşan kanı çayı, gözünde gözlükleriyle gelene geçene bakardı. Gelene geçene bakmanın pekala yapılabilecek bir meslek olduğunu hiçbir yere geç kalmadığım bir sabah kapısının önünden geçerken düşünmüştüm. Hiç girmemiştim içeriye. Yine de o bana devamlı müşterisiymişim gibi incecik bir gülümsemeyle bakmıştı her geçişimde. Başını azıcık yana eğerek selam verir gibiydi. Balkonda sabaha kadar oturduğum gecenin sabahında, aylardır dip bucak temizlenmemiş evi temizlemeye karar verdim. Cebime birkaç kağıt para sıkıştırıp, elimi kolumu sallayarak evden çıktım. Fırından sıcacık iki simit aldım. Hırdavatçı ben bu defa önünden geçmeyip içeriye girince şaşırdı. Günaydın, dedim. Çamaşır suyu, bir vileda sapı bir de yerleri silmek için deterjan istiyorum. Hepsini tek tek aldı büyükçe bir naylon poşete koydu. Ne kadar borcum, bir de kahvaltı ettiniz mi siz, dedim. Bu her sabah alışveriş yaptığım her esnafa sorduğum bir soru gibi, rahattım. Kahkahası gürültülüydü. Gülerken göbeğini hoplattı. Kalın, tok bir sesi vardı. Ettim kızım, dedi. Sen bu sabah işe gitmedin herhalde. Elimde cebimden çıkardığım paraları görünce, gel sana bir çay koyayım, verirsin parayı sonra, dedi. Tezgahın arkasındaki bölmede kayboldu. Elinde iki cam bardak çayla çıktı. Gel kapının önüne, şu yan taraftaki tabureyi de al, dedi. Çocukluğuma dönmüş gibiydim. Bana ne denirse yapıyordum. Paraları cebime geri koydum. Yanına oturdum. Simitlerin kağıdını açtım. Koparıp uzattığım her simit parçasını yedi. Seçimleri konuştuk, arada bir sesi yükseldi, güldük. Dükkanın önünden geçen herkesle konuştu. Bazılarına bana önceleri yaptığı gibi boynunu azıcık yana eğerek sessiz selamlar yolladı. Geçen yaşlı teyzelere Nebahatcim var mı bir arzun, Nergis temizlik yok mu bugün, Hamdiye kızın okul işi ne oldu, diye seslendi durdu. Geçen hiç kimse de bana, ne yapıyor bu kız orada, diye tuhaf tuhaf bakmadı. Beraber üçer bardak çay içtik. Ramiz Abi bana poşete koyduğu deterjan yerine başka bir markanın deterjanını verdi çıkarken. Ben de poşetime bir sıra mandal, çilek kokan el sabunu ve metal bir kuş suluğu ekledim. Mandallar benden olsun, dedi. Haydi uğra yine, deyip koluma dokundu çıkarken.

Eve döndüğümde deterjanları, toz bezlerini, viledanın yeni sapını koridora yığdım. Kapının hemen önüne oturup biraz daha ağladım. Dünyadaki iyiliği ilk kez fark ediyor, insan sıcaklığından uzak kalmış, uzun zamandır doğru düzgün sevilmemiş biri gibi ağlıyordum.
O sırada apartman merdivenlerinde bir gürültü koptu. İçindeki türlü eşyanın sağa sola savrulduğu bir orta boy bisküvi kutusu en alt basamağa kadar yuvarlandı. Kapımın önüne bir gümüş terağlık düştü, bıçağı da içinden fırlayıp az önce çıkardığım spor ayakkabımın içine girdi. Üst basamaklarda birkaç kartpostal, sayfaları sararmış dünya atlasları, kitaplar ve kitapların arasından dağılan pirinç saplı kitap ayraçları başka bir dünyadan düşmüşler gibi sıralanmışlardı. Yaşlı adam elindeki valizi merdivenlerden tekerleklerini her basamağa vura vura indirmeye çalışıyordu. Benim kapıyı açtığımı fark etmedi. Kendi kendine konuşuyordu. Ah Rauf Bey, diyordu, ah Rauf bey, nasıl düşürdün o kutuyu, hem de geç kalıyorsun. Rauf Bey geç kalmamalıydı. Merdivenlere dağılan her şeyi bir çırpıda koliye yerleştirdim. Koliyi büyükçe bir poşete koydum. İki ucundan tuttuğumuz valizi beraberce apartman girişine indirdik. Uzun zamandır tanıyormuşuz da uzunca bir süredir görüşememişiz gibi sevgiyle baktık birbirimize ayrılırken. Sarılıp defalarca teşekkür etti. Çağırdığı taksi kapıdaydı. Şoför eşyalarını da Rauf Bey'i de güzelce yerleştirdi. 
Sokağın köşesini dönerken arkasına dönüp, üzerini yaşlılık lekelerinin kapladığı elini bir kez daha salladı bana. Bu, üst kat komşumu ilk ve son görüşüm oldu. Üst kattan gelen sesler sonsuza kadar yok olmuştu.

4 Temmuz 2015 Cumartesi

Gidilmemiş yerler atlası-8

Biz, mesela seninle ayrılsak, kesin her yerde karşılaşırız, dedi durup dururken. Biliyordum ki böyle sözleri asla durup dururken söylemiyordu. Bu sabah beni sabah alarmı çalmadan bir saat önce uyandırmıştı. Rüyamda duyduğum konuşmanın gerçek olduğunu fark edince açmıştım gözlerimi. Kendi kendine ya da kafasındaki bir sesle konuşuyordu. Ayrılmaktan bahsettiğini duyduğum cümleyle beraber algım birden açılmış olmalı. Öncesinde sürdürdüğü konuşmanın ilk birkaç cümlesini duyamamıştım ve ömür boyu merak edecektim. Ona doğru döndüğümde yastığını dikleştirmiş, her ay aldığı edebiyat dergileri yığınından birini seçmiş, okuyordu. Bitirdiği sayfayı diğerinin üzerine katlayıp, okumaya devam ederken elini uzattı, yanağımı okşadı. Bence hiçbir yerde karşılaşmayız, dedim. Saatin ne kadar erken olduğunu görünce, neden erkenden uyandın, dedim. Bilmem, uykum bitmiş, dedi. Haydi kalk, kahvaltıya gidelim.

Terasının alçak duvarlarındaki martıların tüylerini iyice kabartarak kürk mantolu orta yaşlı kadınlar gibi şüphesiz birini yahut bir saati bekledikleri ancak bize hiçbir ipucu vermedikleri bir kafedeydik. Buz gibi bir kış sabahıydı. Bulutların çamur rengine baktıkça içimden yatağa geri dönüp günlerce hiç kalkmadan uyumak geliyordu. Tabağımdaki sandviç ben kesip parçalara ayırdıkça, çoğalıyordu. Kahvemi üzerinden biraz içip biraz süt ekleyerek, karamel rengi bir bulamaca çevirmeyi başarmıştım. Yün atkımı çıkarmadığımdan boynumda sıcak bir el varmış gibi hissediyordum. Masalarda hep birbirimize mesafeli otururduk, yine öyleydik. Biri uzaktan bize baksa, az önce sırada beklerken tanıştığımızı ya da yer olmadığı için aynı masada oturduğumuzu düşünebilirdi. Benim karışımla ancak üç karış gelen mermer masanın iki yanındaki sandalyelerimiz ancak birbirine karşıt görüşlü iki grubun liselerde yaptıkları münazaralar esnasında görülebilecek şekilde konumlanmıştı.


Benim yüzümden.
Ben sevmeyi yirmi beş yaşından sonra bisiklete binmeyi öğrenen biri gibi zar zor öğrenmiştim. Bu yüzden de acemiliğimi kim biraz dikkatlice baksa görebilirdi. Güzel sevememek, yenmeye çalıştığım bir hastalık gibi bazen nüksediyor, içimde nefes alabileceği bir sükunet bulduğunda hafifliyordu. Hafiflediği zamanlar, sinemada uzanıp elini tutuveriyordum, dondurma yerken dudağında kalan çikolata parçasını parmağımla alıp yiyordum, sokakta yürürken birden durup kalabalıklar içinde öptüğüm, arkadaşlarının yanında gidip göğsüne yaslanıverdiğim oluyordu. Kendimden umudumu kaybetmiyordum. Belki de sadece bu sabahın kimyası bozuktu. Bu hissin benimle ilgisi yoktu. Yine de ellerimden anlıyordum, bir şeyler yolunda gitmiyordu. Parmaklarım biraz atkımda dolaşıyor, saçlarımı sağdan sola dağıtıyor, su şişesinin etiketini söküyorlardı. Arada bir onları durdurabilmek için, kollarımı göğsümde çapraz yapıp bağlıyordum, nafile. Biraz sonra yine ekmek kırıntılarında dolaşan serçeler gibi oradan oraya uçuşuyorlardı.

 Başka biri mi var, dedim birden.

 Durup dururken.
 Daha cümle ağzımdan çıkarken, tüm harflerin tek tek belini kırmak istedim. Mümkün olsa sesleri dilimle havada yakalayıp nereden çıktılarsa oraya geri sokuverecektim. Yapamadım. Bir an ikimiz de havada asılı kalan soruya baktık. O an her şey o kadar yavaş çekimde yaşanıyordu ki bunun ne kadar sürdüğünü kestirebilmek olanaksızdı. Belki o zaman diliminde 9:15 vapuru yanaşmıştı iskeleye ve yolcular paltolarının önlerini sıkı sıkı kapatarak başlarını öne eğmiş, rüzgarda savrularak işlerine varmışlardı. Belki bir sonraki vapur gelene kadar susup bakmıştık birbirimize. Belki biz orada öylece otururken mevsimler dönmüş, bir sonraki kış gelmişti. Gökyüzünde nereye gideceğini bilmeyen kelebekler gibi öbek öbek uçuşmaya başlayanlar da bir sonraki kışın karlarıydı. Ölmüştüm belki ben orada otururken. Bir sonraki hayatımda nasıl bir tesadüfler zinciriyse artık, yine aynı adamla aynı yerde oturuyor, çoktan soğumuş kahvemi her seferinde ağzıma götürüp içmeden masaya geri koyuyordum.

Hayalimde, bu soruya, hiç anlam veremeden bakmış, ağzına çarpık bir gülümseme yerleşmiş hemen sonra da kaşları çatılmıştı. Nereden çıkarıyorsun bunları, deyip yüklenecekti bana birazdan. Dönüşmekten en çok korktuğum kadın gibi davrandığım için, az sonra kendimden nefret etmeye başlayacaktım. Başımı öne doğru eğecek, sesimi çıkaramadan bardağın dibindeki iki damla buz gibi kahveyi bir dikişte içip bitirecektim. Seni aldattığımı nasıl düşünürsün, dedikçe, nasıl düşündüm gerçekten, diye uzun uzun düşünecektim. İşe giderken biraz buruk ayrılacaktık. Tüm gün beni bir kez bile aramayacaktı. En yakın arkadaşını öğle arasında arayıp, ben nerede yanlış yapıyorum da bu kadın bunca yıldan sonra hala bana güvenmiyor, diye dert yanacaktı. Bütün gün içim içimi yiyecek, ağzımı haddinden fazla sıcak çaylar ve kopkoyu kahvelerle terbiye edecek, dudaklarımı bütün gün kemirerek cezalandıracaktım. Akşam eve giderken manava uğrayıp, pırasa, taze soğan ve bolca dereotu alacaktım. Evdeki her eşyaya yemek kokusu sinecek, yeni tabakları sofraya koyacak, daha o gelmeden bir buçuk kadeh şarabı içip bitirmiş olacaktım. O yokken içli şarkılar dinleyip hüzünlenecek, beş dakikada bir saate bakacaktım. Beni arayacaktı arabayı park ederken. Hiçbir şey alma, kendin gel diyecektim. Kapıyı açınca sanki yıllardır birbirimizden uzaklarda yaşamışız gibi özlemle sarılacaktım. Bir sonraki sabah kafam göğsünde uyanacaktım. İçimdeki bir yer daha tamir olmuş olacaktı ve başka biri meselesinden bir daha asla bahsetmeyecektik.


Ona baktığımda kafası önüne düşmüştü. Yüzüme bakamıyordu. Benim göremediğim bir cevap yazılıymış gibi çamurlu ayak izlerimizin kuruduğu ahşap döşemeye gözlerini dikmişti. Ellerini nereye koyacağını bulamadıkça terastaki martılar bir yerden havalanıp başka bir yere konuyorlardı. Kapkara bulutlar üzerimizde toplanmıştı. Kar hızlanıyordu. Dışarıda kara yakalananlar kendilerini içeriye attıkça, kalabalık giderek artıyordu. İnsanlar ellerinde evrak çantaları, omuzlarında karların buz tuttuğu paltoları, şemsiyeleri, yerlere kadar atkıları, ceplerine tıkıştırdıkları eldivenleriyle akın akın etrafımızda birikiyorlardı. Hepsi kendine oturacak bir yer, alacak biraz hava, içlerini ısıtacak bir yudum kahve bulmaya uğraşıyordu. Giderek artıyorlar artıyorlar artıyorlardı. Biri gelip topuklu çizmesiyle ayağıma basıyor, annesinin elini tutan sarı montlu çocuk elindeki kekin kırıklarını eteğime döküyor, girecekleri sınavla ilgili son tekrarları yapan öğrencilerden iri olanı koltuğumun kolçağına kalçasını dayıyor, arkamda dikilen takım elbiseli adam kahvesini ağzına götürdükçe elinde tuttuğu paltosunun kenarını saçıma değdiriyor, yere kadar mantosunun önü hala sıkı sıkıya kapalı olan kız erkek tıraşı kesilmiş saçlarındaki karı silkelerken çıkardığı ıslak eldivenleri elime değiyor, içimi ürpertiyordu. Kalabalığın içinden ara ara hırlayan bir köpek sesi bile duyuluyordu. Yine de merdivenlerdeki ayak sesleri bitecek gibi değildi. Bütün şehrin kalabalığı etrafımızda toplanıyor olmalıydı. Nefes alamamaya başlayınca atkımı çıkarıp kucağıma koydum. Saçlarımı çantamın ön gözünde arayıp bulduğum lastikle topladım. Açılacak bir pencere görebilir miyim diye kalabalığın içine bakarken, evet, dedi. Evet, mi dedim. Dosdoğru yüzüme bakıp, evet, dedi. Başka biri var.


Etrafımızdaki tüm kalabalık o saniye yok oldu. İskeleden gelen vapur düdüğüne kafamı çevirip baktığımda, o kadar insanın bir vapura sığmaya çalıştığını, az önce yanımda dikilen sarı montlu çocuğun beresinin güverte korkuluklarına takılı olduğunu, öğrencilerin ders notlarının iskele turnikelerinin yanında yerde çamura bulanmış halde durduğunu gördüm. Her yer bir anda ıssızlaştı. Teras duvarlarındaki martılar bile kaybolmuştu. Gökyüzü bomboştu. Tek bir kahve höpürtüsü, simit çıtırtısı, ayakkabı tıkırtısı, köpek hırıltısı yoktu.


Dünyada kalan en son canlı ben olabilirdim.

2 Temmuz 2015 Perşembe

Gidilmemiş yerler atlası-7

Bunların hiçbiri yaşanmadı mı yani aslında, dedi, inanamayan gözlerle. Hayır, dedim.
Her zamanki gibi bulaşık makinasının bira bardaklarında bıraktığı su lekelerini kuruluyordu. Bu hareket kurtulamadığı bir alışkanlık gibiydi. Konuşurken tırnak kenarlarını yolmak, saçının ucunu çekiştirmek ya da çenesinin hep aynı yeriyle oynamak yerine, bardakları kuruluyordu. O bulaşık makinasının tuzu bitmiş, dedim. Öyle mi, dedi. Aklı hala anlattıklarımdaydı. Gece pikniği de ilginç fikirmiş gerçekten, romantik, dedi. Öyle, dedim. Keşke gerçekten gitmiş olsaydınız ayrılmadan, dedi. Elindeki kurulama bezini katlayıp, tezgahın altındaki dolaba koydu. Ellerini yıkadı arka taraftaki lavaboda. Dönünce tezgahın üzerindeki salatalık yığınından seçtiği salatalıkları ince ince doğramaya başladı. Arada kestiklerinden bir parça bana uzatıyor, bir parçayı da kendi ağzına atıyordu. Anlayamıyorum böyle ilişkilerin nasıl bittiğini, dedi.

Söylediğine göre yirmi iki yaşındaydı. Dünya üzerinde olup biteni anlayabilmek için önünde fazlasıyla uzun zaman vardı.

Bir gün Balıkesir'deki evinden sırt çantasıyla çıkmış, otogara gitmiş ve nereye gittiğine bakmadan kalkan ilk otobüse binmişti. Şansı yaver gitmişti. Rize' de mevsimlik işçi olup çay toplamak, Bursa'da Kozahan' daki bir kumaşçının ayak işlerine bakmak, Van' da bir mahallenin kıraathanesinde çaycı olmak da yazılı olabilirdi kaderinde. Bunların yerine kendini on iki saat sürecek bir Bodrum yolculuğunda, muavinin verdiği kuru üzümlü keki yerken bulmuştu. Sabahın ilk saatlerinde varmıştı otobüs Bodrum'a. Birkaç saatini otogardaki bankta, nereye gideceğini bilemez halde, sağa sola bakınarak geçirmişti. Otobüsten kalan bisküvileri yemişti acıktıkça. İğrenmiş, tuvaletlere bir türlü girememişti. Yazı halasının yazlığında geçirecek yeğenlerin en büyük boy valizleriyle otobüslerden inişlerini, eve dönen üniversite öğrencilerini, onları bekleyen mini şortlu kızları, taze köy yumurtası dolu kolileri dikkatlice oğlunun bagajına yerleştirmeye çalışan teyzeleri izlemişti. Neden sonra gidip otobüs acentelerinde çalışanlarla konuşmak gelmişti aklına. Acentelerdeki kısa kollu kareli gömleklerinin içinde terleyip duran adamlara, ben nerede iş bulurum, ne iş olsa yaparım, dedikçe, hepsinin içine merhamet duygusu çökmüş, gömlek ceplerinden çıkardıkları sigaralardan birer tane de ona ikram etmişlerdi. Öğlen vakti gelip sıcak iyice bastırınca, akça pakça suratlı çocuğun haline iyice üzülmüşlerdi. Biri garson olarak çalışan yeğeninin bir arkadaşına rica etmiş, git bir görüş, diyerek bir tatil köyünün adını vermiş, gideceği otobüs durağının yerini bile tarif etmişti. Cebindeki son bütün banknotu bozdurup otobüs bileti aldığında, kalan paraları cebine nasıl korkuyla koyduğunu hiç unutmamıştı.

Bunları anlatmamıştı bana.

Altı kişi tatil köyünün güneş ışığı almayan, cehennem sıcağı daracık personel odasında nasıl yattıklarından, sabaha karşı kendi terinde boğulmak üzere, nefessiz uyandığı bu hayata asla dayanamayacağını düşündüğünden ama geri dönemeyeceği için alışmak zorunda kaldığından, sabahın ilk ışıklarıyla beraber kurmaya başladıkları açık büfe kahvaltılarda, kendi çocukluğunda doya doya bir kez bile sosis, salam yiyemeyişinin acısının gelip bağrına nasıl oturduğundan bahsetmemişti. Tabaklarda kalan vişne reçellerini, bir ısırık alınmış şekerpare kayısıları, ucundan çatalla tırtıklanıp bırakılmış portakallı kekleri, hiç dokunulmamış tam yağlı Ezine peynir dilimlerini, bir göz yumurtanın olduğu gibi üzerinde durduğu sucukları çöpe sıyırırken, küçük kardeşinin zayıf kollarının aklına gelip durduğundan. O gün ilk kez fakirliğinin farkına vardığından. İlk günler, bütün gün ne yaptığını bilmez halde dondurma standında dikilirken, kokteyl barda taze meyve suları sıkarken, beş çayında kurabiye servis ederken bacaklarının nasıl hissetmez hale geldiğini de söylememişti hiç. Akşam servisine çıktığı ilk seferde, pembe yüzlü Rusların tabaklarını daha çok doldurabilmek için üst üste yığdıkları yemeklerin suları tabaklarda birbirine karıştıkça, midesinin nasıl bulandığını da. Oysa öyle kötü olmuştu ki, kendini servis mutfağının arka tarafına nasıl attığını bilememişti. Çöp kutularının yan tarafına tüm gün yediğinden daha fazlasını kustuğunu görünce şaşırmıştı. Bir yandan da rahatlamıştı. Mutfak duvarının önüne çökmüş, patates çuvallarına sırtını dayamış, servis saatlerinde yasak olmasına rağmen çıkarmış, bir sigara yakmıştı. Sessizce gökyüzüne bakmıştı. O dakikalar günler sürmüşçesine vücudu dinlenmiş, içindeki daralma geçmişti. O sırada çöpü çıkaran çocuklardan biri şef garson seni arıyor, deyince sigarayı yarım bırakıp, içeriye koşmuştu. İki hafta sonra yemek servisini bırakmıştı.
Animasyon işine geç sen, eğlenceli çocuksun, elin yüzün de düzgün, diyen personel şefinin yüzünü kara çıkarmamıştı. Çok hızlı alışmıştı bu hayata. Diğerlerinin sabah servisi için erkenden odadan çıkarken yaptıkları gürültülerde küçük bir galibiyet bulmuştu. Onlar gittikten sonra birkaç saat daha uyumaya, tıraş olurken aynaya baktıkça kendi gülümseyen yüzünü görmeye başlamıştı. Jimnastik hareketlerine benzeyen hareketler yaparak havuzun başında belirdiğinde insanların dönüp onu izlemelerinden, havuz başında müziğin sesinin yükselmesinden, çocukların neşeli bağırışlarından, dedesi yaşında adamların dans ederek etrafta dolaşmalarından, insanları eğlendirmekten keyif almıştı. Kendini oraların kralı gibi hissetmişti o zamanlar. Küçük bikinili Rus kızların bakışları üzerindeyken, sabah aynada gördüğü silik gülümseme gibi değil, basbayağı dişlerini göstere göstere gülmüştü. Birazdan herkes onunla beraber ellerini çırpıp, havuzda neşeyle birbirine su sıçratmaya başladığında neredeyse mutlu olmuştu. Öğrendiği birkaç Rusça kelimeyle kızlara kırık dökük cümleler kurmayı da başarınca akşam odaya gidince anlatacak tonlarca hikayesi olmuştu. Bir bölümü hiç yaşanmamış olan hikayeleri, saatlerce anlatmıştı ağızları açık dinleyen oda arkadaşlarına. Anlattıkça neredeyse olan bitene kendi bile inanmıştı. Hayal etmek cesaretin bir başka haliydi. O acayip uzun bacaklı olan Rus'u diyorsun değil mi dediğinde Haydar, evet şu  masmavi gözlü olan, diye onaylamıştı. Hepsi masmavi gözlü Ruslar sabaha kadar salına salına rüyalarda dolaşmış,  uyandıklarında odanın içini biraz da bu sebepten iyice ısınmış halde bulmuşlardı.

Bir gece yemek sonrası animasyon saatini bitirmiş, barın yanından geçerken, bar taburelerinde bacak bacak üzerine atmış topuklu ayakkabıları fark etmişti. Koyu renk rujları. Güneşte rengi açılmış upuzun saçları. Çakır keyif oldukça incelen kadın seslerini. Vakit ilerledikçe barmenin kollarına dokunan pembe ojeli elleri. Sabah dosdoğru personel müdürünün karşısına çıkıp, ben animatörlük yaptığım gibi gece yarısından sonra da barda çalışırım demişti. O sırada barmen işten ayrılmayı düşündüğünden, tamam, demişti adam, olur, çekirdekten yetişirsin. Hayatında annesini domates doğrarken bir kez izlememiş Bahadır, ilk gün bıçağı elinde bir tabanca gibi tutarak salatalıkları dilimlemeye, limonları halka halka kesmeye, incecik yeşil elma dilimlerinden yelpazeler yapmaya başlamıştı. Meyve tabakları hazırlamıştı kavunlardan, karpuz göbeklerinden orta yaş üzeri bayanlara sabaha karşı saatlerde. Kızlar Bloody Mary istedikçe domates sularını sevmeyi öğrenmişti. Başlarda Martini kadehleriyle karıştırdığı Margarita bardaklarını tuz dolu kaplara basmayı da. Aylar geçtikçe bar tezgahının arkasındaki hayatı daha da sevmişti. Kokteylini çok beğenen bir müşteriye, birkaç damla portakal şurubu ekliyorum, sırrım bu, derken bulmuştu bir keresinde kendini. O sıralar zaten sonbahar yola çıkmıştı. Oldum ben, diye düşünmüştü Bahadır. Yaz başından beri bir kuruşunu bile harcamadığı maaşları, sakladığı katlanmış çorabın içinden çıkarmıştı. Sırt çantasını takıp çıkmıştı yola. Bu defa hangi otobüse bineceğini bilerek geldiği otogarda, ona ilk gün tatil köyünün adresi veren Nuri Abi' yi bulmuş, ona demli bir çay bile ısmarlamıştı.
İstanbul'da dolaşmıştı biraz. Uzun yıllardır görmediği bir arkadaşının yanında kalmıştı iki hafta. Çocuğa zar zor kabul ettirdiği para karşılığı, her gece çekyatta beli boynu tutula tutula uyumuş, gündüzleri pahalı semtlerin ışıltılı barlarında iş aramıştı. Bulmuştu da. Kaldığı ev o semtlere hem mesafe olarak hem de yaşam olarak o kadar uzaktı ki, bambaşka bir dünyadan düşmüş gibi oluyordu öğleden sonra işe gittiğinde. Sabaha karşı kafası, kokteylleri shakerda sallarken, buzları kırarken, topuklu ayakkabılar dans ederken, sevgililer kavga ederken, paparazziler fotoğraf çekerken, güvenlikler birilerini hırpalarken çıkan seslerle ve çok yakınına gelip siparişini söyleyen kızların ılık sözcüklerinin bıraktığı çınlamalarla dolup taşarken, o saatte çalışan tek bir otobüs bulamadığından bomboş sokaklarda bir süre bekliyordu. Bazı günler yorgunluktan durakta kafası sağa sola yamula yamula uyukluyordu. İlk otobüsü geliyordu şehrin sonunda ve gözlerini henüz  sabaha açamamış uykulu insanlar işe giderlerken, o, üç otobüs değiştirerek evine varıyordu. Uzun sürmemişti bu hayat. Tatil köyündeki odaya katlandığı gibi katlanmamıştı yorgunluğa. Çekip gitmişti bir akşam aniden. Sokaklarındaki samimiyeti sevdiğinden bu semtin küçük barlarında kendine bir yer aramıştı. Şansı bir kez dönmüştü artık. İkinci gün istediği gibi bir iş bulmuştu. Bira dolduruyor işte şimdi bol bol. Hoca yoklama almıyor diye öğleden sonranın derslerine girmeyen öğrencilere, biraz kıskanarak patates kızartması servis ediyor. Yaz okuluna kalmış kızlar sıcaklar bastırınca çiçekli elbiseler giymeye başlıyor, Bahadır aklından masmavi gözlü Rus kızlar şimdi nerede, neler yapıyorlardır diye geçiriyor. Hayır, bunların tek bir kelimesini bile anlatmıyor bana. Bunları hiç yaşamamış gibi davranıyor. Bir gece tanışıp kolayca arkadaş olduğu biri Adanalı diğeri Ardahanlı iki üniversite öğrencisiyle beraber,  Feriköy' de yine hiç güneş almayan bir bodrum katında yaşadıklarını, o bahsetmese bilemeyeceğimi zannediyor.

 Atlas'a ilk kez geldiğim akşam, damlayı verdikten sonra bana, şimdi git evine, iki gün sonra yine gelirsin, dedi. Teklifsizdi. Öyle rahattı ki, bir anda herkesle senli benli konuşmaya başlaması, telefonunu kapatan insanlara bakıp sevgilin mi aradı diye sorması, ilk kez gelen müşteriye telefonun yanındaysa birini aramam lazım, kontörüm bitti demesi, ikinci kez gelen bankacı kıza o eteğin üzerine o gömlek olmuş mu diye söylenmesi insana tuhaf gelmiyordu. Tenha saatlerde gittiğimde bana doldurduğu bira bardağını ara ara alıp, biramdan bir yudum içip yerine koyması sanki dünyanın en normal olayıydı. En yakın arkadaşım su şişemden su içse iğrenen ben, bu durumu yadırgamadan biramdan içmeye, parmaklarından salatalık yemeğe devam ediyordum. Bahadır belli ki içindeki sınırları zaman geçtikçe yıkmıştı. İnsan onunla birkaç dakika geçirince, haritada ülke sınırlarına baktığında aslında ülke diye bir şey olmadığını, bir bütün dünya olduğunu anlar gibi, sınır diye bir şeyin olmadığına, hayatta her şeyin kolayca konuşulabileceğine inanıveriyordu.

 O zaman sen diyorsun ki şimdi, sen aslında hep hayalini kurduğun şeyleri yaşıyor gibi oluyorsun, dedi. Gibi olmuyorum ki, gerçekten yaşıyorum, dedim. Böylesini duymamıştım dedi.  Bana verdiğin damladan herkese vermiyor musun, dedim. Birden yüzü asıldı. Tabi ki hayır, dedi. Konuyu değiştirmek ister gibi, peki, rüya gibi mi, yani aslında rüyada olduğunu anlarsın ya bir yerinde rüyanın, öyle de oluyor mu, dedi. Başımı iki yana salladım biramdan dev bir yudum alırken. Sanki bunları aslında gerçekten daha önce yaşamışım ve aklım tüm detaylarıyla her anı kaydetmiş de, şimdi hatırlıyormuşum gibi olabilir, dedim. Ama o zaman bunların daha önce yaşanmış olması gerekir. Oysa yaşanmadılar, dedim içim titreyerek. Anladım, derken hiç anlamadığı çok belliydi.

Tabi, damlayı verirken içen kişinin tam olarak ne yaşayacağını  bilemiyoruz ama genelde, her şeyi unuttuk bir anda, hiç tanışmamışız gibi aklımızdan çıkıp gitti, diyenleri duydum. Sende sanki, nasıl desem, tam tersine çalışmış gibi. Ne ara aldıysa kurulama bezini, yine bardakları kurulamaya başlamıştı. Bira bardakları hiç bitmeyecekmiş gibi barın üzerinde çoğalıyordu. Sen peki hiç aşık oldun mu, dedim. Duymadı beni. Cevap vermek istemediği soruları duymazdan geldiğini sonradan öğrenecektim. O an bilmiyordum ve sesimin ona gitmediğini düşündüm. Beş dakika önce damladan içmiştim. Bu yüzden bana görüntü bulanıklaşıyor, müziğin sesi yükseliyor, ağzımdan çıkan kelimeler bar tezgahının karşı tarafına geçemeden havada parçalanıyorlar gibi geliyordu.

Gözlerimi kapattım, hazırım, dedim sadece benim duyabileceğim bir sesle.