Göbeğinin üzerine kadar çektiği pantolonunun koyu yeşil askıları var. Giydiği yarım kollu gömleği gün aşırı değiştiriyor. Bugünkünün lacivert ince çizgilerinin aralarında kırmızı kalın çizgiler var. Mokasen ayakkabıları boyalı. Pırıl pırıl. Yuvarlak çerçevesiz gözlüklerinin arkasından anlamsız bir neşeyle bakıyor. Sabahın bu saatinde elinde çay tepsisiyle kaldırımdan geçip giderken bile yürüyüşü dengeli. Orta yaşa kadar nerelerde çalıştı, neler yaşadı bilmiyorum. Oysa sorsam, hemen bir tabure çekip anlatmaya başlayacak gibi. Acıklı bir hikayesi yok bence. Çocukluğumdan beri çaycı olmak istemiştim, sonunda bankacılığı bırakıp, hayallerimi gerçekleştirdim dese, inanırım.
Bana gelip, sen sabahın bu erken saatinde bir barın kapısının önünde neden oturuyorsun diye sorsalar, işte ona, hemen cevap veremeyebilirim.
Barı Bahadır'ın açtığı sabahlardan biri olduğundan, onun sokağın köşesini elinde pastahane poşetiyle dönüvermesini bekliyorum. İşsizliğin zor yanı bu. Birden dünyanın ortasına düşüvermiş gibi, neyin ne zaman yapıldığını unutmuş oluyor insan. Çalışmak çok büyük itaatkarlık. Birilerinin sana şimdi acık ve öğlen yemeğini ye, demediği bir dünyada karnının açlığından bile emin olamıyorsun. Benim de birkaç gün pençesine düştüğüm gibi evde öğlene kadar uyumak çok kolay. İnsan ne çok uyuduğunu fark ettiğinde önce bir suçluluk hissi duyuyor. Erken de kalksa bir şey yapmayacağını hatırlayınca da panik hissi doluyor. Bu tuhaf hisler zamanla azalıyor. Bu günlerde gerine gerine uyanıyorum. Beni uyurken görecek tek bir insan evladı dahi olmadığından bazı çok sıcak gecelerde çırılçıplak yatıp, her yerim tutulmuş olarak uyanıyorum. Bazı geceler evde unutulmuş büyük boy bir erkek tişörtüyle. Üzerinde hala kokusu duruyor. Gece terledikçe tişörtle kokularımız birbirine karışıyor. O zamanlar gözlerim açık tavana baktığım, sabahlara kadar uyuyamadığım geceler geliyor aklıma. Çok uzakta değiller. Birden özlüyorum. Beraber uyuduğumuz uykuları. İki uyku arasında beni bulan avuçlarını. Yatağa düşen kirpiklerini. Vücudundaki benleri. Sabah uykunu hiç alamayışını, biraz. Hazırladığın kahvaltıları, çok. Küçük bir kız çocuğu gibi kafamı okşayıp, saçlarımı öptüğün uyandırmaları, en çok. Özlemek çok büyük bir his. İçine ne koysan sığıyor. O kadar ki, özlemler de bir süre sonra birbirine karışıyor. Üst kattan gelen tıkırtıları da özlüyorum aynı anda. Bir süre sonra bakıyorum annemi de çok özlemişim. Yaz öğlenleri yaptığı peynirli patlıcanın yanında karpuz yemeyi de. Birden canım karpuz çekiyor deliler gibi. Üzerimi giyip telaşla evden çıkıyorum. Marketten aldığım altı kiloluk karpuzun ağrıttığı sırtımla, kendimi, barın önünde buluyorum.
Barın önünde kucağımda karpuzla otururken çaycı bir kez daha geçiyor elinde dolu bir tepsiyle. Ben de bir açık çay alabilir miyim, diyorum. Birden dönüp, günaydınlar, diyor. -lar hecesini hiç bitmeyecekmiş gibi uzatıyor. Pür neşe. Devam ediyor. Ne dediğimi anladı mı, emin olamıyorum. Bahadır uykulu gözleriyle köşeyi döndüğünde çayım gelmiş, ben yarısını içmiş oluyorum. Şaşırmıyor beni gördüğüne. Bu adam neye şaşırıyor ki, diyorum. Bana şaşırmadın, karpuza şaşırsaydın. Ona da şaşırmıyor. Günaydınlar, diyerek açıyor kapıyı. Bütün heceler aynı derecede kısa ve net. Elinde pastahane poşeti yok. Ya kahvaltı etmiş ya her sabah geldiği yoldan gelmemiş. Soramıyorum. Oysa o getirdiği çıtır simitlerden de çok istiyor canım. Canım gerçekten de her şeyi ne çok istiyor. Mutsuzluk geçiyor demek bu bir yandan. İştah, mutlu zamanların işi benim için. Ağzımın kenarları kendiliğinden yukarıya kıvrılıyor. İyileştiğini fark eden ama kabul edemeyen müzmin hastalık hastaları gibiyim. Karpuzumu iki avucumun ortasına yerleştirip bara taşıyorum. Bar tezgahının üzerine bırakıp, ben, diyorum simit alıp geleyim, yersin değil mi. Ses çıkmıyor ağzından. Işıkları açmak için arka tarafa doğru yürürken kafasını sallıyor yalnızca. Keyifsiz ve iştahsız. Sonradan anlıyorum ki benden daha aç. Aldığım üç simidin ikisinden fazlasını kendi başına yiyor. Ben de karpuzun yarısını.
Çaycı gelip bardağını alıyor. Günün ilk müşterileri tostlarını yiyor. Öğlene doğru içerisi doluyor. Boşalıyor. Akşamüzeri tekrar kalabalık oluyor. Sonra kalabalık giderek artıp geceyle buluşuyor. Güzel suratlar, çirkinler, gülümsemeli ya da asık olanlar, boş boş bakanlar ve karşısındakinin tek bir kelimesini bile atlamadan dinleyenlerle, bir gün daha üzerimizden geçiyor. Bahadır çok az konuşuyor. Bir şey mi oldu, diyorum, dayanamayıp. Akşam anlatırım diyor. Karanlıkta görünmez olan şeylere kendi hisleri de karışır diye umuyor. Bana sorsalar, Bahadır yalnızca ışıkları kapatınca öpüşüyor. Ben, gelip geçene bakıyorum. Dışarıdan. O ortamın insanı değilim. Sabah karpuz çekirdeği düşürdüğüm bar tezgahı bir tür ameliyat masasından başka bir şey değil benim için. Tuvalet sırasında beklerken yan taraftaki adam, e ne iş yapıyorsun, diye sorunca bir an orada gibi oluyorum. İşsizim diyorum. İlgisini hızla kaybediyor. Ya da bana öyle geliyor. Bahadır gelip dokunuyor omzuma. Gel, sigara molasına çıkıyorum, diyor. Barın arkasında bira kasalarının hemen yanında duruyoruz yan yana. İçmediğimi bile bile her seferinde paketi önce bana uzatıyor. Sağ ol, diyorum. Pantolonunun arka cebinden muntazam katlanmış bir beyaz kağıt çıkarıyor. Uzatıyor. Yüzüme bakmıyor hala. Açıyorum. Gizlice ceplerini karıştırıp bulmuş gibi tedirginim. Baştan sona okuyorum. Bir kez daha okuyorum. Geri veriyorum. Hiç bakmadan alıp cebine geri kokuyor. Sigarasını yere atıp, ayağının ucuyla eziyor. İyice. Öldüğünden emin olmak istiyor. Tüm ağırlığı ayak ucunda. Vücudu sağa sola sallanıyor. Taş gibi ağır. Hava hiç esmiyor. Daha fazla ayakta durmaya tahammül edemiyor. Çömeliyor yere. Titremeye başlıyor. Önce inceden inceden. Giderek şiddetle. Sarsılıyor az sonra. Ne yapacağımı bilemiyorum. Kafasını tutup göğsüme bastırıyorum. Soramıyorum. O da söyleyemiyor. Gece barı kapattıktan sonra sabaha kadar bahçede oturup içiyoruz. Konuşmadan geçen saatlerin sonunda, o, diyor, kazada ölmüş. Bir daha bu konu asla açılmıyor. Bahadır asla ilk tanıştığım günlerdeki pervasız neşesine geri dönemiyor.