Fotoğraflarda zaman, olup olabileceği en fevkalade anda donuyor. En çirkin fotoğrafta bile insanlar gerçekte olduklarından daha güzeller. Geçen zamanın aynasından yansıdıkça daha da güzelleşiyorlar. Belki de her geçen gün daha yaşlı ve o günkü halimizi özler olduğumuzdan bize öyle geliyor. Belki geçen zaman bir simyacı gibi tüm trajik olayları tatlı anılara dönüştürmeyi başardığından öyle sanıyoruz. Olabilir. Fakat bazı şeyler var ki göz ardı etmek imkansız. Mesela bir türlü bitiremediğin o kalın kitabın arasına koyduğun o fotoğrafta, senin o ayağın yok mu? O kalabalık masadaki yarısı yenmiş yoğurtlu mezelerle, henüz açılmış ikinci şişe rakıyla, arkanızdan geçen hiç tanımadığınız ve tanımayacağınız adamın suratındaki anlık şaşkınlıkla, mor suları bambaşka bir alemden gelip marul salatasına konmuş gibi duran turplarla, bakacağı yeri tutturamayan bazılarınızınki kapalı gözlerinizle, şakacıktan gülümseyen dudaklarınızla, hiçbir şeyle hiç ilgisi olmayan o çıplak ayağın. Masadaki herkesin sandaletleri, keten ayakkabıları, ince bantlı terlikleri kibarca yere basarken senin bacak bacak üstüne atmış duruşundaki pervasızlık. Havada asılı kalmış gibi duran ayağında, ayağının altında hiç güneş görmemiş bir beyazlık. Yerdeki tekinin yanında, uysal bir köpek gibi ayağının geri dönmesini bekleyen bir terlik.
Ayağını görünce insan dönüp bir kez daha yüzüne bakmak istiyor bu ayağın sahibinin. Şöyle bir yüzündeki gülüşün sahiciliğine dokunmak istiyor. Şöyle bayağı bir elleri değsin istiyor yüzüne. Yüzünden dökülen bir şeyler avuçlarını doldursun istiyor. Sanki fotoğraftan geçen bir şey, insanın kalp atışlarını hızlandırıyor. Bir an, ben de o gün oradaydım, diyor insan. Oysa değildi, biliyor. Yine de bu benim de içinde var olduğum bir an olsun istiyor. Duvarına çerçeveletip asacağı birkaç dakikalık bir anı istiyor. O fotoğrafta yanında oturup, omzuna elini atmış olsaydı, hafiften bacağı değiyor olsaydı sana, gece hafifçe serinleyince saçlarından rüzgarla birkaç tel uçuşup koluma düşseydi, diyor. İnkar etmenin alemi yok, basbağı istiyor insan. Ne kadar sapkınca olursa olsun umrunda değil. Bir parçanı alıp götürmek istiyor. Gece yatağına yattığında sadece kokunun yankısını değil; gömleğinden kopmuş bir düğmeyi, birkaç saç telini, bir fotoğrafını, verdiğin bir bükülmüş kağıdı, bir şeyi, istiyor. Seni istiyor en çok tabii. Ama onu hayal etmeye cesaret edemiyor.
Fotoğraflara baktıkça insan elinden kaçırdığı mutlulukların listelerini çıkarıyor. Beraber gidilebilecekken gidilmemiş yerlerin, beraber içilmemiş çayların, limonataların, sahleplerin hesabını yapıyor. Kaç serin gecede birbirinin ayaklarına dolanarak uyumadığını, kaç sıcak günde yan yana havlulara uzanıp güneşlenmediğini hesaplıyor. Kaç porsiyon köftenin acılı, acısız, kaşarlı beraber yenemediğine, gece yarıları ne ekmek arası kokoreçlerin, dönerlerin kaçırıldığına inanamıyor. Hele pazar kahvaltılarına gelince konu, içi kaldırmıyor, düşünmeye bile dayanamıyor. Kaç gün batımı, kaç gece yarısı, kaç ikindi vakti diye düşündükçe, içinde çok derinde bir yerler sızlıyor. Hoyrat bir makasla yanındaki yüzleri oyup, yerine kendi yüzünü yapıştırmak istiyor. Oysa orada üzeri güneşten esmerleşmiş, altı süt beyazı bir ayak var, havada sallanıyor. Fazlasıyla gerçek. İnsan elini uzatsa dokunabilirmiş gibi, uzun süre baksa parmaklarını oynatacakmış gibi, biraz daha böyle dursa uyuşmaya başlayacakmış gibi, tam orada duruyor.
Fotoğraflar, diyorum evet. Hala fotoğraflar. Her gülüşünü ayrı ayrı yakalamış fotoğraflar. Karaköydeki fotoğrafçının ben gidip fotoğrafları bastırdıkça yüzüme deli diye bakıp, halime üzüldüğü fotoğraflar. Kitap ayracı, bardak altlığı, mendil, not defteri, zarf, pul, not kağıdı diye kullandığım fotoğraflar. Her gömleğimin, ceketimin bir cebine; cüzdanımın, çekmecemin bir yerine; çerçevelerin en serinine, aynaların kenar çizgilerine; rüzgarlı akşamların göbeğine, yastık kılıflarının iç dikişlerine birer tane iliştirdiğim fotoğraflar. Posta kutusuna senden bir mektup gelirse yabancılık çekmesin diye koyduğum fotoğraflar. Gidince kendinle beraber götürdüğün güzel yüzünü ya aniden bir sabah unutmuş uyanırsam diye korkudan kendi yüzümden çok gördüğüm fotoğraflar. Sen belki anlamazsın ama o yüzlerde benim hiç yaşanmamış günlerim, sana saklayıp kullanmadan eskittiğim bir ömür var.
Senle çekildiğimiz fotoğraflar sanki sigaradan sararan bıyıklar.