Başka birinin ona anlattığı bir hikayenin sonuymuş gibi, unutulmuş, diye tekrarladı.
Terk edildiğinden beri hissettiği acı her gün yeni bir duyguya dönüşüyordu. O da, o hissi sokakta kimsesiz bir yavru köpek bulmuş gibi hemen sahipleniyor, ona her seferinde başka bir isim takıyordu. Dün bulduğu 'az sevilmiş'ten sonra bugünkü 'unutulmuş', dilinde, ağzının her yanına yayılan kekremsi bir tat bıraktı. Bakkalın verdiği çilekli sakızı çıkarıp, attı.
Acının onu dönüştürdüğü her hali, kendi üzerinde deneyler yapan bir fare gibi izliyordu. Kendini tanıyamıyor, neye nasıl tepki vereceğini kestiremiyor, bir sonraki adımını ne tarafa atacağını tahmin edemiyordu. Aklının derinlerinde, daha önce sınırlarını geçmeye hiç cesaret edemediği topraklarda her gördüğü şeye şaşırarak yürüyor; kendi ikliminde yetişmesinin imkansız olduğunu düşündüğü ağaçların her yaprağına hayret ediyor, en üst dallarına tırmanıp aşağıya baktığında gördüğü uçsuz bucaksız coğrafyada kendini karınca kadar hissediyor ve korkuya kapılıyordu.
Bazı sabahlar uyandığında, içinde bulduğu acıyı tüm dünyaya haykırmak istiyordu.
Birinin yokluğu somut bir şeydi. Varlığı kadar gerçek bir biçimde oturuyordu kahvaltı masasında. Yumurtasının kabuklarını soymuyor, ekmeğini zeytin yağına banmıyor, çayını içmeden soğutuyordu, o kadar. Yine de vardı. Yokluğun sebep olduğu acı da öyle. Elini yavaşça nefes borusundan içeri uzatsa, göğüs kafesinin altında, üzüntünün katılaşarak yarattığı bir çakıl taşı bulacaktı, emindi. Sırf bu histen kurtulabilmek için çok defalar sabaha karşı, banyonun beyaz fayanslarındaki yansımasına bakarak kendini kusturmaya çalışıyor; eline ağrıyan çene kemiklerinden ve zonklayan şakaklardan başka bir şey geçmiyordu. Böyle zamanlarda aklına daha büyük acılar getirmeye çalışıyordu. Annesinin öldüğünü farz ediyordu içinden defalarca tövbe tövbe diyerek. İnsanlar neler yaşıyor, diyerek telkin ediyordu kendini. Hiçbiri işe yaramıyordu. Her seferinde kendini asla hatırlayacağını ummadığı bir başka güzel anının kollarında buluyordu. Kendindeki acıyı, dünyada o an yaşanan başka bir acıyla yarıştırmaya başladıktan hemen sonra, aklı, çok hasta olduğu bir kış gecesine kayıyordu mesela. Adamın, omuzlarını yumuşacık öperek onu sakinleştirmeye çalışırken söylediği her sözcük karşısında yanıp sönüyordu. O gece insan vücudunda öyle bir dokunuşun iyileştiremeyeceği tek bir yaranın olamayacağını düşündüğünü anımsıyordu kırık bir gülümsemeyle. Bir an iyileşir gibi oluyor, bu ılık his geldiği gibi hızla yok oluyordu. Geriye kocaman bir boşluk kalıyordu yine.
Bu sabah tek başına oturduğu sofrada, siyah zeytinler kapkara gözlere dönüşüp yüzüne uzun uzun baktıklarında, bazı yaraları, açan kişiden başka kimsenin iyileştiremeyeceğini anlamıştı. Çıkıp gelen her anı, yeni bir yaralanma anıydı. Gelip çarpıyor, bir yeri deliyor, kanıyor, yavaşça soğuyor ve bir zaman sonra kabuk tuttuğu yerden tekrar açılıyordu. Bir çemberin üzerinde koşmak gibiydi. Yoruluyor, nefes alamıyor, bir anlık derin bir nefes için, içinden dualar ediyordu. Yine de onu unutmak, yaşananları yok saymak istemiyordu. Yokluğunu da kaybedersem, ondan hiç iz kalmak ki, diyordu. Her şeyin hiç yaşanmamış gibi olacağı düşüncesine katlanamıyordu. O zamanlar çaresizce titriyordu.
Yine titremiş, masadan kalkıp o koyu renk elbiseyi giymeye, güneşsiz odalarda toplantılar yapmaya, içindeki tüm insani duyguları yok sayan bir güne daha başlamaya gücü yetmemişti. Bazen yetmezdi.
Sabahın o erken saatleri, çocuklukta yaşanmış kötü bir anı gibiydi şimdi. Ara sokak önünde tüm neşesiyle uzayıp gidiyordu. Adımları sakinleşmişti. Cebinden karpuzlu bir sakız çıkarıp ağzına attı. Ellerini ceplerine soktu. Teri soğudukça içi ürperiyordu.