19 Eylül 2015 Cumartesi

Gidilmemiş yerler atlası-17

Biliyor musun, diyorum, ben hep kendi mutluluğu için geriye kalan her şeyi yok sayan bir insan olmaktan korktum. Oysa şimdi, hayatta en çok istediğim şey, bunu yapabilmek.

Bahadır'ı tam on iki gündür görmemiştim ve şaşkınlıkla özlediğimi fark ediyordum. Yokluğumda bira bardaklarından kırılanlar olmuştu. Kahve makinesinin su damlatan parçasını servis gelip tamir etmişti. Bar sandalyelerinin bacakları biraz daha eskimişti. Bahadır patrona çerez koymak için yeni kaseler aldırmış, karışık çerezlerin içine leblebi yerine fındık koymaya ikna etmişti. Türkü barlar gibi leblebi nedir ya, demişti bana hiddetle, anlatırken. Sonbahar yaklaşırken yeni bir garson daha almaya karar verdiklerinden cama önce eleman aranıyor yazmışlar, ertesi sabah Bahadır yazıyı çıkarıp güzel el yazısıyla bizimle çalışmak ister misiniz, yazdığı tertemiz başka bir kağıt asmıştı. Başka da hiçbir şey değişmemişti. Zaman sanki biraz ilerlemiş, benim orada olmadığını anlayınca yavaşlamış, beni beklemeye başlamıştı. 
Geldiğimden beri nefes almadan konuşuyordum. Evde fazlasıyla sıkılmış olmalıydım yalnızlıktan. Bunu fark ettiğimde, bir anlığına sustum. Bahadır kafasını dilimlediği elmalardan kaldırıp, sesin neden kesildiğini anlamaya çalışarak yüzüme baktı. Devam ettim. O an fark ediyordum ki insanları özledikçe onlara anlatmak istediğim şeyler, kendilerini beşle onla çarpıp çoğaltıyor ve içimin boşluklu yerlerinde birikiyorlardı. Ürpererek  bazı zamanlar insanları yalnızca bir çift kulak ve dudaktan ibaret gördüğümü anlıyordum. Bana anlattıkları ve benim onlara anlatacaklarım vardı. O kadar. Elimizde biriken harflerden kurduğumuz kelimeleri zaman zaman değiş tokuş ediyor ve hayatımıza huzurla devam ediyorduk. İçimde kimsede olmayan bir organ daha yaratmıştım zaman içinde.  Şaka değil. Kimselere kendimle ilgili bir şey anlatmadığım, ketumluğun son yıkılmayan kalesi gibi tüm eski tanıdıkları ve hatta durakta birkaç dakika beraber aynı otobüsü beklediklerimi dahi dev ve hiçbir kelimeyi atlamayan bir kulağa dönüşerek dinlediğim ama annem gözünü gözümün içine dikip bakarken neşeli yalanlar atarak, yok canım, bir şey yok,  iyiyim, dediğim o meftun günlerin gecelerinde içimde yeni bir organ büyütmüştüm. Bol su seven çiçekler gibiydi, canlıydı. Şımarıktı. Çokça arsızdı. İnsanın başında ağrılar yaratacak kadar çenebaz, bir o kadar da patavatsızdı. Halden bir gün olsun anlamazdı. Yine de hiç kırmamıştım güzel kalbini, her gün yeni suskunluklarla gönlünü hoş tutmuştum.

Ne zaman ki hayatımı ters düz edip, sonuna kadar gidilmemiş yollar, içine düşülmemiş kuyular, korkularında kaybolunmamış karanlık ormanlar bulma hevesine kapılmıştım, o gün gidip bir röntgen çektirmiştim. Evet, endişelenmeyin diye bunu size anlatmadım. O sabah birden bire işe gitmemeye karar verdiğimde, acil bir randevu alıp senelerdir gittiğim kadın doğum doktoruna muayene oldum. Benim de böyle tuhaflıklarım var. Artık biraz olsun alışın, yadırgamayın. İçimdeki kötü hislere aslında somut bir aksaklığın, büyümüş bir tümörün, düşen kan şekerimin, az ya da çok üretilen bir hormonun karşılık gelmesini isterim. Reçeteye yazılan ilacı yemeklerden sonra bol suyla yutayım ve ertesi güne sapa sağlam uyanayım diye umut ederim. Erken yatılmış deliksiz bir gece uykusu kırılmış yerlerimi tedavi ediversin diye yatmadan önce dua bile ederim. O gün de doktor fazlasıyla acıyan yerlerim için çocukluğumun tadı portakala benzeyen şuruplarından yazsın ve ben şişeyi bir kerede dikip bitireyim, ertesi güne yepyeni bir kalple uyanayım istiyordum.
Önce içimin röntgenini çektirdim. İyice bakın, ne olur doktor, dedim. Benim neyim var? 

Adam benden daha çok gördüğü iç organlarıma gözlüklerinin üzerinden dikkatlice baktı. Her noktasını kaleminin ucuyla işaretleyerek tek tek gösterdi. İşte şu gördüğün nokta şurası, diye bizi, birbirimizi ilk defa görüyormuşuzcasına tanıştırdı. Merhaba, dedim. Ve sizden hiç hoşlanmıyorum. Bir de şöyle bakalım, diyerek muayene sedyesine uzanmama yardım etti. Ultrason aletini karnımın üzerinde gezdirirken içim ürperdi. Yanımda duran ekranda onun kaçırdığı bir şeyi görecekmişim gibi başımı sağa çevirip bakmaktan boynuma ağrı girdi. Alet göbeğimde döndü döndü döndü. İçimde bir yürüyüş parkuru vardı da bazı yerlerde hızlanarak bazılarında yavaşlayarak turu tamamlıyordu. Aynı anlarda derin bir uyku bastırıyordu. Hiçbir yerde bulamadığım neredeyse ulvi bir huzur hissi içime doluyordu. Ayaklarımı kendime çekip cenin pozisyonuna geçmek ve ölüme benzer bir uykuya dalmamak için kendimi zor tutuyordum. Nihayet birden durdu sevimsiz aletin buz gibi ucu. Adamcağız ekrana neredeyse burnunu yapıştıracak kadar yaklaştı. Gözlüklerini çıkarıp camlarını sildi önlüğünün ucuyla. Tekrar taktı. Metal uç, mide boşluğuma doğru devam etti. Gömleğimi yukarıya sıvayarak şuranda peki, acı var mı, dedi. İşaret parmağıyla orta parmağını birleştirmiş, derimin üzerine çekiçle vurur gibi vuruyordu. Ah, evet, dedim, işte tam orası doktor. 
İşte tam orası.


İşte tam orası
Sen gittiğinden beri acıyor. 
Nerede olduğumun ya da o an kime ne izah ettiğimin bir önemi yok. Kafamın içindeki sesler, biraz kendimle biraz da seninle konuşuyor. Ne ara kendim kadar senin hayatını da yaşamaya başladım bilmiyorum. Doktora, evet orası, derken aynı anda sana da açıklamalar yapıyorum. Senin suçun yok, tamam ama müsebbibi basbayağı sensin. Üzülecek bir şey yok. Yok canım, özür dilenecek bir şey değil. Seni kafamın içinde teskin etmekten yorgun düşüyorum o anlarda. Hiçbir şey dert değil de o gülüşün aklından çıkmıyor diyorum. Sesin yok oluyor. Orada yatarken bile geçen gün duyduğum kahkahan muayenehanenin tüm duvarlarına teker teker çarpıp dağılıyor.
Her duygunun ikamet ettiği bir yer var vücutta demiştim sana bir mektubumda. Yokluğun, işte orada, midemin hemen altında yaşıyor. Kemer taktığım günler üzerine gelen baskıdan bunalıyor. Dayanamıyor, alıp başını gitmek istiyor. Adının geçtiği konuşmaların başında ise balon gibi şişmeye başlıyor. Şiştikçe, soluğumu kesecek bir ağrı saplanıyor. Ayaktaysam hemen oturuyorum. Oturuyorsam koltukların kollarına tutunuyor ya da ayaklarımı yere gömmek istercesine kuvvetle basıp sandalyenin sırtına yaslanıyorum.  Patladığı anlarda kendimi temiz dahi olmayan bir tuvalet kabininin duvar fayanslarına dayanmış soluk almaya çalışırken yahut temiz havada derin nefesler bulmaya çalışırken buluyorum. Ağrı kesici işe yarar mı sanıyorsunuz? Yaramıyor. Bazı ağrılar öyle kesilmiyor. Belki sevgili okuyucu, siz daha önce hiç yaşamadınız ama bazı yaraları yalnızca açan kişi tedavi edebiliyor. Bazen, o bile edemiyor.

Tıp denen mucizeye saygı duymamak mümkün değildi. İşte orası, dedikten sonra doktorla uzun bir görüşme yaptık. Yüzünü ekşitti önce. İlginç, dedi. Tetkik etmeden bir şey diyemem ama sanırım kimseye anlatamadığınız şeylerden içinizde yeni bir organ oluşmuş.
Bilim, dedi, doktor, insanın kendine yaptıkları karşısında hala çaresiz. İki ay sonra tekrar göreceğim seni ve o zamana kadar lütfen bolca ağla ve bolca konuş.

O günden sonra ağlama konusunda zaten hiçbir zorluk yaşamadım. Konuşma konusu da nasıl oldu bilmem, kendiliğinden çözüldü. 

O sabah uyandığımda günlerdir üzerimden atamadığım grip biraz hafiflemişti. Boğaz ağrım aynı şiddette devam etmekle birlikte burun akıntım kesilmeye yaklaşmıştı. Doktor randevumdan sonra Bahadır'ı görmeye gelmiştim.Giderken her şeyin üzerinden iki ay geçtiğine inanamıyordum. Oysa geçmişti. İki ay içinde korsan organımın boyutları azıcık da olsa küçülmüştü. Ağladıklarım içimden eksilmişti. Daha iyiydim. Her bulduğum insan sıcaklığına yavru kedi gibi sığınmamın, nasılsın diye soranın önüne tıpası kırılmış bir musluk gibi tüm haleti ruhiyemi serivermemin faydaları olmuştu demek. 
Şimdi bar tezgahında her zamanki gibi bira bardaklarını kurulayan Bahadır'ın karşısında otururken, biliyor musun, diyorum, ben hep kendi mutluluğu için geriye kalan her şeyi yok sayan bir insan olmaktan korktum. Oysa şimdi, hayatta en çok istediğim şey, bunu yapabilmek.
Bir dilim elmayı kendi ağzına atıp bir dilimini de bana yedirdikten sonra önüme ıhlamur kokan bir fincan koyuyor. Söylediklerime yorum yapmak yerine, limon ister misin, diyor. Başımı sallıyorum. Kestiği bir dilim limonu tabaktan alıp ağzıma atıyorum. Kabuklarıyla beraber yiyorum. Bahadır yüzünü ekşitiyor bakarken. Artık ıhlamur, papatya, rezene kokularından içim kalkıyor, çayımdan ancak üç yudum içebiliyorum.
Mutluluğu tekrar bulabilmek için, diyor, canının ilk yandığı anı düşün. Çok yandığı. O ana geri dönmeliydin. Ve belki de, kim bilir, o an durmalıydı hayat, zaman, her şey. Üzerine başka hiçbir şey yaşanmamalıydı. Bahadır yine dalgınlaşıyordu. O sırada cam kenarındaki küçük masada tek başına oturan adam bir şeyler mırıldandı. Kendisine seslendi zanneden Bahadır o tarafa gidip, çoktan boşalmış bira bardağını aldı. Başka bir şey istemedi adam. Önündeki deftere sürekli yazıp çiziyor, düşünüp taşınıyor, düşünürken sayfa kenarlarına hiçbir şeye de benzemeyen şekiller karalıyordu. Bahadır birden yanında belirince nerede olduğunu yeni idrak eder gibi dikkatle baktı yüzüne. Bahadır yanıma döndüğünde, herkesin de derdi başka başka, dedi. Sanırım daha fazla Bahadır'ın bu kederli haine dayanamayacaktım. Ben, gidiyorum, Bahadır, dedim. Annem sen gelmezsen ben geleceğim artık, bakamıyorsun kendine tek başına, diye ısrar ediyor. Haklı da. Zaten ne var beni burada tutan, dedim. Son cümleme alındığı birden düşen kaşlarından belliydi. Hem biraz değişiklik olur, dedim. Git, dedi. Benim de gidebilecek bir yerim olsa, bir saniye durmam. Hayatta en çok içine dokunan cümleleri sırala deseniz, aklıma kazınmış bu cümleyi bir çırpıda yine söylerim. 

Sarıldık. Ağlayacak gibi olduk. Konuşuruz, dedi. Görüşürüz, dedim. Sonsuza kadar orada kalacak değilim ya. Öyle de, ne bileyim, duygulandım işte, dedi. Ben de duygulandım. Kapıda ayrılırken tekrar sarıldık. Bayram tatilinde gelirsin belki yanıma, dedim şirinlik yapmaya çalışarak. Gelmedi.

Bayramın ikinci günü, ki o günün ne güneşli ve berrak bir sonbahar günü olduğu da, o güne ne tasasız bir iç rahatlığıyla uyandığımı da neden bilmem, bir film sahnesi gibi net hatırlarım. İçimde tek bir kötü his yoktu. Bayram sabahlarına özgü sebepsiz bir neşe sanki benimle beraber tüm dünyaya sirayet ediyor, mezarlıklarda ziyaret edilen ölüler bile hayatta olmadıklarına hayret etmiyorlardı. Bayram dönüşü memleketlerinden dönen ev arkadaşları ise hayatlarının en tatsız şaşkınlığını yaşadılar. Bahadır'ın spor salonlarında biçimlendirdiği güzel vücudu, hayata karşı bir meydan okuma gibi salonun ortasında sallanıyordu. Evde günlerdir orada duran cesede rağmen hafif bir tarçın kokusundan başka bir koku yoktu. Bu kokunun Bahadır'ın kendine ikram edilmemiş şekerlerin intikamını alır gibi mutfağa yığdığı tavuk göğsünden fırın sütlaca, kazandibinden su muhallebisine, mutfak tezgahına sıralanıp bolca tarçın dökülmüş tatlılardan geldiğini anladıklarında birbirlerine sarılıp ağladılar. Bahadır hepsinden birkaç kaşık yemiş, güzel gömleğini giymiş ve ölüvermişti. Polisler beni de sorguladılar. Neden öldürmüş olabilir kendini, dediklerinde mutsuzluktan ya da gidecek hiçbir yeri olmadığından, desem anlarlar mıydı? İçinde benimki gibi bir organ oluşturmadığından ben dayandım o dayanamadı, desem. Resmi makamlar acının karşısında hiç duymayan kulaklara dönüşüyorlar. Dosyasına kız arkadaşının ölümünden sonra intihar etti, yazdılar. Oysa daha büyük  ve tarif dahi edilemeyecek bir kimsesizliğin pençesindeydi. Balıkesir'deki cenazesinde bir avuç insandık. Küs ölen insanların bakışlarındaki o ölümden karanlık pişmanlık babasının yüzünde gölge gibi duruyordu. Benim de yüzümde benzer bir bakış duruyor olmalıydı. Kız arkadaşı sanıp boynuma sarıldı annesi. Mezarlıktan çıkarken Ferhan, yazan bir mezar taşının da yanından geçtim. Soy adını hiç söylemediğinden emin olamadım. Bu yıl içinde ölen kaç Ferhan vardır dedim. Dua etmek bile aklıma gelmeden mezarın önünde dikildim, öylece baktım. Hiçliğin içine doğru. Zamansız yaşanan her şeyin içine doğru. İçimdeki ses, sana, hiç olmazsa yaşıyoruz, diye fısıldadı.  Sana mı dedi bana mı bilmiyorum ama insanın içindeki bu çiğliğe bir kez daha hayret ettim. 

Sonsuza kadar kalacak değilim ya, dediğim tek insan da artık öldüğünden ve şahitlik edemeyecek olduğundan, gittiğim yerlerden sonsuza kadar dönmedim. Bahadır' a anlatmadıklarım içimdeki organda kendilerine güzel bir köşe bulup, enine boyuna serpildiler.