Okuduğum kitaptaki adam, ne olduğunu bize anlatmadığı, büyük bir kaza geçiriyor. Kazadan sonra beynindeki, vücudunun sağ tarafındaki hareketlerini kontrol eden kısım çalışamaz duruma geliyor. Sağ eliyle bir bardağı masadan alıp, ağzına götüremiyor. Doktorlar da adamın beynine, vücudunun sağ tarafında gerçekleşecek hareketleri yönetebileceği yeni bir patika çizmeyi öğretmeye başlıyorlar. Beyninin ezbere bildiği yoldan değil de, yeni öğrendiği bu patikadan giderek hareketlerini yönetmeye çalışıyor. Bu şu demek; bir bardak suya uzanmak için vücudun yaptığı her hareketi düşünüp hayal etmesi gerek. Omzunun öne doğru uzadığını, dirseğinin açıldığını, parmaklarının kavramak için aralandığını, avuç içinin gerildiğini, bardağın soğuk yüzeyine dokunduğunu, dudaklarını araladığını, hepsini. Adım atmak için yetmiş iki komut gerekiyormuş vücutta.
Düşünmesi bile zor. Gerçekten çok zor.
Yapmayı bildiğimiz şeyler değil de aslında yapma yolunu ezberlediğimiz şeyler var hayatta. Sabahları duşta önce saçını şampuanlayan biriyle önce vücudunu sabunlayan biri arasındaki fark nedir? Sabah giyinirken önce çoraplarını giyen biriyle önce üstüne giyeceği kazağı seçen benim, aramızdaki yordam değişikliği nereden? Yemeğin sonunda sıcak bir tas çorba içen çinlilerle yemeğin sonunu tatlıya bağlayan biz, aynı dünyada nefes alıyoruz. Sabah masasının başına geçen herkesin farklı şekillerde düzenlediği ritüeller nereden geliyor? Yaşadıkları ilişkilerde çok mutsuz olduğu halde çekip gidemeyen kadınlar aslında biriyle beraber olmanın -bu- olduğunu sandıkları için mi tahammül ediyorlar? Gerçek bir aşkı yaşamamış kişiler, akılları onlara öpüşmenin yolunun o olduğunu öğrettiği için mi yalandan öpücüklerle yaşayıp ölüyorlar? Mutlu pazartesi diye bir şeyin olabileceğini hiç hayal etmemiş bir akıl için ömrünü nefret ederek yaptığı işlerde geçirmek de normalleşmeye mi başlıyor?
Diyelim biz de yılbaşı günü korkunç bir kaza yaşadık ve ertesi gün hafızamız sıfırlanarak hastanede uyandık. Her şeyi; adımızı, yaşadığımız yeri, sevgilimizi, içeceğimiz suyun markasından en sevdiğimiz yemeğe, dolaplar dolusu kıyafetten her yaz tatil yaptığımız yöreye, saç modelimizden ayakkabı bağcıklarımızı bağlama şeklimize, her şeyi, karar vererek seçmek zorunda kalsaydık, şu an olduğumuz insan mı olurduk? Öğlene kadar uyumak yerine erkenden kalkıp ormanda yürürdük belki haftasonları. Bir köpek edinip her gün başını okşamanın ne keyifli olduğunu düşünürdük. Semt pazarlarına gidip taze turpları yuvarlak keser, bol limon sıkıp yerdik lüferin yanında. Büyük dertler küçülür hatta yok olur, kendimizi yıprattığımız hırslar, istediğimiz yemeği gönül rahatlığıyla yiyebilmeye ve geceleri huzurla uyuyabilmenin en büyük zenginlik olduğu fikrine dönüşüverirdi.
Aslında her yeni gün işte hafızamızı sıfırladığımız o yeni gün. Sevmiyorsanız terk edin. İstemiyorsanız hayır deyin. Doyduysanız yemeyin. Uykunuz varsa uyanık kalmaya çabalamayın. Bilmiyorsanız bilmiyorum deyin, kıvırmaya uğraşmayın. Mutsuzsanız gülmeyin. Aklınızdan biri geçiyorsa arayın. Çekinmeyin. Korkmayın. Hayatın her birimizi sıfırlayacağı günün hızla yaklaşmakta olduğundan şüpheniz olmasın.
Yeni bir yılın ilk günleri en cesur olduğumuz günler oluyor. Hevesi kırılmamış ümitlerimizle ilk aldığımız karar; başından sonuna her noktası bize ait bir hayat yaşamak olsun.
Tercihiniz olmayan bir hayat yaşanmış sayılmaz.