13 Kasım 2012 Salı

O an

Karmaşanın ortasında bir an geliyor.

Çok naif, rengarenk bir an.

Güzel ve uzun bir hayatın sonunda, kendi yatağında ölüyormuş gibi hissediyor insan. Yaşayacağı her şeyi doya doya yaşayıp bitirmiş gibi. Hayatının her gününü, ne kadar çok sevildiğini bilerek geçirmiş gibi. Sanki yıllardır planladığı bir seyahate çıkıyormuş gibi bir cuma akşam üzeri. İçinden ılık bir nehir akıp gidiyormuş ve içindeki tüm donmuş şeyleri çözüyor; uçları sivri şeyleri törpülüyormuş gibi.

Bazen karlarla kaplı bir göl kıyısı gibi bir an. Bazen yazın denize ilk girdiğiniz an gibi bir an. Yıllardır sevdiğiniz birini ilk kez öptüğünüz an. Yıllar önce gönderilmiş bir mektubu bulup, okuduğunuz an. Kaybettim sandığınız dolmakalemin kışlık ceketin cebinden çıkması gibi bir an. Karın yağdığını ilk kez gören bir sıcak iklim çocuğunun eline ilk kar tanesinin değdiği ve hemen eridiği o an. Bir yaz gecesi yıldızlı bir göğün altında yakılan son sigaradan çekilen ilk nefes gibi bir an.

Bu anlarla beraber insan durup derin bir nefes alıyor. Bunlar, çok koştuğunuz, çok üzüldüğünüz ya da saçınızı başınızı yolduğunuz bir zaman diliminden sonra, ansızın geliyorlar. Hiç geçmeyecek sandığınız kalp kırıklıklarının biraz ilerisinde, köşeyi dönüp pat diye size çarpıyorlar. Artık hiç gelmeyeceğini sandığınız birisi gibi geliyorlar gelince.

O duyguyu sarıp sarmalayın. İçinizde onu koruyacak bir yer inşa edin. Elinden, saçından, neresinden yakalarsanız tutun. O yerine oturunca yanan bir ampul gibi. Ucu aydınlığa varan bir tünelden çıktığınızda ansızın gözlerinizi kamaştıran ışık gibi.
Kaybetmeyin.
Ne onu, ne de ona olan umudunuzu.