24 Şubat 2015 Salı

Sıvı

Bazı şeyi elinde tutamıyorsun. Neresinden tutsan akıp gidiyor. Bakarken fark edilemeyen birçok şey sıvı aslında hayatta. Yüzüne bakarken, öperken, boynunu koklarken bir kaya gibi orada var olduğunu düşündüğümüz şeylerin çok büyük parçası;  deniz, nehir, göl, şelale, çağlayan. İncecik akan, kurumaya yüz tutmuş bir çay çoğu zaman. Her şey bittiğinde avuçlarını doldurabilecek kadar alabiliyorsun yanına. Gerisi uzaya kısala gidiyor. Ellerinin arasından kayıp gidiyor.

Yanına alabildiğin miktar, avuçlarının ebatıyla orantılı olarak  çoğalıp azalıyor hal böyle olunca. Ben sıvılara bu kadar bel bağlayıp yaşayacağımı daha önceden tahmin edebilmiş olsam, Osmanlı tokadı atabilecek kadar büyüsün diye avuçlarım, mermer, basket topu, neyse gereği bulur, çalışır; avuçlarımı bir insan yüzünü içine alabilecek kadar büyütürdüm. Gerekirse, kemik, kas dinlemez; bir oklavayla hamur gibi açar, yüzölçümünü artırırdım. Bilemedim. Oysa o gün geldi. Normal ölçülerde bir makası bile kavrayıp, idare edemeyen bu küçük avuçlarımla, yanıma birkaç damla alabildim. Elimde tutuyorum. Buharlaşmasın, bir kuş ansızın gelip gagasını daldırıp içmeye başlamasın, biri yanımdan geçerken omzuma çarpıp sarsmasın diye, bir kuytuda dikiliyorum.

Sıvılar çok acayip. Önümde delip geçilecek bir dağ olsa, öyle ya da böyle bir ömür uğraşır, yıkar, oyar, parçalar; karşısına geçip yetmiş yılda çıkardığım toprağa bakabilirim. Koklarım, elimde ufalarım, her tarafına bulanır, içine gömülüp yatar, yuvarlanırım. Gece uyur, sabah kalkar, kaldığım yerden devam ederim. Bana, bu değil, başka türlü bir ceza denk geldi. Çünkü işlediğim günah, sıradan bir kürek mahkumununkinin daha ağırı, daha yürek yakıcı ve daha canavarca hislerle işlenmişiydi.

Yapılacak bir şey, kaçılacak bir yer yok. Sıvılar çok acayip.  Bu sıvıları nerede taşıyacağımız konusunun, ne kadar önemli olduğunu nasıl olur da tüm dünya aynı anda idrak edememiş olabilir, aklım almıyor. Bir kere cebine koyamıyorsun. Gonçalo M. Tavares'in Beyefendiler' de dediği gibi; bir gömleğin ya da pantolonun ceplerinde hoşuma gitmeyen şey, sıvıları taşımaya uygun tasarlanmamış oluşları. Teneke kutulara koysan, geriye elinde bir parça küf kokusu kalıyor. Üstelik her yeri ayrı tıngırdıyor, sıvılar hep rahatsız oluyor. Cam şişelere doldursan koyu bir buğunun arkasında nefessiz kalıp ölüyorlar ya da havaya karışıp gidiyor. Fark etmeden nefesine çekiyorsun. Sıradan bir soluk gibi içinde gezdirip, ne kadar çirkin yer varsa gösterip, havaya bırakıveriyorsun. Bir daha da ne yapsan bulamıyorsun, havaya salınan milyarlarca soluk arasında kendininkini tanıyamıyorsun. Kağıt kutular samimiyetsiz geliyor; kim ne derse desin bu kağıt milletinin ağaç olduğu günü birden hatırlayıp, bütün sıvıyı köküne çekivermeyeceğinden emin olamıyorsun. Plastikler kötü film kahramanları gibi dikilsin, bir damla vereceğime burada dikilerek ölürüm, diyorsun. 

Dikiliyorsun. Ve hiçbir şeyi, ne yapsan, sonsuza dek elinde tutamıyorsun. Neresinden tutsan akıp gidiyor. O an kafanda bir ampul yanıyor. İlkokul bilgilerin  birden kafana nüfuz ediyor. Uzaydan çekilen fotoğraflarda lolipop gibi poz veren bu  dünyanın diyorlar, dörtte üçü sıvı. Ve dahası inanamayacaksın ama şurada çaresizce dikilip içinde ne kadar kötü his varsa erisin, tüm hatıralar çözülüp gözlerinden aksın, iç organları yerle yeksan olsun ve dursun isteyen senin, yarıdan fazlan sıvı. Düğümlediğin damarlardan akamayan bu sıvılar, biraz daha o kuytuda dikilmekte ısrar edersen seni bir sel gibi alıp sürükleyecek ve bir enkaz yığınının üzerine fırlatıp atacak. Çünkü hiçbir ilkokulda öğrenilemeyen bir bilgiye göre de; hayatın yüzde doksan beşi sıvı. Açtığın hiçbir boşluk kendi halinde kalamıyor. Hayat tüm ağırlığıyla gelip, boşluğu dolduracak kadar artırıyor hacmini. Gerekirse hırçın bir dalga gibi gelip vuruyor, gerekmezse sakince, bir dağ gölü gibi gelip doluyor. Ne yaparsan yap, bu oluyor ve sana kabullenmekten başka gidilecek bir yol kalmıyor.
Bazen kuru bir yaprak gibi, bir taşa takılmış bir parça çikolata ambalajı gibi, bazen ne kadar vakur, kuru bir dal gibi, akıp gidiyorsun. 

Tutunma.