İnsan demirden bir kumbara.
İçine attıkça biriktiriyor. Birbirine eklenerek çoğalıyor. Birbirini çağırıyor. Elele tutuşup dönmeye başlıyorlar gün sonunda. İsimleri var. Bakınca yüzleri var. Tutunca elleri var. Dokununca sıcacık tenleri var. Abuk sabuk öfkeleri, birden gelen sinir krizleri var. Çok dikkatli bakılınca görülen derin kesik izleri var. Yanaklarında bırakılmış tokatlar, yüzlerine söylenmiş büyük yalanlar, bedenlerinin tam ortalarında imara kapalı ormanlık alanlar var. Arkalarından sövülmüş, ara sokaklarda sarhoşken dövülmüş, bazı gece yarılarında ansızın ölünmüş.
O gün kapıları açık bırakıp gidenlerle, çarparak vurup gidenler aynı anda bir sarma sigara yakmış. Dünyanın her yerinden bir çok insan artık bir kapıdan çıkıp gitmeleri gerektiğini idrak etmiş. Bazıları canlarından parçalar bırakmış, bazıları çıktıkları an rahatlamış, ferahlamış, derin bir nefes almış. Mahşer yeri gibi bir kalabalıkmış. O gün öfke, yıllardır arkasında hapis olduğu demir parmaklıkları kemire kemire devirmiş. Milyonlarca parçaya bölünüp havaya karışmış. İnsanlar içlerinde birden bir kıpırtı hissetmişler önce. Ne olduğunu anlayamadan çoğu pardesülerinin yakalarını kaldırıp binalardan sokaklara çıkmaya, bavullarına rastgele birkaç parça kıyafet atıp kapağını kapatıp taksiler çağırmaya başlamışlar. Evlerinden çıkarken dönüp geriye son kez bile bakmamışlar. Ki son kez bakılmayan şeyler en zavallılar. Duraklara, yollara, hava alanlarına, iskelelere, tren istasyonlarına akın etmişler. Birden içlerindeki her şeyi bırakıp gitme hissi dayanılmaz boyutlara gelmiş. Sanki biraz sonra dünya bitecekmiş gibi bir şaşkınlık ve korkuyla yanında olmak istedikleri o birinin yanına, annelerinin dizlerinin dibine, sevgililerinin yatağına, çocuklarının odasına, büyük annelerinin mezarına, anlayın işte, olmadıkları bir başka yere gitmek üzere yola çıkmışlar. İlk önce her şeyin anlamsızlaştığını hemen sonra aslında gözlerinin yalnızca anlamlıları görmeye başladıklarını anlamışlar.
Koşmuşlar, hızlı hızlı yürümüşler, yorulup yol kenarlarında yan yana oturup dinlenmişler. Birbirlerinin sandviçlerini paylaşmışlar. Aynı su şişesinden hiç tereddüt etmeden su içmişler. Aynı taksinin arka koltuğuna yabancılar olarak oturup tanıdıklar olarak gittikleri adreslerde inmişler. Ayrılırken kucaklaşmışlar. Birbirlerini bir daha hiç görmemişler ama hep anımsamışlar. Anımsarken gülümsemişler. Ve zaten bu yeterliymiş. Susmuşlar. Susarken el ele tutuşmuşlar. Kumbara dolmaya devam ediyormuş.
Son yolcular da varmaya çabaladıkları kapıların eşiklerinden içeriye adım atınca korkunç bir ses duyulmuş. Herkes aynı anda sağır olmuş. Kumbaralar teker teker patlıyormuş. İçinden demirden kollar, bacaklar, araba farları, nar taneleri, kar taneleri, tarçın taneleri, bozacının çığırtkan sesi, buğday başakları, fener balıkları, ada rüzgarları, teki kaybolmuş eldivenler, sebepsiz terk edenler, sebepli çekip gidenler, köşe başı kokoreç arabaları, balık ağları, üzüm bağları, büyükbaş hayvanlar, çorak topraklar, meksikalar, afrikalar, kayısı kıvamında pişmiş yumurtalar, rulo yapılıp kapı arkasına dayanmış el dokuması halılar, üzerinde yeni sevişilmiş kar beyazı çarşaflar, uzun pazar kahvaltıları, yatmadan önce çocuklara anlatılmış yalandan masallar, bağırışlar, geçmeyen hıçkırıklar, dinmeyen acılar, unutulmayan anılar ve mide boşluğunda donup kalmış at hırsızı suratlı haydutlar fırlamış.
Kumbara fikri kimin aklından çıktı ki zaten, demiş bodrumun karanlığında oturan çocuk annesinin elini sımsıkı tutarken. İnsan demirden bir kumbaradır, demiş kadın. Hep sonradan, demek için biriktirir.