24 Haziran 2015 Çarşamba

Gidilmemiş yerler atlası- 6

Ah, pardon, bana o sepeti ver, ağırdır o, bu poşeti al sen, diyerek içinde buz gibi iki şişe beyaz şarabın olduğu market poşetini kızın eline tutuşturdu.


Hava serinlemişti. Kız, çantasına attığı hırkayı çıkarıp omuzlarına aldı. Park, bugün, geçen hafta olduğu kadar kalabalık değildi. Geçen hafta iş çıkışı koşmaya geldiği günler, her yerden önüne fırlayan çocuklar, birbirlerini kovalayan, ısıran, koklayan her cinsten köpek, tüm öğleden sonralarını piknik örtüsünün üzerinde yuvarlanarak geçirmiş üniversite öğrencileri yüzünden canı sıkılmıştı. Kıştan beri buraya geldiği her akşamüzeri kendini başka bir dünyaya girmiş gibi hissediyordu. Kimsenin olmadığı ağaç kuytuları, yapraksız dallara konmuş kargalar onun arkadaşlarıydı. Derin derin nefes alırken soğuğu, karanlığı, bir süre sonra terlediğini, susadığını hissetmiyordu. Işıksız tenhalarda dolaşan güvenlik görevlilerini çoğu zaman fark etmiyordu. Kafasının içindeki her şeyi burada bırakıyor, onların yerine biraz ter, kuş sesi ve çam yeşili koyuyordu. Oysa havalar ısınınca bu kalabalık onun kişisel alanına girmiş, kendine ait gibi hissettiği bütün koyu ağaç gölgelerini doldurmuştu. Onları görmezden gelmeye çalışmış, geçtiği yollarda kimse yokmuş gibi davranmıştı. Zaten kafası meşguldü. Önünden geçtiği ağaçları alıcı gözle tartmalı, diplerine, gölgelerine bakıp birini seçmeliydi alıp eve götürecekmiş gibi. Havanın soğuğu artık insanın açıkta kalan yerlerini ısırmaz hale geldiğinden beri, koşarken bir yandan bu gece pikniğini planlıyordu.

Aklında eski amerikan filmlerindeki gibi bir piknik sepeti vardı. Kalkmış, üşenmemiş Tahtakale' ye gitmiş, içi kareli kumaşla kaplanmış bir sepet bulabilmek için saatlerce dolaşmıştı. Yoktu. İki akşam internette gezmiş, sonunda bir sitede bulup sipariş verince rahatlamıştı. İş yerine ulaşan kocaman paketi soranlara gülümsemiş, sepet aldım, diyememişti. Eve gidince paketi heyecanla açmış, iç yüzüne dikilmiş kırmızı beyaz kareli kumaşla takım, uzun, kloş etekli bir elbise giydiğini hayal etmişti. Saçlarına kırmızı bir bant takardı. Bembeyaz bir örtü sererdi yere. Örtü, çimenlerin üzerinde gökten yeni düşmüş bir parça bulut gibi dururdu. Bacaklarını altına toplayıp, piknik örtüsünün üzerinde otururken, sepetten bir şarap kadehi çıkarırdı. Gülerdi. Adamla yan yana uzanıp gökyüzüne bakarlardı. Bulutları, birbirlerine normalde söyleyemedikleri bir şeylere benzetip, muhabbete ortak ederlerdi. Bu sırada elleri yanlışlıkla birbirine değer, sonra kaçıverecekmiş gibi telaşla ele ele tutuşurlardı. Durmadan konuşurlardı. İlk kez görüyormuş gibi bakarlardı dallardaki kozalaklara. İlk şarap şişesi boşaldığında içleri ısınmış, sesleri biraz daha yükselmiş olurdu. İkinci şişe adamın iyimserliğindendi. Hep açılır, hiç bitirilemezdi. Gece ilerleyip, hava iyice soğuyunca kalkar, sandviçlerinin çöpleriyle boş şişeyi boşalan market poşetine koyarlardı. Çilek çöpleri çimenlerin bazı yerlerinde unutulurdu. Eve geri götüreceklerini sepetlerine doldurduklarında, bir dünyayı oraya sığdırmış gibi olurlardı. Parkın çıkışına kadar yavaş yavaş, her adımda ne kadar mutlu olduklarını düşünerek yürürlerdi.

Gece pikniği mi, diye şaşırmıştı adam. Ne değişik fikir, olur, tabi, demişti telefonda. Hoşuna gittiğini adamın ses tonundan anlıyordu. Gülümsemişti telefonu kapatınca. Akşam için her şey hazırlanmış, dolapta bekliyordu. Hızlıca aklından parkın yanındaki marketten alınacakları geçirdi. Her şey tamamdı. Neden bu kadar heyecanlanmıştı bu gece için bilmiyordu. İçi kıpır kıpırdı. Ekranın sağ köşesindeki saate baktı. Sekiz saat sonra çimenlere uzanmış olacaktı.

Parkın içine doğru yürüdüler. Adam arada bir kızın yüzüne bakıyordu uzun uzun. Biraz sessiz gibi miydi sanki. Biraz her zamankinden uzak mı yürüyordu. Aralarındaki sessizlik uzuyor muydu. İnsan sessizliği fark edince neden konuşulacak her şey bir anda ortadan kayboluyordu. Bir zaman sonra konuşulacak şeyler bitiyor muydu. Sonra neler olmuştu, dedi kız. Adam gülümsedi. Gülümsemesi her zamanki gibi ve tam o kadardı. Kırılıp dökülen bir yer yoktu dudaklarında. Geldik, dedi. Gösterdiği ağacın altına doğru yürüdüler. Piknik örtüsünü serdi bir çırpıda. Uzaktan bakanlar, dev bir kuşun bir anlığına havalanıp tekrar yere konduğunu sandılar. Bacaklarını kenara toplayıp oturdu, sırtını dikleştirdi. Elbisesinin eteklerini düzeltti. Sevdin mi burayı, dedi. Adam tirbuşonla şarabı açmaya uğraşıyordu, ağzından bir ses çıkmadı. Yalnızca başını salladı. 

Kız delirmek üzere olduğunu hissediyordu. Neredeyse adamı çimenlere yatırıp bütün iç organlarını tek tek muayene edecek, ne oldu, diye gömleğinin yakasından tutup sarsacaktı. İçinde vahşi bir hayvan yaşıyor gibiydi. Üzerine salsa, adamı bir saniyede paramparça ederdi. Hayvanın ipini bir elinden diğerine geçirip duruyordu. Hayvan sivri dişlerinin arasından, işte sonunda haklı olduğumu anlayacaksın, seni sevmiyor artık, diye tıslıyordu. Böyle günler olabilir ki, bir anlamı yok bu sessizliğin, diyordu kız cevaben. Hiç kimse ikna olmuyordu. Adamın onu  eskisi kadar sevmiyor olma olasılığı aklına düşmüştü bir kez. Bu olasılık dakikalar ilerledikçe ısınacak, bir kıvılcım çıktığını görecekler ve tam midesinin altında bir yer yanacaktı. Kızın karnında, bakılınca arkadaki ağacın gövdesinin görülebileceği bir boşluk açılacaktı. Yine de, birine durup dururken beni ilk tanıştığımız zamanlardaki gibi sevmiyor musun artık, diye sorulamazdı. Zaten hayatta sevimsiz cevap olasılığı taşıyan soruları insanlara sormamak gibi bir prensip edinmişti. O an adam, hayır, o zamanki kadar çok sevmiyorum dese, bununla nasıl başa çıkılırdı. Sessizlik bataklıktı artık. Uzadıkça kızı içine çekiyordu. Piknik örtüsünün oturduğu taraftaki püsküllü ucu, dibe varmıştı bile.

Adam, şarap kadehlerinden birini doldurup uzattı. Yavaşça diğer kadehi de doldurdu. İyice kokladı. Derin bir nefes aldı. Gömleğinin en üstteki düğmelerinden birini daha açtı. Kollarını kıvırdı. Senin en sevdiğinden kalmamıştı markette ama bu da güzel, değil mi, dedi. Kızın gözleri doldu. Biri ışıkları söndürmüş gibi güneş son ışığını da alıp gitti. Gecenin karanlığı yavaşça üstlerine iniyordu. Bulutsuz, yıldızlı, lacivert bir tavan vardı yukarıda. Adamın aklı bambaşka yerlerdeydi. Uzandı, kızın elini tuttu. İşte canım sıkıldı bugün biraz, deyip işaret parmağını öptü. 

Midenin altındaki deliğin kaybolması bir saniye bile sürmemişti. 
Eve döndüklerinde, adam, başı kızın göğsünde yatarken kalbinden gelen seste bir atın dörtnala koştuğunu duyduğuna yemin edebilirdi.